News - Haberler
Meslek hastalığıçözümsüz kaldı. Oktay, Koca’ya havale etti. Koca,‘Alanım değil’dedi: Sorumluluk alan yok
Meslek hastalığı çözümsüz kaldı. Oktay, Koca’ya havale etti. Koca, ‘Alanım değil’ dedi: Sorumluluk alan yok CHP Zonguldak Milletvekili Ünal Demirtaş, koronavirüsün meslek hastalığı sayılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay’ın yanıtlaması istemiyle TBMM’ye soru önergesi verdi. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, koronavirüsün meslek hastalığı sayılması için kendisine verilen önergeye, “Sağlık Bakanlığı’nın yetki alanına girmektedir” yanıtını verdi. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ise kendisine bu konuda verilen önergelere “Bakanlığımızın görev alanına girmemektedir” demekle yetindi. Sağlık çalışanlarının meslek hastalığı sorununun çözülmediğini belirten Genel Sağlık-İş Genel Başkanı Zekiye Bacaksız ise “Cumhurbaşkanı Yardımcısı ‘Sorumluluk bende değil’ diyor ama Türkiye’de her bakan cümlesine ‘Cumhurbaşkanımızın takdiriyle’ diye başlıyor. Bakanlara her konuda iş gördüren Cumhurbaşkanlığı, konu sağlık çalışanları olunca neden ‘olur’ vermiyor” diye sordu. Aralıkta yayımlanan genelgeyle meslek hastalığı sorununun çözülmediğini vurgulayan Bacaksız, “Bu açıklamadan sonra değişen bir şey olmadı. Sağlık çalışanlarının görev başındayken hastalandıklarını ispatlaması gerekiyor” dedi. cumhuriyet.com.trCumhuriyet, müfettişlerüzerindeçalışırken bakanlığın el koyduğu iki usulsüzlüğüaçıklıyor: O dosyalarıkapatmayın
Cumhuriyet, müfettişler üzerinde çalışırken bakanlığın el koyduğu iki usulsüzlüğü açıklıyor: O dosyaları kapatmayın KİPTAŞ’ın usulsüzlük ve yolsuzluk şüphesiyle incelenen dosyalarında 2 taşınmazın bedelsiz devri ve Nas Yatırım Gayrimenkul’e 15 milyon TL’lik aktarım var. İçişleri Bakanlığı'nın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Teftiş Kurulu tarafından üzerinde inceleme yapılan KİPTAŞ'ın önceki dönemini ilişkin iki dosyaya el koyduğu öğrenildi. İlk dosyada, başkanlığını eski AKP Milletvekili Turan Kıratlı'nın yaptığı Bilim ve İnsan Vakfı'na, KİPTAŞ'ın 2 taşınmazının 49 yıllığına bedelsiz tahsis edilmesine ilişkin süreç inceleniyordu. Edinilen bilgilere göre, taşınmazların şu anki kirası aylık 124 bin 905 lira. Diğer dosya ise Hürriyet Mahallesi "Kentsel Dönüşüm projesi" hakkında. İki dosyanın da akıbeti İçişleri Bakanlığı'nın incelemesi sonrasında belli olacak.SEÇİM ÖNCESİ TAHSİSBakanlığın el koyduğu ilk dosyaya göre KİPTAŞ'a ait biri Pendik Aydos Mahallesi'nde diğeri Başakşehir İkitelli Mahallesi'nde yer alan toplam 2 yurt binasının Bilim ve İnsan Vakfı'na tahsis süreci özetle şöyle gerçekleşti:KİPTAŞ ile Bilim ve İnsan Vakfı arasında 2008 yılında yurt binaları için kira başlangıcı 3 bin lira bedelle sözleşme imzalandı. Kira sözleşmeleri devam ederken söz konusu Vakıf 2017 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile vergi muafiyetinden faydalanan vakıf statüsü kazandı. 23 Ekim 2018 tarihinde Bilim ve İnsan Vakfı Başkanı AKP eski Milletvekili Avukat Turan Kıratlı'nın imzasıyla KİPTAŞ Genel Müdürlüğü'ne bir yazı yollandı. Yazıda vakfın vergi muafiyetinden faydalanan vakıf statüsü kazandığı anımsatıldı ve kira sözleşmelerinin feshedilerek öğrenci, yurt ve eğitim hizmetleirnde kullanmak üzere yurt binalarının 49 yıllığına bedelsiz olarak vakfa tahsisi istendi. Bu talep üzerine 29 Kasım 2018 tarihinde KİPTAŞ Yönetim Kurulu bu taşınmazların bedelsiz olarak aynı vakfa tahsis edilmesine karar verdi. Kararda dönemin KİPTAŞ Müdürü İsmet Yıldırım'ın da imzası var. Yıldırım şuan Ümraniye Belediye Başkanlığı yapıyor. Kurul kararı üzerine kira sözleşmeleri feshedilerek vakıfla protokol imzalanması yönünde Genel Müdürlüğe yetki verildi. 30 Kasım 2018'de vakıf ile yeni bir protokol düzenlendi. Belediye kanununda bir şirket olan KİPTAŞ'ın bir vakfa 49 yıllığına bedelsiz tahsis yapabileceğine yönelik bir hükmün bulunmadığı belirtildi. Şuan Pendik’te bulunan yurt binasının aylık kirası 69 bin 905 lira, Başakşehir’de bulunan yurt binasının aylık kirası da 55 bin lira olarak hesaplanıyor. 'HAYAL SATTILAR'İBB Teftiş Kurulu'nın soruşturma açtığı, İçişleri Bakanlığı'nın el koyduğu diğer dosya ise Kağıthane Hürriyet Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi hakkında. Edinilen bilgilere göre süreç özetle şöyle gerçekleşti: Hürriyet Mahallesi, “Kentsel Dönüşüm Projesi” kapsamında Nas Yatırım Gayrimenkul ile arsa sahipleri arasında gayrimenkul satış vaadi ve arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri (KKS) imzalandı. 19 Mart 2018 tarihinden sürece KİPTAŞ dahil oldu. KİPTAŞ ile söz konusu şirket arasında “Taşınmaz Satış Vaadi ve Arsa Sahipleri ile İmzalanmış Sözleşmelerdeki Tüm Hakların Devrine Dair Sözleşme” imzalandı. Sözleşme bedeli 26 milyon 780 bin 832 lira + KDV olarak belirlendi. 'KİPTAŞ'ın sözleşme bedelinin yarısından fazlasını Nas Yatırım Gayrimenkul'e yükümlülüklerini yerine getirmeden ödendiği' belirtildi. Buna göre KİPTAŞ şirkete 21.03.2018 tarihinde KDV dahil 7 milyon 900 bin lira, 13.04.2018 tarihinde de 7 milyon 900 bin lira olmak üzere toplam KDV dahil 15 milyon 800 bin lira ödeme yaptı. Bölgede projeye ilişkin çoğunluk sağlanamadı. Ayrıca '' KİPTAŞ'la sözleşmeden önce yapılan KKS’ler, Nas Yatırım Gayrimenkul tarafından alınmamış bir imar planı üzerinden hazırlanan projeye istinaden yapıldığı ve firmanın yurttaşlara adeta hayal sattığı'' ifade edildi. Sürecin sonunda KİPTAŞ ''Nas Yatırım Gayrimenkul tarafından yükümlülüklerin yerine getirilmemesi, projenin gerçekleşme ihtimalinin düşmesi ve kira ödemelerinin giderek artan zarara sebebiyet vermesi nedeniyle 31.12.2019 itibariyle sözleşmeyi feshettiğini'' açıkladı. Fesih sonrası Nas Yatırım Gayrimenkul tarafından maddi ve manevi zararların tespiti ve ilgili bedellerin KİPTAŞ’tan tahsiline ilişkin alacak talepli dava açıldı. KİPTAŞ tarafından da sözleşmenin haklı nedenle feshi ve sözleşme kapsamında yapılmış ödemelerin tahsiline ilişkin alacak talepli dava açıldı. cumhuriyet.com.trAKP’li başkanın yolsuzluk isyanı
