Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Sunday, 07.20.2025, 02:01 PM (GMT)

News - Haberler

‘CömertÜnlüler’yeni sezonuyla ekranda

‘Cömert Ünlüler’ yeni sezonuyla ekranda Cömert Ünlüler yeni sezonu ile bugün 21.30’da TLC’de ekrana gelecek. Hollywood yıldızları, Emlakçı Kardeşler Drew ve Jonathan Scott ile güçlerini birleştirerek hayatlarına dokunan yakınlarının evlerini baştan aşağıya renove ediyor. Cömert Ünlüler’in yeni sezonunda; Zooey Deschanel, Justin Hartley, Allison Janney ve Rainn Wilson gibi Hollywood’un ünlü isimleri yer alacak. İlk bölümün konuğu, Aşkın 500 Günü filminin ve New Girl dizisinin yıldızı Zooey Deschanel. Emlakçı Kardeşler’den Jonathan Scott ile bir yılı aşkın süredir beraber olan Zooey, en yakın arkadaşı Sarah’ın evini renove edecek. Öznur Oğraş Çolak

İzmir Kınık'ta yaşlıkadın yanarak hayatınıkaybetti

Türkçe Haberler En Son Başlıklar İzmir Kınık'ta yaşlı kadın yanarak hayatını kaybetti İzmir'in Kınık ilçesinde, Fatma Çiçek (88) evde yemek yaptığı ocaktaki ateşin elbisesini tutuşturması sonucu çıkan yangında hayatını kaybetti. Olay, dün saat 19.00 sıralarında Kocaömer Mahallesi Geven Sokak üzerinde bulunan bir evde meydana geldi. İddiaya göre, ağıldan eve dönen Hasan Çiçek (88) duman kokusunu fark etti. İçereye girdiğinde eşi Fatma Çiçek'i yerde haraketsiz gören Hasan Çiçek komşularından yardım istedi. /Archive/2021/3/1/004036100-kinikta-yasli-kadin-yanarak-hayatini-kaybetti_1.jpgEve gelen komşuları durumu sağlık ve jandarma ekiplerine bildirdi. Sağlık ekipleri, Fatma Çiçek'in vücunda yanıklar olduğu ve hayatını kaybettiğini belirledi./Archive%5C2021%5C3%5C1%5C004036537-kinikta-yasli-kadin-yanarak-hayatini-kaybetti_2.jpgJandarma ekipleri evde inceleme yaparken Fatma Çiçek'in yemek yaptığı sırada ocaktaki ateşin elbisesini tutuşturduğu ve alevlerin arasında kaldığı iddia edildi./Archive%5C2021%5C3%5C1%5C004036771-kinikta-yasli-kadin-yanarak-hayatini-kaybetti_3.jpgSavcının incelemesinin ardından Fatma Çiçek'in cesedi  kesin ölüm nedenin belirlenmesi için İzmir Adli Tıp Kurumu'na gönderildi. Jandarmanın olayla ilgili başlattığı soruşturması sürüyor.  DHA

Doğal gaza zam!

Doğal gaza zam! Doğal gazda mart ayında geçerli olacak fiyat tarifelerinde konut, ticarethane, sanayi ve elektrik üretim santralleri abone gruplarında yüzde 1 zam yapıldı. Boru Hatları ile Petrol Taşıma AŞ'nin (BOTAŞ) internet sitesinde, mart ayına ilişkin tarife tablosu yayımlandı.Buna göre, BOTAŞ'ın konut tüketicileri için gaz dağıtım şirketlerine uyguladığı satış fiyatı, şubatta geçerli olan tarifeye göre yüzde 1 artışla bin metreküp doğal gaz için bin 289 lira, ticarethane, sanayi ve elektrik üretim santralleri için ise bin 442 lira olarak belirlendi.AYLIK OLARAK HESAPLANIYORGeçtiğimiz iki ayda da doğal gaza zam yapılmıştı. Doğal gazda fiyat tarifeleri aylık olarak hesaplanıyor. AA

Mükemmel ego ve yanılsamalar!