AKP’li başkanın yolsuzluk isyanı AKP’li yönetici, önceki dönem yapılan yolsuzluğun Erdoğan ile paylaşıldığını belirterek, “Az bir paradan bahsetmiyoruz. Başkan Arı, ipliklerinin pazara çıkmasını istedi” dedi. AKP’li Nevşehir Belediye Başkanı Rasim Arı’ya, önceki dönem AKP’li belediye başkanının yolsuzluklarını araştırdığı için görevinden istifa etmesi yönünde baskı yapıldığı, Arı’nın AKP’den istifa ettiği ileri sürüldü. Kulislerde uzun zamandır AKP’li Nevşehir Belediye Başkanı Rasim Arı’nın istifa edeceği konuşuluyordu, iplerin geçen perşembe günü koptuğu belirtildi.Edinilen bilgiye göre AKP içinde Rasim Arı tartışması 31 Mart 2019’da yapılan yerel seçimler öncesinde başladı, il ve ilçe teşkilatları ile milletvekilleri Nevşehir İl Başkanı Mustafa Rauf Yanar’ın aday olmasını istedi. Örgütün talebine karşı genel merkez ise sürpriz bir şekilde Rasim Arı’yı aday gösterdi. Arı’nın seçilmesinin ardından parti örgütü, Arı’nın “parti imajına” uymadığını gerekçe göstererek mesafeli durdu. Bu arada geçmiş döneme ait yolsuzluk dosyaları da açılmaya başlandı.Cumhuriyet’e konuşan AKP’li bir yönetici şunları aktardı: “Nevşehir’deki yolsuzluk durumu Cumhurbaşkanı Erdoğan dahil birçok isimle paylaşıldı. Az bir paradan bahsetmiyoruz. Arı da bu araştırmanın sürdürülmesini ve ipliklerinin pazara çıkmasını istedi. Arı, olayların üzerine gitmesi üzerine Ankara’ya çağırılarak Mehmet Özhaseki’nin de içinde olduğu bir grupla görüştü. Burada Rasim Arı’ya ‘ya İstifa et’ ya da ‘yolsuzluk dosyasını kapat’ dediler. Arı, bir süre ortalıktan kayboldu. Daha sonra da ‘beni görevden alamazsınız AKP’den istifa ediyorum’ diyerek ayrıldı”. ‘YOLSUZLUĞUN BOYUTU BÜYÜK’Rasim Arı’nın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakın bir isim olduğunu söyleyen AKP’li yönetici, “Bunu yapmasaydı siyasi hayatı biterdi. Arı’nın eşi Berat Albayrak’la hemşehri. Tayyip Bey de kendisini yakından tanıyor. Görevden alınmasına razı geldiyse yolsuzluğun boyutu çok büyük olabilir” dedi. Öte yandan Ankara’daki görüşme sırasında odadan çıkan Arı’nın İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile irtibat kurduğu da ileri sürüldü. Arı’nın bir süre bağımsız olarak belediye başkanlığını yürüttükten sonra DEVA Partisi ya da İYİ Parti’ye geçebileceği ileri sürüldü.‘UNUTULACAK DÜNLER’Rasim Arı’nın sosyal medya hesabından yaptığı paylaşım da dikkat çekti. AKP bayrağı, simge ve logosunun olmadığı bir video paylaşan Başkan Arı, “Ben bu şehre, bu şehrin herbir ferdine gurban olurum...” diye yazdı. Videoda, “Ben bu şehir için kendimi feda etmeye hazırım” diyen Arı’nın kullandığı şarkı da dikkat çekti. Ünlü RAP’çi Gazapizm’in “Unutulacak Dünler” şarkısını videoya ekleyen Arı’nın, “şarkıyla mesaj verdiği” yorumları yapıldı. Leyla KılıçAlaska dediğin işteşurası...
Alaska dediğin işte şurası... Alaska dediğin, eski İstanbul sinemalarında antrak olup 15 dakika ara verilince, satıcıların “Alaska dondurma” diye salonda gezinip sattığı çikolatalı çubuk değildir. Alaska dediğin, eski İstanbul sinemalarında antrak olup 15 dakika ara verilince, satıcıların “Alaska dondurma” diye salonda gezinip sattığı çikolatalı çubuk değildir. Kanada’nın kuzeybatısında Amerikan eyaletidir ki bu yazıların gönderildiği Edmonton’a epey yakındır. Araba sürüşüyle kuzey hattına doğru yaklaşık 36 saat çeker. Oraya özellikle yaz aylarında turistik gemi seyahatleri yapılınca kıyıdan manzara seyretmesi, araç sürmeye benzemez. Turistik 5 yıldızlı yüzen otellerin uğrak yerlerinden birisi de Whittier Koyu, limanıdır. Burada liman hizmetleri alınır, sonra gemi yoluna devam eder. Karşılayanlar, uğurlayanlar, geride kalanlar hepi topu 250 kişidir; yaşadıkları yere kasaba denir, adı da Whittier’dir. Liman binalarını bir yana bırakırsanız, geriye kasabadan iz kalmaz; bir tek 12 katlı kocaman apartman hariç; kasaba apartmana sığınmıştır. Kasaba marketi, pazaryeri, kamusal alanları, okul ve kreş, sağlık birimi, yönetim yeri, kilisesiyle derli toplu bir binadır. Ütopya meraklısı için aransa bulunmaz yer! EVSİZ SAYISI ARTIYORHalkın da şikâyeti yoktur, gelen giden gemiler dışında başka yapacak işleri de yok. Fantastik bir romana adım atar gibi binadan içeri girdiniz mi, işte kasabaya hoş geldiniz! Buna benzer bir şeyi ütopist Oneida Topluluğu 1850’de Amerika’da yapmıştı, herkes bir arada yaşıyordu. Tek bina, tek kasaba... Ona özenmiş olmalılar. Hitler’in de Prora adında bir toplu tatil köyü projesi vardı; benziyor.Elbette eksi 30-40 derecelere inen dondurucu havası, dışarıda kalsan kutup ayısıyla burun buruna geleceğin o zalim soğukta derli toplu bir arada olmak daha iyi. Şimdi, daha güneyde olmakla beraber, soğukları eksi 20’lerde dolaşan Alberta eyaletindeki Edmonton’da bu Alaska kasabasını özleyenler var diye aklımdan geçiyor: Bunlar sokaklarda kalmış, cadde mazgallarında kentin lağım sıcaklığını sırtına verip ısınmaya çalışan evsizlerdir.Resmi rakamlara göre, sayıları 2 bin 700’e ulaşmış bulunan evsiz barksızların, homeless adıyla sokaklarda yatacak yer arayıp sabahı sabahlayan bu insanları düşündükçe, yatağımda buz kesiyorum. Özellikle Covid salgını ardından işini gücünü kaybedip ev taksidini veya kirasını ödeyemeyince sokaklara çıkan evsiz sayısının denetlenemez biçimde artış gösterdiğini de biliyoruz.Bazı verilere göre, geçici sürelerle evsiz kalanlarla beraber, 1 milyon nüfuslu Edmonton’daki yıllık ortalama 20 bine ulaşıyor. Belediye, evsizlere toplu barınacakları yer göstermektedir ama insanları bir araya koymaya görün, aralarında hemen itiş kakış başlar. Boyle’ın yakınlarındaki şu anda kapalı olan bazı spor tesisleri gibi kamu binalarını da evsizlere açtılar, fakat güvenlik başlı başına sorun. Polis bu barınakların çevresinde 7/24 alarmda. Sık sık yaralanmalar, hatta ölümle sonuçlanan kavgalar çıkıyor; tecavüz haberleri geliyor. Uyuşturucu, alkol ayrı dert. Keşke, Whittier’deki gibi bir büyük bina yapsalar, bu insanlara birer sıcak oda verseler, olmaz mıydı diye aklımdan geçiyor. Olmaz mı olur, olmuyorsa devletin cimriliğinden