Mükemmel ego ve yanılsamalar! Écrits isimli kitabından dilimize ilk kez çevrilen iki metni içeren Psikanalizin Temel İlkeleri’nde, Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın psikanaliz kuramı ve uygulamasının ego odaklı olmaması gerektiğini vurgulayan yaklaşımı sarsıcıdır. Psikanalizin henüz kuramsal altyapısının tamamlanmamış olduğunu söyleyerek onu kutsal mabedinden dışarıya çıkartmıştır. /Archive/2021/3/1/003904991-ic1.jpgFransız psikanalist Jacques Lacan’ın psikanaliz kuramının üzerinde halen tartışılması ve geliştirilmesi gereken bir kuram olduğunu vurgulayarak psikanalize devinimini yeniden kazandırmıştır.Freud’dan sonra boş kalan bu alan, psikanaliz kuramını dinsel bir öğreti gibi dondurarak sabitleştirmeye çabalayan psikanaliz derneklerince doldurulmuş olduğu için Lacan’ın bu çıkışı, kuramı yeniden gelişime doğru itecek bir sorgulamanın ve entelektüel katkının ortaya çıkmasını sağlamıştır.Psikanalizin Temel İlkeleri isimli kitapta yer alan Lacan’ın, Roma kongresindeki konuşması (1953), bize Freud adına öğretilmeye çalışılan kuramın Freud’un özgün kuramıyla pek çok zıtlıklar barındıracak biçimde dönüştürüldüğünü göstermektedir.PSİKANALİZ KURAMININ ÖZGÜN HALİ!Lacan konuştukça bu sapmalar ortaya dökülmüş ve Lacan psikanaliz çevresine hâkim olan dernekler ve topluluklarca engellenmeye çalışılmış ve dışlanmıştır. Aslında sorun sadece bu kadar sınırlı bir çevrenin içinde kalacak kadar ufak da değildir.Psikanaliz kuramının özgün hali sadece psikanalizle ilgilenen çevreleri ya da dinsel yapıları değil, dünyada birbiriyle kıyasıya mücadele içinde olan serbest piyasacı demokratik blok ile sosyalist bloğun ikisini birden ciddi biçimde rahatsız eden bazı gerçekleri ortaya dökmekteydi.Bu açıdan kuramın karşısında giderek genişleyen bir karşı cephe oluşmuştu. Birbirleriyle hiçbir konuda anlaşamayan iki zıt ekonomik ve politik model Freud’un kuramına karşı aynı cephede konumlandılar./Archive/2021/3/1/004006584-kapak.jpgYANILSAMALARİki zıt sistemin de bu açıdan ortak bir noktada konumlanmış olmalarının nedenini Marx’ın bir saptamasında bulabiliriz; nesne üreten öznenin yerini tüketime sunulan nesnelerin ürettiği bir öznenin almasının getirdiği bir zorunluluktur bu. Çünkü insanların yaşamlarındaki bu dönüşümle birlikte mükemmel egonun varlığına olan inanç her şeyden daha gerekli duruma gelmiştir.Ancak Freud’un psikanaliz sırasında keşfetmiş olduğu şey mükemmel egonun sadece bir yanılsama olarak ortaya çıkabildiği gerçeğiydi. Bu yanılsamayı gözlerden ırak tutan ego psikolojisinin karşısında, Lacan’ın Freud’un kuramını kaldığı yerden ayağa kaldırma çabası hiç de kolay bir süreç olmamıştır.Yanılsamaların toplumda heyecan yaratarak yoğun talep görmek gibi bir özellikleri vardır. İnsanlar sıklıkla kendilerine heyecan ve coşku veren yanılsamaları gerçeğe yeğlerler. Ne yazık ki bu durum psikanalizden geçmiş olsalar da psikanalistler için de geçerli olabilmektedir.Psikanalistle dernek arasındaki ilişki, derneğe kabul edilmek, dernek tarafından onaylanmak ve derneği yöneten güç olmak arzusu bağlamında, oldukça heyecan yaratıcı bir zemin doğurduğu için Lacan bu zeminde öznelerin kuramsal içeriğin ve doğru pratiğin uygulanmasının öğrenilmesine değil heyecan duygusunu yaşamaya yöneldiklerini vurgular.NEVROZU YARATAN GERÇEK NEDEN; EGO!Mükemmel psikanalist olma yanılsamasını güçlendiren bu zeminde sürecin mükemmel ego yanılsamasını güçlendirerek işlediğini çünkü bu imajın tam olarak bu yanılsamaya yaslandığını haklı olarak belirtir.Psikanaliz olarak adlandırılan tedavi süreci, psikanalize girmiş olan öznenin egosunun hatalı taraflarını anlayabilmek için psikanalistin egosunun bulunduğu konumu aktarım-karşıt aktarım zemininde bir mihenk taşı olarak alıp yürütülebilecek bir süreç midir?Psikanaliz pratiği açısından sorun tam bu noktada başlamaktadır. Psikanaliz kuramının ve uygulamasının bu çerçevede ele alınmasını savunanların kesin zaferlerini ilan ettikleri noktada Lacan Freud’un yere düşen bayrağını alarak bu yaklaşımın bir yanılsamaya dayandığını haykırmaya başlamıştır.Kendisi bir yanılsamadan başka bir şey olmayan ego nesnesi bu niteliğiyle nevrozu yaratan gerçek neden olduğu için bir nevrozun tedavisi, yanılsamadan ibaret olan bir egoyu mihenk taşı olarak ele alıp diğer egonun düzeltilmesi süreci olarak nasıl işleyecektir? Öznenin dış dünya ve kendisiyle ilgili yanılsamasının düzeltilmesi başka bir yanılsamayı güçlendirerek nasıl olanaklı olabilecektir?Psikanalistin egosunun da bir yanılsama olarak biçimlenmiş olmasına karşın bu yanılsama yumağının psikanalizden geçmiş olması ve bir dernek tarafından kabul edilmiş olduğu için kendisini bir mükemmellik abidesi halinde ortaya koyması psikanalizin sorunlarını ortadan kaldırmaktan çok onları katmerli hale getirmektedir./Archive/2021/3/1/003943397-ic3.jpg‘LACAN, ÖZNELER ARASILIĞI VURGULAR’Lacan bir özne kuramı ortaya koymamıştır. Öznellik adı altında ortaya konulan yaklaşım, ego psikolojisini Lacancı alanda restore etmek çabasından başka bir şey değildir. Lacan şunu şiddetle vurgular; psikanalistin analize gelen nörotik öznede okuması gereken şey öznellik değil, özneler arası zeminde dizgenin güncel bir okumayı sağlayıp sağlamadığıdır.Öznenin gösteren konumunda bulunması öznelliği değil özneler arası yapıyı önemli kılar. Özne konuştuğunda bu gücün dilini konuşur çünkü anlam oradadır. Bu nedenle Lacan öznelliğin yani intra-sübjektivitenin değil özneler arası durumun yani inter-sübjektivitenin önemine sürekli olarak vurgu yapar.Öznellik adı altında mükemmel egonun konumunu yeniden ortaya koyarak öznenin bu konumdan duygularının ve düşüncelerinin anlaşılmaya çalışılması bir hatadır çünkü bu yanılsamanın çözülmesini değil güçlenmesini sağlayacaktır. Empati analiz sürecinde olumlu değil toksik bir etki yapmaktadır. Bu kitapta Lacan’ın bu konularla ilgili ilginç ve ayrıntılı irdelemelerini bulabileceksiniz.Psikanalizin Temel İlkeleri / Jacques Lacan / Çeviren: Mutluhan İzmir / Çolpan Kitap / 188 s. / 2020. Mutluhan İzmir

Fjällbacka’da vukuat var!