değil sanki; bu insanların bazıları biraz da böyle yaşamayı tercih ediyor gibi. Kendisine acıyarak, başkasını da kendine acındırıp yaşamını sürdürmek, insana dair anlaşılmaz çileci bir ruh hali.KANADALI ‘TRUMPİSTLER’Boyle Sokağı’ndaki gıda-giysi-vs. yardım noktasına gidip bir şeyler bıraktığım gün, Kanada şehirlerinde Trump yanlısı gösteriler de başlamıştı. Demek ortalık yerde Kanadalı Trumpistler de var! Günter Grass’ın “Teneke Trampet” romanındaki trampet çalarak sesini duyuran, bir türlü büyümek istemeyen aklı evvel Oscar’ı hatırlatıyorlar. Soğuğa aldırmadan sokaklara çıkan Kanadalı aşırı sağcı Trump yanlıları da trampetçi Oscar gibi yırtınıp duruyor, “Oylarımızı çaldınız” diye tepinip hırsızı polise şikâyet ediyorlar. Çok çok yüz kişilik küçük gruplar: Calgary’de, Toronto’da, Vancouver’da, Edmonton’da ama düşündürücü! Muhafazakâr basında çıkan yorumlara göre, bu şimdilik kalabalık olmayan kalabalıkları ciddiye almamalıymışız, zira aralarına evsiz barksızlar da karışmışmış. Belki öyledir...‘CAHİL GELİP CAHİL GİTMEK...’ “Kanada n’ire, ABD n’ire” demiyoruz, nihayetinde sınırdaş kuzen ülkeler, fakat Washington’daki Kongre baskını ardından Kanada’nın sadece Edmonton’ında değil pek çok büyük şehirde yapılan bu gösteriler cehaletin sınır tanımadığını gösteriyor. Eve dönünce, Refik Halid Karay kitapları duran rafa yöneldim. Oradan bir yazı, hem de 1940’lardan seslenen bir yazı durumu apaçık anlatıyordu: “Faşizmin dış parlaklığına, başlangıçtaki hamleli hareketine, tereyağı yemeyip top yapmak, insan saçından sorguç takmak, sırtına kara gömlek giymek veya otobüsü durdururcasına kol uzatıp selam vermek gibi kıyafet ve âdet tuhaflıklarına kapılarak, bütün bunlarda insanüstü bir kuvvet ve teşkilat kudreti gören kitle var ki bu dünyaya cahil gelip gitmek için yaratılmıştır. Yarın vişne çürüğü don giyip kafasına oturak geçirecek bir başka çeşit faşistin de arkasına takılır!”Doğru söze ne denir! Vişne çürüğü don giymedi ama yüzünü portakal rengine makyaj diye boyayıp, acayip hareketleriyle platformlara çıkıp halkı kendisine tapındırdı; arkasında 74 milyon oyu var. Refik Halid’e göre hepsi de cahil gelip cahil gitmeye yaratılmıştı[email protected] Mahmut Şenol - Kanada (Alberta)‘Red Kit’i severek okuyorum’
‘Red Kit’i severek okuyorum’ Rahmetli Turgut Özal’la tek ortak noktamız, ikimizin de “Red Kit” hayranı olması... Rahmetli Turgut Özal’la tek ortak noktamız, ikimizin de “Red Kit” hayranı olması... 2 Ekim 1981 tarihinde Cumhuriyet gazetesi birinci sayfadan bildiriyor: “Turgut Özal Red Kit’i severek okuyorum diyor”. O günlerin Başbakan Yardımcısı Özal, katıldığı Dünya Bankası-IMF toplantısında ünlü Euromoney dergisinin, “Okumaya zaman buluyor musunuz” sorusuna şöyle yanıt vermiş: “Eskiden zaman bulurdum, şimdi severek tek okuduğum Red Kit’tir.”Kitaplığımdaki ilk Red Kit, 4. cildin 1974 Almanya baskısı. “Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy”un 99. sayısı geçen ay piyasaya çıktı. “Pamuk Tarlasında Meşaleler”. Konusu yine çok ilginç: Hayranı bir dul kadın Güney Louisiana’da Red Kit’e uçsuz bucaksız pamuk tarlalarını bağışlıyor. Beklemediği bir anda böylesine dev bir arazinin sahibi olan şirin kovboy kısa süre sonra sorunlarla karşılaşıyor. Çevresindeki büyük arazi sahipleri çalışanlarını terörize etmeye başlıyor. Red Kit’in tek amacı ise ona kalan büyük mirası yörede yaşayan, bir zamanların kölesi, siyah çiftçiler arasında bölüştürmek. Yörenin güçlülerine karşı verdiği savaşta beklemediği insanlardan destek alıyor. Bunlar, düşmanları Dalton Kardeşler!.. Vahşi Batı’nın kahramanı Red Kit, Louisiana’nın bataklık arazilerinde başlattığı zorlu savaşta Missisippi yöresinin ilk siyah mareşali olan, çok iyi silah kullanan Bass Reeves’i de yanına almayı başarıyor. Red Kit’in son sayısı “Pamuk Tarlasında Meşaleler”de sevimli kahramanımız yine Amerika tarihindeki gerçek ve heyecan verici bir olayın içinde at koşturuyor!VAHŞİ BATI’NIN EN YALNIZ KOVBOYURed Kit (Özgün adı: Lucky Luke), Belçikalı karikatürist Morris (1923-2001) tarafından çizilen dünyaca ünlü bir çizgi roman. Vahşi Batı’nın en yalnız kovboyu Red Kit, ona sadık beyaz atı Düldül (Jolly Jumper) ve sevimli hapishane köpeği Rin Tin Tin (Rantanplan) ile beraber suçluların amansız düşmanıdır. Vahşi Batı’nın en zeki atı olarak tanımlanan Düldül yeteneklidir, ip cambazlığı yapar, satranç oynar, arada sırada güldüren yorumları vardır. Rin Tin Tin, 1960’tan bu yana görevdedir, yaşama olumlu bakar, az akıllıdır, çok iyimserdir, mutludur. Hep söylenenin tersini yapar, Düldül’le arası pek iyi değildir, dostla düşmanı, övgüyle azarı birbirine karıştırır, gitmesi gereken yönün tersine iz sürer. 1946’dan günümüze gölgesinden hızlı silah çeken Red Kit’in karşıtları değişik Kızılderili kavimleri, ayaklanan süvariler, birbirlerine düşman gruplar, boş arazileri ele geçirmiş kavgacı göçmen grupları, hep öfkeli Mississippi kaptanlarıyla aptal ve küstah banka soyguncusu Dalton Kardeşler! Red Kit serüvenlerinin çoğunu Teksas’ta yaşar, fakat doğrunun ve dürüstlüğün peşinde başka yörelere de gider, hatta Meksika veya Kanada’ya da uzanması gerekir. Her serüvenin sonunda, yaşamından memnun, sadık atı Düldül’ün üzerinde, dudaklarında ünlü şarkısı “I’m a poor lonesome cowboy and a long way from home” batmakta olan güneşe doğru ilerler...Dalton Kardeşler; Joe, William, Jack ve Averel birçok macerada karşımıza çıkar. Kalamiti Jane, Billy Kid, yargıç Roy Bean, Jesse James, Akbaba, posta arabası sürücüsü Hank da diğer unutulmaz karakterlerdir. Morris’in ölümünün ardından Red Kit’in serüvenlerini 2001’den sonra da Fransız karikatürist Achdé üstlendi. Türk okuru Red Kit’i ilk kez 1956 yılında Turhan Selçuk’un çıkardığı Dolmuş adlı mizah dergisinden tanımıştı. Acaba Turgut Özal’dan sonra gelen üst düzey poltikacılarımız hiç Red Kit okudu mu? Ben hep okuyorum. 1974’ten bu yana çıkanların tümü kitaplığımdaki kalın ciltlerde. Goethe, Kafka, Zweig, Hesse, Böll ile yan yana [email protected] Ahmet Arpad / Almanya (Stuttgart)Nereden nereye...
Nereden nereye... Bazı yıldönümlerini ne kadar unutmaya çalışsak da o uğursuz gün geldiğinde geçmişin hesabını yapmadan duramayız. Yeni tip koronavirüsle tanışmamız böyle bir yıldönümü... Aradan geçen bir yılda yaşadıklarımız unutulur gibi değil. Bazı yıldönümlerini ne kadar unutmaya çalışsak da o uğursuz gün geldiğinde geçmişin hesabını yapmadan duramayız. Yeni tip koronavirüsle tanışmamız böyle bir yıldönümü... Aradan geçen bir yılda yaşadıklarımız unutulur gibi değil. Salgın yayılmaya başladığında Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) virüsle mücadelesi Dünya Sağlık Örgütü tarafından örnek gösteriliyordu. Yaygın testler, sosyal mesafe kuralları, maske uygulaması ve az nüfus bu başarıda önemli rol oynadı. Fakat bu güzel tablo sonbaharda hızla değişmeye başladı. BAE’nin başkenti Abu Dabi, sağlık kurallarını harfiyen uygularken bir başka emirlikte, Dubai’de pandemi önlemleri sanki bir anda unutuldu. Bu durum Dubai’nin kendi tercihiydi. Geleceğini turizme bağlayan Dubai’ye o günlerde turist gelmiyordu. Virüsle mücadeledeki başarı, turizm gelirinin hızla erimesini engelleyemedi. Bir yanda pandemi nedeniyle uygulanan seyahat kısıtlamaları diğer yanda kaybolan turizm geliri... Tercih yapmak hiç kolay olmadı. Ekonomik krizin zorladığı Emirlik, kuralları hafifletip turistlere kapılarını açtı. Yüzde 20’lerde seyreden otel doluluk oranı kış aylarında yüzde 70’lere ulaştı. Alışveriş merkezleri yoğun, barlar dolu, plajlar kalabalıktı. Lüks restoranlar, tur şirketleri uzun bir aradan sonra yoğunluk kavramını yeniden hatırladı. İnsanların yüzündeki maskeyi görmesek pandeminin varlığına inanmamız neredeyse imkânsızdı. Bu riskin elbette sonuçları olacaktı. Pandemi kurallarından bunalan turistler soluğu Dubai’nin sıcak kumsallarında aldığında virüse yakalananların sayısında da rekor kırılıyordu. Uzun süre 300’lerde seyreden vaka sayıları bir ayda 3 bini aştı. Neşeli bir Noel ve çılgın yılbaşı partileri geride kalırken bu sayı 3 bin 500’e yaklaştı. Turistlerle dolan Dubai, pandemi döneminin en karanlık günlerini yaşamaya başladı.HERKESE ÜCRETSİZ AŞIBugünlerde vaka sayılarında görülen artış, aşılamayla kapatılıyor. Dünyada kişi başına düşen aşılama oranıyla İsrail’den sonra ikinci sıradaki BAE, isteyen herkesi ücretsiz aşılıyor. Yaklaşık on milyonluk nüfusun iki milyonunu üç haftada aşılayan sağlık sistemi, mart sonuna kadar nüfusun yarısını aşılayacak. Bu hızın bir nedeni halk sağlığı ise diğeri de Çin’le sürdürülen yakın ilişki... Herkes güvenli mi, değil mi tartışması yaparken BAE, devlet destekli Çinli bir firma olan Sinopharm tarafından üretilen BBIBP-CorV aşısına yatırım yaptı. Bununla da yetinmeyip 31 bin gönüllü ile geç aşama denemelerine başladı. Aşının yüzde 86’lık koruma etkisi olduğunu ilan ettikten sonra aralık ayında Sinopharm aşısını onayladı. BAE, BBIBP-CorV aşısına güveniyor, halk da hükümete güveniyor. Aralarında sağlık bakanı ve Dubai hükümdarının da bulunduğu çok sayıda Emirlik yetkilisini aşı olurken görenler aşıdan kaynaklı bir sorun yaşanacağını tahmin etmiyor. GÖZLER EXPO FUARINDAYüksek aşılama oranı BAE’nin erken adımı ve kararlılığının bir sonucu ama konuşulmayan bir başka neden daha var; o da ekim ayında başlayacak Expo 2020 Dünya Fuarı... Geçen yıl seyahat kısıtlamaları yüzünden ertelenen fuar, BAE için büyük önem taşıyor. Arap topraklarında ilk kez düzenlenecek olan fuara 192 ülke katılacak. Beklenen turist sayısı 23 milyon. Bu rakam Dubai’nin yıllık turist sayısının 1.5 katı. Fuar aynı zamanda BAE için bir prestij meselesi. Bu kadar kapsamlı bir organizasyonu başarıyla tamamlamak için varını yoğunu ortaya koyan Emirlik artık risk almak istemiyor. Aşı kampanyasının hızı ve yoğun test çalışmaları bu amacın bir sonucu olabilir.29 Ocak 2020’de koronavirüsle tanışan BAE, bu sürede inişli çıkışlı günler yaşadı. Önce dünyayla bağlantısı kesildi, ardından turizmdeki kaybını sessizce izledi. Tercihini turizmden yana kullandığında koronavirüs mücadelesinde geriye düştü. Şimdi yoğun bir aşılama döneminden geçiyoruz. Tünel karanlık, ucu göründüğünden uzak olsa da umut edip ışığa doğru yürümekten başka bir ihtimal [email protected] Remzi Gökdağ-BAEÖrülen, yıkılan duvarlar
Örülen, yıkılan duvarlar “Hey Hocam. Bizi rahat bırak... Düşüncelerimizi kontrol etme”. Sene 1979. “Hey Hocam. Bizi rahat bırak... Düşüncelerimizi kontrol etme”. Sene 1979. Gelmiş geçmiş en iyi rock gruplarından Pink Floyd savaşlara, bozuk eğitime, ırkçılığa bu sözlerle isyan ediyor. Şarkının ismi (Otorite dediğin) “Duvardaki başka bir tuğla...” Aslında duvar her dem gündemde bir konu. Nerede ikilem var, ortasında bir duvar. Örneğin Berlin Duvarı. 46 km. uzunluğundaydı. 1961’de inşa edilmişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı cart diye ortadan ikiye böldü. Komünist fikirli Doğu’ya karşı emperyalist Batı. Duvarı aşmaya yeltenen ya mayın tarlasında parçalanıyor ya da vuruluyordu. Altından tünel kazanlar, tepesinden ev yapımı balonla uçarak kaçanlar bile oldu. 1989’da bu “utanç duvarı” nihayet yıkıldı. Almanya birleşti. Anında düzen değişti. Duvarın tuğlalarını turistlere sattılar. Bende de var bir tane. Arada bakıyorum. Çekilen onca acıya karşı nasıl da duyarsız. Duvar işte. Son yılların en önemli duvar projesi ise Trump’a ait. Müteahhit kökenli olunca Meksika sınırına betonarme bir yapı inşa etmeyi tasarlamıştı. Ülkesini “Meksikalıların istilasından” koruyacak, ABD’yi tekrar “harika” yapacaktı. Bu ırkçı duvar söylemi 2016’da Trump’a seçim kazandırdı. Velakin sadece duvar sözü olarak kaldı.‘VERİ’ KİMDEYSE GÜÇ ONDA...2020’de başka bir Floyd, George Floyd, ABD’de ve dünyada ırkçılık duvarlarını çatlattı. Siyahtı. Sokak ortasında polis tarafından katledilmişti. Milyonlarca kişi “Siyahların Hayatı Değerlidir” diyerek isyan etti. Protestolar öyle bir hal aldı ki yüzyıllar önce devrin kâşifi kabul edilen Kristof Kolomb, ırkçılığın sembolü oluverdi. Kolomb heykelleri yıkıldı. Trump duvar peşindeyken eldeki heykellerden oldu. Sonunda da koltuğundan... Hatta çok sevdiği Twitter’ından. O duvar örecekken, dijital dünya Trump’a karşı duvar ördü. 6 Ocak’ta realite şov izler gibi Trump holiganlarının Kongre binasını basmalarını hayretle izledik. Bu hareketleriyle seçim sonucunu değiştirmek bir yana dursun, Trump’ın sosyal medyadan atılmasına neden oldular. Ve Pandora’nın kutusu açıldı: Toplum menfaatı için bile olsa, demokratik bir ülkede, bir devlet başkanın fikirlerini yayması ne zaman engellenebilir? Bu kararı kim verebilir? Almanya Başbakanı Merkel’e göre, Twitter’ın patronu değil. “Şayet bir devlet başkanına engel konacaksa buna hukuk ve devlet sistemi karar vermeli. Şahıslar veya özel şirketler değil.” Ocak ayında net anladık. Güç artık ne devlette ne devlet başkanında. “Veri” kimdeyse onda. Her mesajımızın, sosyal medyadaki her beğenimizin, kredi kartıyla yaptığımız her alışverişin birileri tarafından didik didik tarandığı, tanımlandığı, bizi bizden daha iyi tanıyan akıllı programların insafında olduğumuz, görünmez dijital duvarlarla örülü bir dünyamız varken, duygu ve düşüncelerimiz manipülasyona bu derece açıkken... Ne gerek var tuğlaya, betona... Covid-19 dönemiyle evde kala