Fjällbacka’da vukuat var! İsveç’in en çok satan yazarlarından Camilla Lackberg’in, İskandinav polisiyesinin nitelikli örnekleri Buz Prenses, Vaiz, Taş Ustası, Yabancı, Saklı Çocuk ve Denizkızı kitaplarının ardından yayımlanan serinin yedinci kitabı Hayalet Adası’nda; Erica ile Patrik’in küçük kızları ve yeni doğmuş ikiz oğullarıyla sakin balıkçı kasabası Fjällbacka’da kurdukları mutlu ve sakin dünya, yine bir cinayetle çalkalanıyor. /Archive/2021/3/1/003540243-ic1.jpg Altmıştan fazla ülkede yirmi milyondan fazla satmış romanlarıyla İsveçli yazar Camilla Läckberg bugün kuzey polisiyesi denince akla ilk gelen isimlerden biri. Romanlarının mekânı olarak seçtiği Fjällbacka’da, 1974’te doğan yazar, Göteborg’da iktisat öğrenimi görmüş ve bir süre Stockholm’de kurumsal şirketlerde çalışmış. Çocukluğundan beri hikâye anlatmayı çok sevdiğinin farkında olan Läckberg, bir yayınevinin düzenlediği yaratıcı yazma seminerine katılmaya karar vermiş ve sonradan ilk kitabı Buz Prenses’e dönüşecek olan öykü ortaya çıkmış.Romanlarının baş kahramanı Erica da kendisi gibi bir yazar. Fjällbacka’da geçen heyecanlı polisiyeler öylesine sevilmiş ki, devam romanları da art arda gelmiş. Seri İsveç’te televizyona da uyarlanmış.Camilla Läckberg’in romanları 2012’den beri ülkemizde de yayımlanıyor. Buz Prenses, Vaiz, Taş Ustası, Yabancı, Saklı Çocuk ve Denizkızı’ndan sonra, serinin yedinci kitabı Hayalet Adası da, Güneş Becerik Demirel’in çevirisiyle okurla buluştu./Archive/2021/3/1/003507446-kapakic3.jpgSAKİN BALIKÇI KASABASINDA CİNAYET!Hayalet Adası’nda, Erica ile Patrik’in küçük kızları ve yeni doğmuş ikiz oğullarıyla sakin balıkçı kasabası Fjällbacka’da kurdukları mutlu ve sakin dünya, yine bir cinayetle çalkalanıyor. Belediyede çalışan finans uzmanı oğulları Mats Sverin’den bir süre haber alamayınca dairesine giden anne ve baba, orada genç adamın cesedini bulur. Yaşlı çift, biricik oğullarının ölümü karşısında yıkılmıştır.Patrik olayı araştırmaya başlar. Matte’nin yakın bir zamana kadar Göteborg’da yaşadığı halde, doğduğu Fjällbacka’ya apar topar dönmüş olması, dedektifin kafasında bir soru işareti oluşturur. Kısa süre önce başka biri daha şehre dönmüştür: Matte’nin lisede âşık olduğu fakat sonra ayrı düştüğü kız arkadaşı Nathalie de küçük oğluyla beraber geri gelmiş, kasabaya komşu Gråskär’da, yani halk arasında bilinen adıyla Hayalet Adası’nda ailesinden kalan eve yerleşmiştir.Adada yüzlerce yıllık bir deniz feneri de vardır. Patrik, bu arada genç adamın spa olarak yeniden açılması planlanan eski bir otelin işleriyle ilgilendiğini de öğrenir. Kocası olaydan söz edince, Erica’nın liseden sınıf arkadaşları Matte ile Nathalie’yi iyi tanıdığı ortaya çıkar. Patrik, diğer polislerle beraber vakanın derinliklerine inerek katilin kim olduğunu araştırmaya koyulurken, Erica da üç küçük çocuğun zorlu yükümlülüklerine rağmen olaya karışmadan duramayacaktır.EVİ İÇİ ŞİDDET, UYUŞTURUCU VE POLİSİYE!İsveç’in en çok satan yazarlarından Camilla Läckberg’in; Erica’nın bir yandan çalışırken diğer yandan çocuklarıyla ilgilendiği ev içi hayatının, ona yardımcı olmak için olağanüstü çaba sarf eden Patrik’le ve kız kardeşi Anna’yla ilişkisinin, Patrik’in iş arkadaşlarının aile hikâyelerinin yanı sıra daha büyük meseleleri; örneğin ev içi şiddet ve uyuşturucu gibi konuları özenle işleyişi, romanlarını türün nitelikli örnekleri arasına sokuyor.Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, Hayalet Adası da incelikle yerleştirilmiş detaylarla örülü. Asıl büyük kahraman ise, gizemli ve cana yakın insanları, kimi zaman bir mezardan kimi zaman da yıllar öncesinden kalma sandıklardan çıkan hikâyeleri ve sevimli sükûnetiyle sanki yaz aylarını orada geçiriyormuşuz gibi tanıdık hissettiren muhteşem kasaba Fjällbacka.Hayalet Adası / Camilla Läckberg / Çeviren: Güneş Becerik Demirel / Doğan Kitap / 496 s. / 2020. Sıla Arlı

' Türkiye’de Mültecilik'

' Türkiye’de Mültecilik' Türkiye’nin, küresel göç haritasının merkezinde durduğunu gösteren Türkiye’de Mültecilik, Zorunlu Göç ve Toplumsal Uyum - Geri Dönüş mü Birlikte Yaşam mı? (Bağlam Yayınları); göçmenlik, mültecilik ve toplumsal uyum gibi kavramlar ekseninde tartışılan zorunlu göç olgusu, Türkiye’de hukuksal, politik ve işgücü piyasalarında ortaya çıkan yapısal dönüşümlere dikkat çekiyor. /Archive/2021/3/1/003155479-ic.jpgZorunlu göçün vatandaşlık, göç ve refah rejimi alanlarında kısa ve uzun vadede ciddi dönüşümleri barındırdığına işaret eden ve göç yazınının yetkin akademisyenlerince hazırlanan Türkiye’de Mültecilik, Zorunlu Göç ve Toplumsal Uyum - Geri Dönüş mü Birlikte Yaşam mı?, güncel göç ve toplumsal uyum politikalarını farklı boyutlarıyla tartışmaya açıyor.Ayrıca Türkiye’de sığınmacı, geçici korunan ve şartlı mülteci gibi farklılaşan statülere sahip olan Iraklı, Afganistanlı, Suriyeli, İranlı, Somalili gibi zorunlu göçle gelenler ile Ukraynalı, Moldovyalı gibi farklı göçmen gruplara yönelik olarak İstanbul, Ankara, Isparta ve Gaziantep gibi farklı kentlerde yapılan saha çalışmalarıyla göçmenlerin özne olma halleri ve birlikte yaşam deneyimlerini paylaşıyor.Uluslararası göçün küresel/yerel, düzenli/düzensiz, toplumsal cinsiyet temelli ve siyasallaşan boyutlarını toplumsal uyum ve birlikte yaşam sorunsalı bağlamında yeniden düşünmek için bir olanak sunuyor. Cumhuriyet Kitap Eki

Sanat Neye Yarar?