kala, işimiz, eğitimimiz, arkadaş sohbetimiz zaten dört duvar arasında dijitalleşti. Mesaj platformu WhatsApp’ın 2 milyarın üstünde kullanıcısı var. Kullanıcı bilgilerini 8 Şubat’tan sonra ana firması Facebook ile paylaşacağını duyurdu. İki firmanın da sahibi aynı kişi: Mark Zuckerberg. Tek bir adamın bunca veriye sahip olup, hayatımıza büyük bir güçle dahil olması panikletti. Hep bir ağızdan Pink Floyd söylüyoruz: “Hey Mark... düşüncelerimizi kontrol etmeyi bırak”.Peki, mesaj platformları arasında kötünün iyisi hangisi? WhatsApp’ı bırakıp, Rus Telegram’a mı geçsek? Yoksa içerik engelsiz olduğu için kimi protestocuların da tercih ettiği Signal’e mi? Signal’i 4 Ocak haftası 8.8 milyon yeni kullanıcının indirdiği düşünülürse (bir önceki haftanın 246 bin katı!) duvarı yıkamasak da bir çaba zorluyoruz. Özetle duvarlar çeşit çeşit. Tellisi, tuğlalısı, görüneni, görünmeyeni... En son modeli ise: “Bağışıklık” duvarı.Pasaportumuzun değerine göre sınırların bize açık veya kapalı olmasına alışmıştık. İsviçreliysen şanslısın. Pasaportun kıymetli. Seyahat engelsizsin. Türksen yarı engelli, dünyada 55. değer sırasındasın, gibi.AŞI PASAPORTU TARTIŞMASIAVM’ye bile HES kodsuz giremediğimiz 2021’de ise artık en yetkin pasaport, Covid-19 aşı damgası bulunan olacak gibi. Avrupa ülkeleri Schengen vizesinin yanında aşı pasaportu planları konuşmaya başladı. Aşının markası da önemli. Şayet Moderna veya BioNTech değilse, kapıda kalırsın diyenler var. Oysa derimizin rengi gibi aşı tipini seçme özgürlüğümüz de yok. Yaşadığımız ülkede ne çıkarsa bahtımıza. Afrikalı demez mi “-70 derecede tutulması gereken BioNTech aşısı bizim köyde vardı da biz mi olmadık?”... İsviçre, aşıya ulaşabilen dünyadaki 40 varlıklı ülkeden biri. 15.8 milyon doz BioNTech, Moderna ve AstraZeneca siparişiyle teoride nüfusunun tamamını aşılayabilecek. Ancak, aşıların üretim hızı ile İsviçre’nin ağır kanlılığı birleşince bu süreç aylar hatta yıllar alabilir. Bugün İsrail 8.6 milyonluk nüfusunun yüzde 40’lara varanını aşıladı, aynı nüfustaki İsviçre ise sadece yüzde 2’sini. Çünkü kendi içinde 26 kantona bölünmüş federasyonda, her kanton kendi bacağından asılıyor ve kendi kafasına göre aşılıyor. Örneğin Lucerne’liysen hazirana kadar topyekûn aşılanacaksın. Şayet kanton Vaud’a yaşıyorsan ve daha önce Covid geçirdiysen aşılanmayı unut. Diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak ulusal bir E-nabız da olmayınca, hangi kanton kimi aşıladı, ne kadar aşı kullandı bilinmiyor. Hükümet, “ulusal veri tabanı kuralım bu işi çözelim” diyor ama 4 kanton yanaşmıyor. İstedikleri kendilerine özel bir sistem. Pink Floyd’a bağlamışlar: “Hey Hükümet! Bizim verimizi bize bırak”. Gizlilik ülkesi İsviçre’de aşı kararı da kişisel sağlık bilgilerinin gizliliğinin derecesi de posta koduna göre değişiyor. Velhasıl hem İsviçre’de hem AB’de bağışıklık duvarının sınırları tartışılıyor. 2021’de örülen duvarlar gözle görülmüyor. [email protected] Aslıhan Dağıstanlı Aysev(Cenevre)Partili cumhurbaşkanlığısorunu ve demokrasi
Partili cumhurbaşkanlığı sorunu ve demokrasi 1950 öncesi DP’nin en önemli politik hareketi, partili cumhurbaşkanı sisteminin ortadan kaldırılması mücadelesidir. DP’nin devamı olduğunu söyleyen AKP, DP’nin ideallerinin tersini yapıyor. Demokrasi, insan aklının yarattığı bir yönetim sistemidir. Çağdaş, evrensel demokrasiye hatalardan çıkarılan dersler ve yüzyılların deneyimleri sonucu ulaşıldı. Demokrasi ilkeleri, uzun deneyimler sonucu, eksiklerin giderilmesi yoluyla geliştirildi.Demokrasinin en önemli ilkelerinden birisi de devlet başkanlığı makamının tarafsız ve partisiz olmasıdır. İleri demokrasilerde bu durum kesin bir ilke olarak kabul edilmektedir.Tarafsız devlet başkanı, çağdaş anayasalarda mutlak sorumsuzlukla güçlendirilmiştir. Bunun nedeni, hükümetle parlamento arasında ya da siyasal partiler arasında çıkan uyuşmazlıklarda devlet başkanının tarafsız ve etkin hareket edebilmesini sağlamaktır. Batı dünyasındaki ve ülkemizdeki anayasa kitapları, bu konuda tartışmasız ve elbirliği ile şöyle yazıyor:EVRENSEL KURAL“Devlet başkanının siyasi bakımdan sahip olduğu mutlak sorumsuzluk, onun mutlak siyasi tarafsızlığını gerektirir. Devlet başkanı bu sıfatı taşıdığı müddetçe parti adamı değildir. Partiler üstü objektif tarafsız bir kişidir. Zira devlet temsilcisi, milletin başıdır. Bu sebeple asla bir partizan gibi konuşamaz ve hareket edemez. Memleketin iç ve dış politikasında belirli bir partiyi, zümreyi veya şahsı açıkça tutan ya da yeren açıklamalarda bulunamaz. Rolü ayırıcı değil, birleştiricidir. Tenkit ya da onaylama değil, uyarma ve irşattır, gerektiğinde millet adına hakemlik yapmaktır. Daha ziyade manevi rolü vardır ve tarafsızlığa titizlikle saygı gösterdiği ölçüde etkinlik ve ‘meşruluk’ kazanır.”Bu tanımlama sonunda, devlet başkanına verilen görev ve nitelikler, onun mutlak sorumsuzluğunu ve mutlak siyasal tarafsızlığını gerektirir. Devlet başkanı, partiler üstü, tarafsız bir kimliğe bürünüyor. Bu nedenle devlet başkanından partizan yaklaşımlar ve hareket beklenmiyor. AVRUPA’DA DURUMİngiltere meşruti bir krallıktır ancak Avrupa’nın en eski, en köklü, en ilerici demokrasisidir. Kral ya da kraliçe günlük siyasete karışmaz ve ülkenin birliğini temsil etmektedir.Avrupa’nın en ileri sanayi ülkesi Almanya, siyasal yaşamında çok acı bir dönem yaşadı. 1930’larda genel seçimi ve demokratik araçları kullanarak iktidara gelen Hitler, adım adım otoriter bir rejim kurdu. Nazi-Hitler diktatörlüğünü yaşayan Almanlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra evrensel ve ileri parlamenter sistemi kabul etti. Siyasal iktidarı sınırlayan ve denetleyen demokratik yeni anayasalarını yaptılar. Bugün Almanya, “mutlak sorumsuzluk” ruhuyla güçlendirilmiş, tarafsız ve partisiz devlet başkanlığı sistemini kabul etmiştir.Faşist Mussolini dönemini yaşayan İtalya, askeri diktatörlük dönemlerini geçiren İspanya ve Portekiz de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra parlamenter sistemi ve partisiz Cumhurbaşkanlığı modelini kabul etti. İskandinav ülkeleri İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda ve Finlandiya -kimisi hâlâ krallığı yaşatsa da- tarafsız ve partisiz devlet başkanlığı modelini benimsemiştir. Fransa’da uygulanan yarı başkanlık, parlamenter sistemle başkanlık sistemini birleştiren karma bir modeldir.Buna göre halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı önemli yetkilere sahiptir. Ancak meclisten güvenoyu almış bir bakanlar kurulu ile birlikte çalışmak zorundadır. Cumhurbaşkanı, partiler arası konularda anayasa gereği tarafsız kalmaya titizlik gösterir. ABD’DEKİ DURUMABD’de katı kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı başkanlık sistemi, 200 yılı aşkın süredir uygulanıyor. Başkan seçilen kişi, kendi partisinden istifa etmek zorunda değildir. Ancak ABD sistemi kesin kuvvetler ayrılığı ilkesine dayandığı için başkanın yetkileri sınırlandırılmıştır. Başkanın önemli kararlarının Senato tarafından onaylanması gerekir. Sistem, güçlü “denge ve denetim” araçlarına sahiptir. ABD Anayasası’nın temel ilkesi siyasal iktidarın anayasal çerçeve ile sınırlandırılması kuralına dayanır. Ayrıca ABD, federal bir sistemle yönetildiği için zaten eyaletlerde seçimle gelen valiler ve her eyalette ayrıca meclisler vardır. Başkanın temel görevi, dış politika ve eyaletler üstü konulardır.1961 ANAYASASIİkinci Dünya Savaşı sonrası evrensel demokrasi gelişmelerini dikkate alan, seçimle oluşan Kurucu Meclis, dünyanın en ileri ve demokratik anayasalarından birisini kabul etmiştir. 