Sanat Neye Yarar? John Carey, okurla buluştuğu yıl büyük tartışmalara yol açan kitabı Sanat Neye Yarar?’da; “Şimdiye değin herhangi biri tarafından sanat eseri olarak görülen herhangi bir şey sanat eseridir, o şey sadece o insanın gözünde sanat eseri olsa bile” diyerek sıra dışı bir saptamada bulunuyor. /Archive/2021/3/1/002929464-ic1.jpg‘HER ŞEY SANAT OLABİLİR’John Carey’nin Sanat Neye Yarar? adlı kitabında sanat ve edebiyat eleştirisi iç içe. İngiliz edebiyat profesörü ve kültür eleştirmeni John Carey, nükteli dili ve zengin örneklerle sanatın işlevleri konusuna eleştirel bir yaklaşım getiriyor.Kitabında Tolstoy, Kant, Sartre, Rousseau, Hegel, Schopenhauer gibi düşünürlerin görüşlerine atıfta bulunan Carey, anlatmaya “Sanat eseri nedir?” sorusuyla başlıyor.İki bölüm şeklinde kaleme aldığı “Sanat Neye Yarar?”ın ilk kısmında Carey, sanat eseri nedir, bilim imdadımıza yetişebilir mi, sanat bizi daha iyi insanlar yapar mı gibi soruların cevaplarını arıyor.Eleştirmenler, kuramcılar ve düşünce adamlarının görüşlerinden hareketle Carey ikinci bölümde edebiyatın gerekliliğine odaklanıyor ve edebiyatın diğer sanat dallarından farklılıklarını sıralıyor.‘BANA GÖRE SANATSA, O, SANATTIR!’İngiltere’de okurla buluştuğu yıl önemli tartışmalar yaratan kitabında Carey, bir sanat eserinin Botticelli’nin ünlü tablosu Primavera, Shakespeare’in Hamlet, Beethoven’ın Beşinci Senfoni eseri ile buna benzer yapıtlar olduğunu söylüyor.“Sanat eseri nedir?” sorusuna hiç kimsenin net bir cevap vermediğine dikkat çeken Carey, “Belki de herkesi tatmin edebilecek bir cevap bulmak imkânsızdır” diyor.Carey’e göre, fakat burada asıl sorulması gereken sorular, sanat eserinin ne olmadığı veya ne olamayacağıdır… Çünkü sanatın ne olmadığını bilmediğimiz sürece ne olduğuyla arasına bir sınır çizgisi çekmek imkânsız! Carey ayrıca, başkalarının estetik tercihlerini ne kadar beğenmezsek beğenmeyelim, onlara “yanlış” veya “hatalı” diyemeyeceğimiz konusunun altını çizerek şöyle bir sanat tanımında bulunuyor: “Şimdiye değin herhangi biri tarafından sanat eseri olarak görülen herhangi bir şey sanat eseridir, o şey sadece o insanın gözünde sanat eseri olsa bile.”/Archive/2021/3/1/002940558-kapakic2.jpgEDEBİYATTAN MÜZİĞE, OPERADAN SİNEMAYACarey’e göre, akıl yürütme ve eleştiride bulunma becerisine sahip tek sanat ise edebiyat! “Okunan, ezberlenen ve hatırlanan edebiyat kendi ruhunuzun bir parçası haline gelir” diyen Carey, edebiyatın diğer sanatlardan farklı olarak, onun kendisini eleştirebildiğini söylüyor:“Müzik eserleri başka eserlerin parodisini yapabilir; keza resimler başka resimleri karikatürleştirebilir. Fakat bu, müzik veya resmin toptan reddi anlamına gelmez. Öte yandan edebiyat, edebiyatı tamamen reddedebilir ve bununla kendisinin diğer sanatlardan daha güçlü olduğunu ve kendini daha iyi tanıdığını gösterir. Edebiyat kendisini eleştirebilen tek sanat olmakla kalmaz, iddia ederim ki, herhangi bir şeyi de eleştirebilen yegâne sanattır, çünkü akıl yürütme yeteneğine sahip tek sanat odur. Elbette, resimler örtük eleştiriler aktarabilir, Hogarth’ın Calais Kapısı veya Ford Madox Brown’ın İş isimli tablosu gibi. Fakat tutarlı bir eleştirel sav ortaya koyamazlar. Dilsizliğe tıkılıdırlar. Operalar ve filmler eleştiride bulunabilir, ancak onlar da kendilerinin rasyonel dünyaya girmelerine izin veren sözcükleri edebiyattan alırlar. Edebiyat diğer sanatları eleştirirken, oklarını onların akıldışılıklarına çevirir.”Sanat Neye Yarar? / John Carey / Çeviren: Orhan Düz / 400 s. / VBKY Cumhuriyet Kitap Eki

Karanlıktan Aydınlığa-Mustafa Suphi

Karanlıktan Aydınlığa-Mustafa Suphi Ahmet Kardam, Mustafa Suphi, Karanlıktan Aydınlığa adlı kitabında Karadeniz Katliamı’na bugüne kadar pek açılmamış bir pencereden bakıyor. Kitap, özellikle Türk solunun en önemli figürlerinden Mustafa Suphi’nin Bolşevik Partisi ile ilişkisi, Doğu sorunu ve ulusların kaderini tayin hakkı konularında ezber bozan satırlara yer veriyor. /Archive/2021/3/1/002539998-ic1-.jpg28/29 Ocak tarihi, Türkiye Komünist Partisi (TKP) kurucu lideri Mustafa Suphi ve 15 Yoldaşının emperyalizme de karşı verilen Kurtuluş Savaşına destek vermek için Anadolu’ya dönerken Karadeniz’de katledilmelerinin yıldönümü. Kısa bir süre önce yayınlanan Mustafa Suphi - Karanlıktan Aydınlığa isimli kitabın yazarı Ahmet Kardam’ın kendisi de TKP ve sonrasında Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nde siyaset yapmış; bu uğurda hem hapis yatmış hem de sürgün edilmiş birisi.Kitabın girişinde, “Yapabildiğimiz her yılın 28/29 Ocak’ında birtakım basmakalıp tarihsel açıklamalar eşliğinde ‘şanlı tarihimiz’ edebiyatıyla Suphi’yi ve 15 yoldaşını anmak ve bu vahşi katliamı örgütleyenleri lanetlemekten ibaret kalıyordu” diye yazan Kardam, Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya dönerken asıl bel bağladığı Bolşevik Partisi ile Komünist Enternasyonal’in Karadeniz Katliamı karşısında “derin bir suskunluğa” gömülmüş olmasını kendi kuşağının TKP yöneticilerinin de açıklamadığını / açıklayamadığını vurguluyor.ENTERNASYONAL BELGELERİ...Kardam, kurucuları arasında yer aldığı Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) arşivinde bulunan TKP’nin Komünist Enternasyonal’deki belgelerinden de yararlanarak o dönemin haberleri, Suphi’nin Yeni Dünya gazetesi de dahil bizzat kaleme aldığı makaleler ve raporları okuyup araştırınca, bugüne kadar gelmiş kimisi klişe bilgilerin ne kadar eksik ve bazılarının ne kadar dayanaksız olduğunu ileri sürüyor.Mustafa Suphi, Sovyet Rusya’sında 1918-1920 yıllarında özellikle Müslüman Komünistleri örgütlemek konusunda verdiği yoğun çabanın ardından Anadolu’ya geçmeye karar vermişti. Suphi Anadolu’ya dönüş kararıyla, burada sadece bağımsızlık mücadelesine katılmayı değil sosyalizme evrilme olanağı barındıran yerel meclislere (şuralara / Sovyetlere) dayalı, demokratik bir cumhuriyeti hedefliyordu.MUSTAFA KEMAL İLE İŞ BİRLİĞİ İDDİALARIKitaba göre Mustafa Suphi’nin Ankara’ya dönmeye çalışırken Mustafa Kemal ile iş birliği yaptığı ve ona güvendiği değerlendirmeleri dayanaksızdır. Suphi’nin Türkiye’ye dönüş kararı alırken bel bağladığı güvencenin Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresinin kararları temelinde Bolşevik Partisi yönetiminden ve Sovyet Rusya’dan almayı umduğu destek olduğu anlaşılıyor. Peki, Mustafa Suphi neden yarı yolda bırakıldı? Karadeniz Katliamı karşısında neden suskunluğa gömüldüler?Kitaba göre Bolşevik Partisi, 1920’nin ikinci yarısında dışarıda Polonya yenilgisi, içeride ise iç savaşın son bulması ve Batı’dan beklenen Dünya Devrimi’nin en azından yakın gelecekte gerçekleşmeyeceğinin görülmesi karşısında, kapitalist dünyaya karşı izleye geldiği politikada stratejik bir değişikliğe gitti. Sovyet ekonomisi acilen canlandırılmayacak olursa Ekim Devrimi’nin ve Sovyet iktidarının yenilgisi kaçınılmazdı. Başka bir deyişle, bu konu bir ölüm kalım meselesiydi. İngiltere’yle imzalanan Ticaret Anlaşması ile bu anlaşmasının ayrılmaz bir parçası olan Türkiye ve İran ile imzalanan “Dostluk ve Kardeşlik” antlaşmalarının arka planında böyle stratejik bir politika değişikliği yatıyordu.