1961 Anayasası ile devlet başkanı tarafsız ve partisiz konuma getirilmiştir.Böylece Türk siyasal yaşamında “Partili Cumhurbaşkanı” modelinin ardından 1961 Anayasası ile “tarafsız ve partisiz devlet başkanı” modeli kabul edilmiştir.Ancak 2017’de yapılan halkoylaması ile “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında dünyanın hiçbir ileri ülkesinde görülmeyen “partili Cumhurbaşkanlığı” modeline dönüldü.20 aya yaklaşan uygulamalar sonunda sistemin büyük sorunları açıkça ortaya çıkmış bulunuyor.Bu girişten sonra ülkemizde “partili Cumhurbaşkanlığı” modelinin geçirdiği aşamalara kısaca göz atmalıyız. 23 Ekim 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, ardından 15 yıl içinde çağdaşlaşma hamleleri ve aydınlanma devrimlerinin uygulanması dönemleridir. ÇOK PARTİLİ SİSTEMBu dönemde iki kez çok partili sisteme geçiş yapılmış ancak başarılı olunamamıştı.Sağcı iktidarlar tarafından bu dönem, “partili cumhurbaşkanlığı” devri ve “tek parti iktidarı” olarak eleştirilir, itibarsızlaştırılır.Yeni bir devletin kurulma evresi olduğu unutulur. Oysa o dönemde Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franko ve Portekiz’de Salazar diktatörlüklerini sürdürüyordu. Ünlü siyasetbilimci Prof. Dr. Maurice Duverger’in açıkça ortaya koyduğu gibi, “Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır...”TEK PARTİ KONUSUFransız siyasetbilimci Prof. Dr. Duverger, tek parti konusu ile ilgili şunları yazıyor: “... Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (1)Duverger, kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde Atatürk Türkiyesi için şu yargıya varıyor: “1923 sonrası Türk evrimidir. Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoğulculuğa) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.” Duverger’e göre “basiretle uygulanan bir tek parti yönetimi bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak...” altyapıyı geliştirmiştir. (2)Aslında sadece Prof. Duverger değil, Batılı tüm bilim insanları da böyle düşünüyor. Bunları bu makalede birer birer saymaya gerek yok…GELİŞMELERBu tespitlerden sonra “partili cumhurbaşkanı”ndan “partisiz ve tarafsız cumhurbaşkanı”na geçişin tarihsel gelişimi üzerinde kısaca durabiliriz. 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, seçildiği günden itibaren yönünü çok partili demokratik sisteme çevirdi. Şöyle ki:1. İnönü seçildikten iki ay sonra 1939 yılı başında İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, çok partili demokrasiye geçileceği konusunda açıklamalar yaptı.2. 29 Mayıs 1939’da toplanan CHP 5. Kurultayı’na başbakanın, parti genel başkanvekili, illerde valilerin il başkanı olması kuralı kaldırıldı.Ancak çok partili demokratik sistem yolunda gidilirken tam bu sırada 1 Eylül 1939’da II. Dünya Savaşı başladı. Türkiye’nin dört bir yanında süren savaş nedeniyle çalışmalar ve tüm yoğunlaşma savaş dışı kalmaya verildi. İkinci Dünya Savaşı, Eylül 1945’te bitince çok partili sistem için girişimler yeniden başladı. 3. Nitekim 19 Mayıs 1945’te Gençlik ve Spor Bayramı’nda yaptığı konuşmada Cumhurbaşkanı İnönü, demokrasi ve çok partili sisteme geçiş konusunda olumlu sinyaller verdi.4. 12 Ekim 1945’te ABD Senato üyesi Claude Pepper, İnönü’yü ziyaret etti. İnönü, aynen “Kendimi Millet Meclisimizde bir muhalefet partisi başkanı olarak gördüğüm gün hayatımın vazifesini yerine getirmiş sayacağım” diyordu. (3)5. 1 Kasım 1945’te İnönü, “Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisi karşısında bir muhalefet partisinin bulunmamasıdır. Bu konuda iki kez tecrübe yaptık. Bunların başarılı olmaması talihsizliktir” diyordu.8 Temmuz 1946’da genel seçimler yapıldı. Katılım oranı yüzde 85 oldu. CHP 395, DP 64 milletvekili kazandı. DP seçimleri eleştiriyordu. Haklı olduğu noktalar vardı. Henüz başlayan demokratik hayatta partiler arasında sert tartışmalar da oluyordu. Nihat Erim’in “Demokrasinin üzerine bir şal örtebiliriz” söylemi, sert eleştirilere neden oldu.Seçimlerden hemen sonra Meclis’teki bütçe görüşmeleri de çok sert geçmişti. Başbakan Recep Peker, kürsüden “DP adına konuşan Adnan Menderes’in sesinde, kötümser ve psikopat bir ruhun ve hasta bir ruh halinin akislerini dinledik” deyince DP milletvekilleri Meclis’i terk etti. İktidar ve muhalefet partileri (CHP-DP) arasındaki ilişkiler, 1947 yılının şubat ayında yapılan muhtar seçimleri ve nisan ayında yapılan İstanbul ara seçimleri sonrasında iyice gerilimli bir durum almıştı. Cumhurbaşkanı İnönü, konuya tarafsız yaklaşıp bu sert havayı yatıştırmaya çalıştı. 12 TEMMUZ BİLDİRİSİHenüz çok partili sisteme adım atılırken Cumhurbaşkanı İnönü, “Ben her iki partiye de aynı mesafedeyim” diyerek konuya el attı. Başbakan Peker ile DP Genel Başkanı Bayar’ı Çankaya’ya çağırdı. Onlarla görüştü ve sonunda 12 Temmuz 1947’de 12 Temmuz bildirisini yayımladı. Bildiride muhalefet partisini tutuyor ve aynen şöyle deniyordu:“...Bir yasal siyasi partinin metotlarıyla çalışan muhalefet partisinin, aynı iktidar partisinin şartlarına uygun çalışmasını sağlamak lazımdır. Bu noktada, bir devlet başkanı olarak kendimi her iki partiye karşı eşit mesafede görürüm... Amaç, başlıca iki parti arasında temel şartın yani güvenin yerleşmesidir.”DEMOKRASİ VE GÜVENİnönü bildirisinde şöyle diyordu:“Varmak istediğim sonuç, başlıca iki parti arasında temel koşulun yani güvenin yerleşmesidir.Muhalefet güvensizlik içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığına inanacak ve güvenecektir.”İnönü, Cumhurbaşkanı olarak partiler üstü, tarafsız bir rol üstlenmişti. Zaten 12 Temmuz bildirisinden 2 ay sonra da Recep Peker başbakanlıktan ayrıldı.İnönü, tarafsız devlet başkanı olduğunu göstermiş, kendi partisini kenara iten, iktidar ve muhalefet partilerine karşı eşit uzaklıkta yansız bir tavır sergilemişti. 12 Temmuz bildirgesi, DP içinde de rahatlatıcı bir etki yapmıştı. Yürürlükte olan 1924 Anayasası’nda tarafsız cumhurbaşkanlığına ait bir kural yoktu. Ancak Cumhurbaşkanı İnönü uygulama ile bunu yaratıyordu. DEMOKRAT PARTİ KARŞIBu tarihi gerçekleri ortaya koyduktan sonra yine bugünlere gelelim. AKP, daima kendisini DP’ye benzetmek ve köklerini DP’ye bağlamak istiyor. Oysa 1950 öncesi DP’nin en önemli siyasi konularından birisi partili cumhurbaşkanlığı sorunuydu. DP, partili cumhurbaşkanı modeline şiddetle karşı çıkıyordu. İşte DP’nin 1946 seçimlerinde yayımladığı seçim bildirgesinden bir paragraf:“Devlet başkanının fiilen bir partinin başkanlığında bulunması ve bütün milletin malı olması icap eden devlet başkanlığı yüksek makamının bütün yüksek dokunulmazlık ve yetkileriyle bir partinin tarafında yer alması diğer partileri gayet nazik ve zor bir mevkide bulundurmakta ve partilerin eşit hak ve şartlar altında çalışabilmeleri prensibine aykırı durumlar yaratmaktadır.” Cumhurbaşkanı partili değil, tarafsız olmalıdır. (19 Haziran 1946, DP Seçim Bildirisi)DP, açıkça şunları söylüyordu: 1. En önemli makam, Cumhurbaşkanlığı makamıdır.2. Bu makam tarafsız olmalıdır.3. Böylesi bir makamın bir partinin elinde olması, partilerin eşit hak ve şartlar altında çalışmaları ilkesine aykırıdır.Sürekli kendisini DP’ye bağlamak isteyen AKP, bu bildiri ve düşüncelerden ders almalıdır. Bugünkü tabloya bakarak 75 yıl önce DP’nin söyledikleri ile AKP’nin uygulamaları birbirinin tamamen karşıtıdır. 1957 SEÇİMLERİ SONRASI VE MENDERESBilindiği gibi 1957 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı Bayar, giderek tarafsızlığını kaybetti. DP simgesi taşıyan bastonla halkın arasına girip konuşmalar yaptı. Oysa, tarafsız cumhurbaşkanlığı niteliğine sahip olsaydı, iktidar-muhalefet arasında uzlaşma sağlayabilirdi. 1950’lerin son yıllarında DP-CHP ilişkisi sert bir duruma gelmişti. 1960 İhtilali’nden sonra merhum Aydın Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın partiler üstü cumhurbaşkanı gibi davranıp tarafların uzlaşmasını sağlayacak bir seçim programı geliştirmek yerine çatışmayı körüklemiş olmasını kitabında eleştirmiştir. (Babam Adnan Menderes, s. 87-88)İnönü, 12 Temmuz 1947 beyannamesiyle bunu yapmış, kendi partisiyle muhalefetteki DP’yi uzlaştırarak 1950’deki hür seçimlerin yolunu açmıştı. Aydın Menderes, “Bayar da öyle yapmalıydı” diyor. Aydın Menderes, açıkça İnönü’nün 12 Temmuz 1947’deki girişimine ve ünlü bildirisine gönderme yaparak Celal Bayar’dan da aynı davranışı görmek istediğini belirtiyor.Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ile muhalefet lideri İnönü’yü bir masa etrafında toplayıp uzlaşma yaratabilirdi. Böylesi bir tarafsız cumhurbaşkanlığı rolünü üstlenebilirdi. Ancak kısır politik görüşler politikada bu geniş düşünce sistemini engelliyordu.Tüm bu nedenlerle yukarıda belirtildiği gibi 1961 Anayasası, partisiz cumhurbaşkanlığı ilkesini kabul etti. (Madde-95) Daha sonra kabul edilen 1982 Anayasası da aynı ilkeyi benimsedi. Parlamenter demokratik sistemde tarafsız cumhurbaşkanı devlet başkanıdır. Devletin birliğinin ve ülkenin bütünlüğünün simgesidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bugün ülkemizde uygulanan sistem, bu temel ilkeyi altüst ediyor, halk kitleleri arasında ayrışmalara neden oluyor.Politik ayrışmalara neden olan bu sistemi bir an evvel bırakmak ve partisiz cumhurbaşkanlığı sistemine dönmek gerekiyor. MEŞRUİYET TARTIŞMASICHP Genel Başkanı’nın “Sözde Cumhurbaşkanı” eleştirisinden sonra AKP sözcüleri, Kılıçdaroğlu’na çatarak “bununla bir vesayet rejimi getirilmek istendiği” ya da “anayasanın meşruiyet sınırlarının zorlandığı” görüşünü ileriye sürdü.Kimi yazarlar, anayasal bir kurum olarak “Cumhurbaşkanlığı sisteminin eleştirilemeyeceğini” ileriye sürüp böylesi eleştirilerin “meşruiyet krizi” yaratacağını iddia ediyor. HUKUKSAL DURUMBu konuda hukuksal durum kanımızca şöyledir:Bugün uygulanan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Ancak yapılan bir halkoylaması sonunda kabul edilmiştir. Erdoğan da seçimle bu makama gelmiştir. Bu noktalar açıktır ve bu konuda hiçbir kuşku yoktur. Bu durumun “gayri meşru olduğu” ileriye sürülmüyor. Ancak bu sistemin evrensel ve çağdaş demokrasi ilkelerine ters düştüğü görüşü dile getiriliyor. Böyle bir eleştiri de hem muhalefet partilerinin hem de her vatandaşın doğal demokratik hakkıdır. 75 YILLIK TARTIŞMABu yazımızda 75 yıldır üzerinde tartışılan “partili cumhurbaşkanlığı”, “tarafsız devlet başkanlığı” konuları üzerinde duruldu. Anayasal ilkeler, Avrupa’daki durum ve bu hassas konunun Türkiye’de geçirdiği aşamalar özetlendi. Konuyu şöyle bağlayalım:- Cumhurbaşkanlığı, anayasamıza göre en önemli siyasal makamdır.- Cumhurbaşkanlığı, tüm Türk milletinin kabul ettiği en büyük makamdır ve Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesidir.- Cumhurbaşkanı, ayrımcı değil, tüm halkı kucaklayıcı olmalıdır.- Demokraside halkın değişik partilere yönelmesi doğaldır ama cumhurbaşkanı ağırlığını bu partilerden birisi lehine koyup diğerlerini kötüleyemez.Ne yazık ki bugün ülkemizde Cumhurbaşkanlığı makamında bir siyasal partinin genel başkanı oturuyor ve daima kendi partisini öne çıkarıyor. Diğer partilere hakaret ediyor. Milleti, halkı bütünleştirmesi gereken devlet başkanı, halkı ayrıştırıyor. İşte bu nedenlerle halk da bu uygulamayı beğenmiyor. Bu nedenle yapılan tüm anketler sistem hakkında olumsuz sonuçlar veriyor. Türk demokrasisi büyük bir çelişki yaşıyor.Çok güzel atasözlerimiz vardır: “Bu sıkleti (ağırlığı), bu terazi kaldırmıyor”. İşte bugün uygulanan partili başkanlık sistemi böyledir. (1) Maurice Duverger, Siyasi Partiler, 2. Basım, Bilgi, 1974, s.360-364.(2) Age.s.364. (3) Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Hatırlarken, Doğan Kitap, 1995, s.178. Alev CoşkunHem gülümsetti hem düşündürdü...
Hem gülümsetti hem düşündürdü... Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade” adlı eseri, 12 Mart darbesi döneminden bir yargılamayla başlıyor. Yargılanan kişi ise bizzat Mumcu’nun kendisi. Yargılamaya konu ise bir yazısında orduya atfen yazdığı “Uyanık ol” yazısı. Oysa davanın bilirkişi raporunda da yer aldığı gibi “Ordu uyanıktır ve uyarıya ihtiyaç duymaz.” Mumcu, bu ifadelerinden dolayı tutuklanma istemiyle yargılanıp, beraat ediyor. Beraatını arkadaşlarıyla yemek yiyerek kutlamak isteyen Mumcu’nun keyfi, çalan telefon ile kaçıyor. Annesi arayarak, “polislerin onu tutuklamak üzere geldiğini” söylüyor telefonda. Teslim olmanın yollarını arayan Mumcu, o anı yapıtında şöyle anlatıyor: “Karakola gidip teslim olsam, ‘Kaçıyordu’ der, vururlar.” Evden çıkmak yerine Sıkıyönetim Komutanlığı’na telefon eden Mumcu, “Alo, beni arıyormuşsunuz, nereye teslim olayım?” diye soruyor. Ancak gelen yanıt hayli şaşırtıcı: “Bizim bir bilgimiz yok.” Bunun üzerine ikinci telefonu da Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne açan Mumcu’ya, bu sefer de “Bizde adınız yok. Herhalde sıkıyönetimin işi...” yanıtı veriliyor. Mumcu, “kendini yakalatmak için yaptığı” aramaların sonucunda, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltına alınıyor. Çıkarıldığı mahkeme de onu “kaçma şüphesi olduğu” gerekçesiyle tutukluyor. ‘DOÇENTİN İSHALİ’ RESMİ GAZETE’DEMumcu, gördüğü “trajikomik” olayları anlatmaya, kendi okulundan tanıdığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mukbil Özyörük ile devam ediyor. Özyörük, yine bir 12 Mart döneminde gözaltına alınıyor. “Gizli örgüt toplantılarına katılmak” suçundan da yargılanıyor. Toplantılara katıldığını inkâr etmeyen Özyörük, “Efendim, ben o gün ishaldim. O eve gittim ama ishal olduğum için sık sık banyoya gittiğimden ne konuşulduğunu duymadım” savunmasını yapıyor. Mumcu’nun aktardığına göre, dava Anayasa Mahkemesi’ne kadar gittiği için bu “ishalli savunma” da Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan metinler arasında yerini alıyor. ‘BAYRAKLI’ DAVAMumcu’nun yargılamalarla dolu bir başka anısını da “Hoş gelişler ola” türküsü oluşturuyor. Bir yazısında, türkünün “Soldan sağa, salla bayrağı, düşman üstüne” dizelerini kullanan Mumcu, “komünist düzenin getirilmesinde bayrağın soldan sağa düşman üzerine sallanacağını belirtmek” suçundan yargılanıyor. Mumcu, savunmasında, türkünün radyolarda sürekli çalan bir türkü olduğunu belirterek, “Eğer türküyü olduğu gibi aktarsaydım, yazı içinde ‘sol’ sözcüğü iki kez kullanıldığı için cezam artmaz mıydı?” diye soruyor. Ancak Mumcu sözlerini bitiremeden, duruşmanın savcısından yargıcına, salondaki herkes gülmeye başlıyor. Mahkeme de ileri bir tarihe erteleniyor. Mumcu tekrar yargılanmak için mahkemeye çıktığında ise mahkeme heyetinin tamamen değiştiğini görüyor. Yeni heyet, Mumcu’yu, “komünist propagandadan” suçlu buluyor. Sarp SağkalMumcu suikastı28 yıldır aydınlatılmayıbekliyor: Dosyasıhâlâ‘faili meçhul’
Mumcu suikastı 28 yıldır aydınlatılmayı bekliyor: Dosyası hâlâ ‘faili meçhul’ Gazetemiz yazarı Uğur Mumcu’nun katledilişinin üzerinden 28 yıl gibi bir süre geçmesine karşın suikast hâlâ aydınlatılamadı. 1990’lar, Türkiye’nin “en karanlık yılları” olarak da biliniyor. Bu yıllarda özellikle Türkiye birbiri ardına gelen “aydın cinayetleriyle” sarsıldı. 1990-2002 yılları arasında Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan ve Necip Hablemitoğlu katledildi. Mumcu, yazdığı yazılar nedeniyle birçok kez tehdit aldı. 1992 yılında da “Beni öldürecekler” diyerek, başına gelecekleri haber vermişti. O sözünden bir yıl sonra, 24 Ocak 1993’te, bombalı saldırıya uğradı. Mumcu’nun katledildiği yerde o dönem inceleme yapan uzmanların, “delillerde tahrifat yapması” dikkat çekerken, cinayeti İBDA-C ve Hizbullah gibi terör örgütleri üstlense de aradan yıllar geçmesine karşın Mumcu suikastının üzerindeki sır perdesi aralanmadı. Cinayetin ardından açıklama yapan dönemin bakanı İsmet Sezgin, “Bu cinayeti çözmek, devletin namus borcudur” demişti. Ancak yıllar sonra, 2010 yılında, Sezgin, bir türlü çözülemeyen suikast için “Bu borcu maalesef ödeyemedik” demek zorunda kalmıştı. Soruşturmayı yürüten ve cinayeti kimin işlediğine dair “İstihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler” ifadeleri ile dikkat çeken savcı Kemal Ayhan da 26 Haziran 1995’te evinde ölü bulunmuştu. Aradan geçen yıllara karşın davada somut gelişmeler yaşanmaması üzerine 14 Ocak 1997’de, Meclis’te, Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu kuruldu. 4 Haziran’da görevini tamamlayan komisyon tarafından hazırlanan raporun sonuç bölümünde, eski Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcısı Nusret Demiral ve eski DGM Savcısı Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı ve görev kusuru olduğu; Ankara Valisi ve her kademede görev yapan diğer ilgililerin, Mumcu’yu koruma konusunda gerekli önlemleri almadığı vurgulandı. Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar da Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret ederek, Mumcu’nun cinayete ilişkin soruları üzerine dikkat çeken “Bir tuğla çekersek, duvar yıkılır” ifadesini kullandı. Bu cümle davanın “en flaş ve somut” ifadeleri arasında yer aldı. 7 yıl sonra da davaya ilişkin kayda değer bir gelişme sağlanamadı. KROKİLER ELE GEÇİRİLDİOcak 2000’de, terör örgütü Hizbullah’a yönelik gerçekleştirilen bir operasyonda, Mumcu cinayetine ilişkin krokiler ele geçirildi. Bu ipucu ile birlikte davada yeni bir adıma geçildi: Uğur Mumcu Uzun Takip (UMUT) Operasyonu. İncelemelerin ucu ise “Tevhit-Selam/Kudüs Ordusu” adlı örgüte uzandı. Aksoy, Üçok ve Kışlalı cinayetlerinin de dahil edilmesiyle UMUT Davası açıldı.BOMBACININ DOSYASI AYRILDI11 Temmuz 2000’de, 15’i tutuklu 17 sanık hakkında, Ankara 2 No’lu DGM’de başlayan UMUT davasının iddianamesinde, Mumcu’nun aracına konan bombanın Ferhan Özmen tarafından hazırlandığı ve Necdet Yüksel’in gözcülüğünde, Oğuz Demir tarafından yerleştirildiği belirtildi. 2005’te sonuçlanan davada, sanıklar Yüksel, Özmen ve Rüştü Aytufan ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. “Tevhit-Selam/Kudüs Ordusu” örgütü üyesi oldukları belirtilen sanıklar Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız ve Aydın Koral ile Mumcu’nun aracına bombayı yerleştiren Demir’in dosyaları ayrıldı. Diğer sanıklara ise değişen yıllarda cezalar verildi. Değişen yıllarda ceza alan 6 sanığın, Anayasa Mahkemesi’nin “yargılanma haklarının ihlal edilmesi” kararı vermesi nedeniyle 2017’de yeniden yargılanmasına hükmedildi. ..VE BERAATDosyaları ayrılan Akbulut, Eş, Cansız ve Koral’ın yargılanmasına ise 2009 yılında başlandı. Bu 4 sanığın hakkındaki yakalama kararı, ifade vermeleri amacıyla kaldırılırken, Türkiye’ye geldiklerinde de “tutuklanmama garantisi” verildiği ortaya çıktı. Cansız dışındaki üç sanık, Türkiye’ye geldi ve savunma yaptı. Davada karar ise 8 Aralık 2020’de çıktı. Akbulut, Eş ve Koral, beraat etti. Söz konusu dava kapsamında firari durumda olan Cansız ve bombayı yerleştiren Demir’in dosyaları yeniden ayrıldı. 28 yıldır firari olan Demir’in davası ise 5 Mayıs’ta görülecek. Sefa UyarGurbette de‘iş’yok
Gurbette de ‘iş’ yok İŞKUR tarafından yurtdışına gönderilen işçi sayısı son yıllarda hızla düşüyor. TMB Başkanı Mithat Yenigün, mevzuat ve vergiyle ilgili sorunlara dikkat çekti. Türkiye’de işsizlik Covid-19 salgınının da etkisiyle yükselmeye devam ederken emekçilerin “gurbet”teki iş arayışlarında da önemli sorunlar yaşanıyor. Türk girişimcilerin yurtdışı taahhüt ve yatırım işleri düzenli olarak artarken Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından yurtdışına gönderilen işçi sayısında özellikle son yıllarda yaşanan hızlı düşüşler dikkat çekiyor. Küresel Covid-19 salgını da bu süreci olumsuz etkiledi.İŞKUR’un verilerine göre bu kurum tarafından geçen yıl yurtdışına gönderilen işçi sayısı 2019 yılına kıyasla yüzde 43.9 azalarak 11 bin 211 kişiye indi ve son 15 yılın en kötü sonucu oluştu. Oysa bu sayı 2006’da 81 bin 400 kişiye kadar çıkmıştı. UZAKDOĞULU İŞÇİKonuyla ilgili değerlendirme yapan Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) Başkanı Mithat Yenigün, öncelikle yurtdışındaki inşaatların ortalama 2-3 yıl sürebildiğini, bu nedenle toplama bakıldığında bugün Türk işçi sayısının 35 bin civarında olduğunu belirtti. “Tabii her iki rakam da yeterli değil” diyen Yenigün, şöyle devam etti: “Türk işgücüne dünyanın dört bir yanında istihdam olanağı yaratma arzumuz, salgının yol açtığı işsizlik ortamında daha da öne çıktı. Potansiyelimizi sonuna kadar kullanmak istiyoruz. Ancak firmalarımız artan maliyetler ve yaşanan hukuki sorunlar nedeniyle ağırlıklı olarak çalışılan ülke veya Uzakdoğu, Afrika ülkelerinden işgücü istihdam etme mecburiyetinde kalıyor.” Bu sorunları detaylandıran Yenigün, “Hukuki süreçlerde yaşanan en önemli sorun, ihtilafın çözümüne yönelik hangi ülke mevzuatının geçerli olacağıdır. Bu hususta Adalet Bakanlığımız ile yakın çalışmalarımız sürüyor. Yüksek yargı organlarımız tarafından yakın zamanda alınan ilgili kararların da bu sorunun giderilmesine önemli katkısı olacak” dedi. 100 BİNE ÇIKABİLİRKonunun maliyet boyutuyla ilgili de öneriler sunan Yenigün, yurtdışında çalışan yurttaşlara gelir vergisinden istisna sağlanmasını talep ettiklerini, bu yönde atılacak adımla hem işçinin mali yükünün hafifleyeceğini hem sektörün rekabet gücünün muhafaza edileceğini ifade etti. Yenigün, bu tür sorunların aşılmasıyla yurtdışındaki Türk işçi sayısını yaklaşık 100 bine çıkarabileceklerini de sözlerine ekledi. Serhat Aligil