İngiltere, Türkiye ve İran’da kendisi aleyhine propaganda ve örgütlenme yapılmamasını Sovyet desteğiyle garanti altına alırken, Sovyet Rusya da Türkiye ve İran’ın kendisine karşı sıçrama tahtası olarak kullanılmamasını garantiliyordu./Archive/2021/3/1/002603373-ic2-.jpgKARADENİZ KATLİAMI SUSKUNLUĞUBolşevik Partisi ve Komünist Enternasyonal, Karadeniz Katliamı karşısında suskun kaldıkları gibi Mustafa Suphi ve yoldaşlarına karşı karalama ve karartma kampanyası da yürütülür. “Türkiye’ye dönüş kararının yanlış olduğu, bu yanlış adımın Mustafa Suphi’nin maceracılığının eseri olduğu” şeklinde işlenen düşünce hem Sovyet Rusya’daki hem de Türkiye’deki TKP yönetimlerine ve kadrolarına hakim olmaya başlar.Bu arada, Mustafa Suphi ile Bolşevik Partisi arasındaki kırılma noktalarından birisi de Doğu sorunuydu. Ekim Devrimi’nden hemen sonra yayımlanan“Rusya Halklarının Hakları Bildirgesi”nde, Rusya halklarına, ayrılma ve bağımsız devlet kurma da dahil olmak üzere, kendi kaderlerini özürce tayin etme hakkına sahip olacakları vaat edilmişti. Zaman içinde Doğu’ya verilen vaatler tutulmadı.Suphi, “Yoldaş Lenin’in Doğu hakkındaki çağrısından taşan yüce ümit ve emelleri Asya’nın hudutsuz çöllerinde kaybolup gitti; çünkü [Bolşevik Partisi] Doğu’ya lâyık olan önemi vermedi…” sözleriyle sayısız eleştirisinden birisini yapıyordu.Ahmet Kardam kitabında, Mustafa Suphi için “ulusların kaderlerini tayin hakkını, ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasına dayalı ‘Federatif bir Cumhuriyet’ hedefi olarak tespit edip Türkiye Komünist Partisi’nin programına sokan liderdi” diyor ve O’nun bu yönünün belleklerden silinmesinin yarattığı tahribatın büyüklüğünden bahsediyor.Bolşevik Partisi’nin Doğu Sorunu ve ulusların kaderini tayini hakkındaki politika değişiminin Kafkasya, Orta Asya ve hatta Kürt bölgesinin kaderini değiştirdiğini ve sorunların katmerlenerek büyümesine yol açtığını söylemek ise yanlış olmaz./Archive/2021/3/1/002621232-ic3-.jpgKATLEDİLMESEYDİ NELER DEĞİŞİRDİ?Son olarak, Mustafa Suphi katledilmeyip Anadolu’ya dönebilseydi neler değişirdi, onun kitaptaki yanıtına yer verelim:“…Katledilmeyip Ankara’ya ulaşabilseydi ve Bolşevik Partisi’nin, Rusya’nın desteğini alabilseydi, anti-komünizm (Türkiye’de) daha baştan ‘devlet politikası’ haline gelmeyebilir, komünizm yasallığa sahip olabilir, her türlü demokrat/ilerici muhalefetin ‘komünizm’ suçlamasıyla bastırılması mümkün olmayabilirdi. Suphi’nin kaybıyla Türkiye, henüz çok dar olsa bile, Birinci Meclis’teki muhalefet yelpazesini genişletme imkânını, demokrasiyi, çoğulculuğu kaybetti…”AHMET KARDAM: 1945’te İstanbul’da doğdu. Tarsus Amerikan Koleji’nden sonra ODTÜ’de ekonomi okudu. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinde sürgüne gitti. Çevirmenlik, redaktörlük, yayıncılık ve Politika gazetesi genel yayın yönetmeni yardımcılığı yaptı. TKP ve ile onun yerine kurulan Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nde Merkez Komitesi üyeliği yaptı. Kutlu ve Sargın’ın ardından 1989’da Türkiye’ye döndü, 1991’e kadar hapis yattı. Çeviri ve makaleleri dışında kaleme aldığı kitaplar: CHP Nedir Ne Değildir? (1976), Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları (Sezgin Tüzün’le birlikte, 1998), Eğrisi Doğrusu (Ayşe Dicleli ile birlikte, 2005), Mevlâna: Hamdım, Piştim, Yandım (2007), Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan: Direniş ve İsyan Yılları (2011), Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan: Sürgün Yılları (2013).Karanlıktan Aydınlığa / Mustafa Suphi / İletişim Yayınları / 408 s. / 2020. Gül Atmaca

‘Ayağın Hikayesi’

‘Ayağın Hikayesi’ Nobel ödüllü yazar J.M.G. Le Clézio, dokuz öykü ve bir denemeden oluşan derlemesi Ayağın Hikâyesi’nde; kıtalar ve yüzyıllar arasında gezinirken ülkeler, ırklar ve cinsiyetler içindeki sömürgeciliğin izlerini sürüyor. /Archive/2021/3/1/002131704-ic6.jpg Çocukluk yılları İkinci Dünya Savaşı’yla lekelenmiş, farklı kültürlerin karıştığı bir soydan gelen, sömürü düşüncesine karşı çıkarak İngilizce yazmayı bırakıp Fransızca yazmaya başlayan Nobel ödüllü yazar J.M.G. Le Clézio, sömürgecilik sonrası edebiyatın simge isimlerinden biri.Orijinal dilinde 2011’de yayımlanan Ayağın Hikâyesi ve Diğer Fanteziler, Le Clézio’nun Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülmesinden sonra yazdığı ilk kitabıydı.Aslında tüm öykü derlemesini özetlediğini düşündüğü (bu nedenle derlemenin de başında olması gerektiğini tasarladığı) bir deneme yazısı ve dokuz adet öyküden oluşan Ayağın Hikâyesi, alt başlığında da vurgulandığı gibi bir fanteziler bütünü. Çünkü yazma deneyimi Le Clézio için bir metro yolculuğu gibi.Bitişi olmayan bir yolculukta, sürekli hareket halindeyken göze takılan şeylerle bir hayal kurma hali, yeni fanteziler yaratım süreci... Bitiş çizgisi her an gelebilir ama o bitiş anı bilinmez ve bu bilinmeyenin sonsuzluğunda her gün yeniden yeni fanteziler yazılır, yaratılır, yolculuğa öyle dayanılır.YOLCULUK HALİ VE UMUT!İletişim Yayınları tarafından basılan ve Işık Ergüden’in çevirisiyle okuduğumuz kitabın önsözünü kaleme alan Güneş Akkor’un da vurguladığı gibi, öykülerin büyük bir bölümü bu yolculuk halini vurguluyor.Seyahat edenler, göç edenler, savaştan kaçanlar, hayata dayanmak için durmadan yürüyenler ve hareketin peşinde olanlar Le Clézio’nun metroda gözüne çarpan ayrıntılar oluyor.Öykülerin anlatıcıları ya da merkezdeki karakterleri sömürgeciliğin birebir mağdurları, günümüz dünyasının keşmekeşinde sıkışanlar ve her şeye rağmen direnenler, boyun eğmeyenler oluyor. Le Clézio’yu dönemdaşı diğer yazarlardan ayıran en büyük unsur da bu direnme hali ve onun getirdiği umut duygusu oluyor.Le Clézio’nun öykülerinin her biri bir umut ışığıyla bitiyor. Kavuşanlar, yeniden harekete geçenler ve kendi sesini bulan kadınlarla son buluyor öyküler. Bu umutlu hava, derlemenin sonlarına doğru biraz daha azalsa da, özgürlüğün simgesi deniz ve onun dalgaları, uçsuz bucaksız gökyüzünün sahibi kuşların cıvıltıları tüm kitaba eşlik ediyor./Archive/2021/3/1/002155672-ic4.jpgBİR AYAĞIN TASVİRİ!“Ayağın Hikâyesi” bir ayağın tasviriyle başlıyor, daha sonrasında Ujine’nin ayaklarına odaklanıyoruz. Hayata karşı direnen, vurduğu yerde ses çıkaran, çokça zaman yorulan ayaklar Ujine’nin ayakları… Dans ederken yoruluyor Ujine ama pes etmiyor, ayaklarını vurmaya devam ediyor çünkü insan yorulurken yaşadığını anlıyor. 16 yaşında kumsalda koşarken hayat avuçlarının içinde capcanlı.Ujine’nin Budist olan annesi ise bu hareketli dünyanın tam tersinin bir simgesi. Yavaşlığın, sakinliğin, modern kapitalist dünyanın ihtiyaçlarının yanında sadece kendinle var olmanın bir hali olan Budizm ve şefkatin, sıcaklığın, tam olma duygusunun sembolü olmuş annelik… Ujine’nin annesi ölünce bu duygular da ölüyor ve Ujine’nin bunları yeniden keşif yolculuğu başlıyor.Öykülerin büyük çoğunluğunda karakterlerdeki bu ebeveyn eksikliği göze çarpıyor. Yurtlarından sürülmüş ya da savaşın yerle bir ettiği şehirlerine yeniden alışmaya çalışan karakterlerin anavatanlarındaki ya da devlet babalarındaki eksik yanlar da daha somut bir kılıfa bürünmüş oluyor.AKLIN KARŞISINDA BEDEN!Ayrıca bu öykülerde klasik Batı felsefesinin tam tersine bir yol izliyor Le Clézio. Aklın karşısında bedeni var ediyor. Aç bedenler, şehvetle tutuşan vücutlar, sürekli adım atan ayaklar, ezilen uzuvlar… İnsani gerçekliği, kanlı canlı bedeni hatırlatıyor.Batı’nın soğuk aklının insanlığı getirdiği nokta ise daha fazla çile oluyor sadece: daha fazla bomba, daha fazla kanlı elmas, daha fazla kaybolan çocuk, daha fazla kayıklardaki umut yolculukları… Oysa hayatın bitmek bilmeyen hareketliliğine karşı beden ve zihnin birliği gerekir. Düşünmekle belki “ben” var olabilir ama “biz” kendine yer bulamaz.Le Clézio her öyküsünde bu “klasik” düşünceleri yerle bir ediyor, dünyanın sadece bir bölümüne ait olan geçmiş fikirlerin “klasik” olamayacağını hatırlatıyor./Archive/2021/3/1/002225734-ic5-.jpgÖZERK KADIN KARAKTERLERÖykülerin bir diğer dikkat çeken unsuru da özerk kadın karakterleri oluyor. Seven, sevilen ama kendi yolunu seçen karakterler bunlar. Kadın dayanışmasının da sıklıkla vurgulandığı anlar oluyor.“Ağaç Yama” öyküsünde Mari ve Esmée savaştan kaçarken bir ağacın kovuğuna saklanıyorlar. Ağacın duvarları onlara çatı olurken bir sırtlan da onlara siper oluyor, doğa ana çocuklarına sahip çıkıyor. Mari, bu ağacı büyükannesi Yama’nın adıyla hatırlıyor, çünkü bebekken, başka bir çatışma sırasında Yama da onu bu ağaç kovuğunda korumuş. Doğa ananın rahmi olmuş bu ağaç: Hayat vermiş ve muhafaza etmiş.“Erkeklerin deliliği buraya giremez. Erkeklerin iktidar hırsından, kana susamışlıklarından, elmas arzularından uzak burası.” diye düşünüyor Mari. Kovuk ve doğa bunu sağlıyor ama insan yine yıkımı yaratıyor.SANAT DA DOĞAYLA AYNI İPİ GÖĞÜSLÜYORDelilik ve iktidar hırsı tüm dünyayı sararken belki de bu uzun metro yolculuğunda sanat da doğayla aynı ipi göğüslüyor; Le Clézio gibi savaşın travmasını yanında taşıyan, babasıyla bile ancak 7 yaşındayken tanışabilen bir çocuktan ayaklarını yere vura vura yazan birini yaratıyor.Sanat, elindeki kırıntılarla bu yolculukta pes etmeyen bir yazarı var ederken ve onu gözetirken, onun hikâyeleri de başka kırıntılardan başka bireyler yaratıyor.Ayağın Hikâyesi ve Diğer Fanteziler de kendi çocuklarını koruyan bir rahim oluyor ve kimi zaman da karşısında durduklarına bir sırtlan gibi tırnaklarını geçiriyor...Ayağın Hikâyesi ve Diğer Fanteziler / J.M.G. Le Clézio / Çeviren: Işık Ergüden / İletişim Yayınları / 297 s. Buse Özlem Bay

Düşen bir asansörde zıplamak sizi kurtarabilir mi?

Düşen bir asansörde zıplamak sizi kurtarabilir mi? Kâbus gibi bir senaryodur şu: Asansör sizi içeri kapatır, birkaç kat yukarı çıkar, titreyerek durur ve sonra ÇAT! Yıpranan kablo kopar ve siz dimdik düşersiniz. Peki doğru zamanda zıplayarak kendinizi kurtarabilir misiniz? Bu durumda kilit nokta, asansör ile birlikte sizin de aşağı düşüyor olduğunuzu anlamaktır. Asansörün tabanı, asansör boşluğunun zeminine çarparak ani bir duruş yaptığında, siz de ani bir duruş yaparsınız.Eğer zıplarsanız, bunun bir faydası olur mu? Haydi asansöre bir kamera takalım ve asansör sizle birlikte düşerken, çok önemli olan son anları yavaş çekimde izleyelim.Tam olarak doğru zamanda zıplıyorsunuz ve asansör zemine çarptığı an yerden havaya kalkıyorsunuz. Bu anda, (kameramıza göre) sizin zıplama hızınız dediğimiz şey ile birlikte yukarı doğru hareket ediyorsunuz. Bu çok önemli anda asansör, zemine çarpmadan hemen önce, belli bir asansör hızıyla düşüyor.Siz zıpladığınız için, asansörden daha yavaş düşüyorsunuz. (Aniden duran) asansörün tabanına çarpma hızınız, asansörün hızından sizin zıplama hızınızın çıkarılmasıyla bulunur.NE KADAR UZUN DÜŞTÜĞÜNÜZE BAĞLIBunun karşılığında, yükseklik üzerinden düşünebiliriz: Asansör düştüğü zaman ne kadar yüksekte duruyordu ve siz ne kadar yükseğe zıplayabilirsiniz?İyimser olalım ve dikey şekilde 70 santimetre zıplayan bir NBA basketbol oyuncusu olduğunuzu söyleyelim. Birkaç tane senaryodan geçeceğiz (hesaplamaların nasıl yapıldığına dair daha fazla bilgi, dipnot halinde yazıldı).Bir kat düşmek (3 metre): Doğru zamanlama yapıldı ve 80 santimetreden düşmüş gibi yere çarpıyorsunuz. Üstünüzdeki tozları silkin; bir şey olmayacak. Ancak tepki vermek için sadece 0.8 saniyeniz olacak, bu yüzden hazırlanın!Üç kat düşmek (9 metre): Zemine, 4.7 metreden düşmüşsünüz gibi çarpıyorsunuz. Muhtemelen ölü sınıfından, canlı fakat yaralanmış sınıfına terfi ettiniz. Bir veya iki kırık bacak bekleyebilirsiniz, fakat yaşayacaksınız.(Bazıları asansörde uzanmayı öneriyor çünkü böyle yapmak, çarpışma darbesini tüm vücudunuza dağıtır. Fakat bu korkunç bir fikirdir; çünkü beyninizi korumanız lazım! Vücudunuzun bazı bölgelerinin darbeyi emmesi gerekiyor, ancak kafa yaralanması, düşmelerde başlıca ölüm sebebidir. Bırakın darbeyi bacaklarınız alsın.)Beş kat düşmek (15 metre): 9 metreden düşermiş gibi yere çarpıyorsunuz ve bu, muhtemelen ölü ile muhtemelen canlı arasındaki farkı oluşturuyor. Çok önemli olan bu durum, yaşam ile ölüm arasındaki farklılıktır. Tepki vermeniz için 1.7 saniyeniz var. İyi şanslar.Yedi kat düşmek (15 metre): 14 metreden düşermiş gibi. Üzgünüz fakat tahtalı köye gitmeye hazırlanmak için muhtemelen yaklaşık 2 saniyeniz var.BAZI VARSAYIMLAR; BİLİM İÇİNİşleri basitleştirmek için bazı varsayımlar yaptık. Zamanlamanızın mükemmel olduğunu varsaydık, muhtemelen zemini göremiyor olmanıza rağmen.Efsane Avcıları’nın bu bölümünde, bunun çok zor olduğu gösterilmişti. Çok az geç kalırsanız, çoktan zemine çarpmış oluyorsunuz; çok az erken davranırsanız, kafanızı asansörün tavanına çarpabilir ve zıplama hızınızı kaybedebilirsiniz.Zıplarken, zeminden etkili bir şekilde kalkabildiğinizi varsaydık. Bunu yapmak zordur çünkü yer çekimi, asansörün zeminini sizden uzağa çekiyor. Eğer birden serbest düşüşe geçerseniz, zeminle teması sağlamak için bir korkuluğa tutunmanız gerekecek.Asansör boşluğunun dibinde, katı bir zemine çarptığınızı varsaydık. Fakat insanlar, asansör boşluğunun altında yay halinde duran ve darbeyi yumuşatan kablo sebebiyle, düşen asansörlerde hayatta kalmışlardır. (Diğerleri ise, yukarıdaki kocaman kablonun koparak, asansörün üstlerine düşmesiyle ezilmişlerdir.)Hava direnci biraz farklılık oluşturuyor; asansör, fark edilir bir direnç başlamadan önce saatte 200 km’den fazla hızla düşüyor olacaktır.Fakat hava, sizi başka bir şekilde kurtarabilir. Asansörün altındaki asansör boşluğunda sıkışıp kalan hava, ilave bir yastık etkisi sağlayabilir.Asansörle yeniden 7 kat düştüğümüzü varsayalım. Eğer asansör boşluğu, bir piston gibi mükemmel şekilde kapatıldıysa; sıkışmış havanın oluşturduğu ilave basınç kendi ağırlığını desteklemeden önce, asansör sadece 50 santimetre düşecektir.Ancak, asansör boşluğu ile asansör arasında genelde bir boşluk olur ve bu boşluk, yastık etkisinin sönmesine olanak sağlar. Eğer bu durum, asansörün havayı sıkıştırabilme süresinden daha hızlı gerçekleşirse veya alt kapılar basınçla açılırsa, o zaman yine epey hızlı bir şekilde düşersiniz.Yuvarlak bir hesap yaparsak, havayı etkili bir şekilde hapsetmek için asansör ve (hava geçirmez) asansör boşluğu arasındaki aralığın, yaklaşık 30-50 santimetreden daha ince olması gerekiyor.DEVAM EDİN VE ZIPLAYINSonuç olarak, endişelenmeyin. Çağdaş asansörler, birden fazla kablo ve elektromanyetik frenler gibi geniş çeşitlilikte güvenlik desteğine sahiptir. Ancak en kötü şey gerçekleşecekse, Van Halen’in tavsiyesine kulak verin: Boş boş duracağınıza, zıplasanız iyi olur!Hesaplama notları: Çarpışma hızı = asansörün hızı – zıplama hızı. Ardından, bazı Newtonsal mekanikler kullanarak, hızları eşdeğer yüksekliklere bağlayabiliriz: Hız = ?(2 × g × yükseklik); buradaki g, yerçekimi sebebiyle meydana gelen hızlanma. Değerleri yerine koyun ve eşdeğer düşüş yüksekliğine göre çözün.Kaynak: popsci.com cumhuriyet.com.tr

ISS’deki NASA astronotlarıuzay yürüyüşüneçıktı

ISS’deki NASA astronotları uzay yürüyüşüne çıktı ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) bağlı astronotlar, Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) güneş panellerini bakımı ve yükseltme işlemleri için uzay yürüyüşüne çıktı. Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) güneş panellerinin ömrünü doldurması nedeni ile ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) bağlı astronotlar, güneş paneli yükseltmeleri için gerekli modifikasyon kitlerini monte etmek için uzay yürüyüşüne çıktılar.Nasa astronotları Kate Rubins ve Victor Glover, ABD saati ile 06.00’da ISS’den çıkarak, istasyon tarihindeki 235’inci uzay yürüyüşüne başladı. Yürüyüşün yaklaşık 6 buçuk saat sürmesi bekleniyor. 5 Mart’ta ise Japonya Havacılık ve Uzay Araştırma Ajansı (JAXA) astronotu Soichi Noguchi ve Rubins, 236’ıncı uzay yürüyüşü için istasyon ayrılması ve güneş paneli yükseltmeleri için gerekli modifikasyon kitlerini monte etmesi planlanıyor./Archive/2021/3/1/000753776-issdeki-nasa-astronotlari-uzay-yuruyusune-cikti_1.jpgBu uzay yürüyüşü Glover’ın ve Rubins’in kariyerindeki 3’üncü, 5 Mart’taki uzay yürüyüşü ise Rubins ve Nguchi’nin kariyerlerindeki 4’üncü uzay yürüyüşü olacak.ISS’deki mevcut güneş panelleri 15 yıllık hizmet ömrü için tasarlanmalarına rağmen 2000 yılında bu yana hizmet veriyorlar. ISS’ye bu yıl mevcut güneş panellerine ek olarak yeni güneş panellerinin konuşlandırılması ile istasyonun gücü 160 kilovattan 215 kilovata çıkarılacak. İHA




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter