Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Monday, 05.19.2025, 03:55 AM (GMT)

News - Haberler

AKPM BaşkanıDaems'ın Türkiye ziyaretinde neler konuşuldu?

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Başkanı Rik Daems, iki günlük Türkiye ziyaretinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve muhalefet liderleriyle görüştü. Görüşmelerde ana gündem maddeleri İstanbul Sözleşmesi, HDP'ye kapatma davası ve Türkiye'nin AİHM kararlarına uymaması oldu.Habere Gitmek için Tıklayın

Anayasa Mahkemesi HDP'ye yönelik kapatma davasıiçin bugün karar verecek

Anayasa Mahkemesi (AYM) Genel Kurulu, bugün HDP'nin kapatılmasına ilişkin davada ilk incelemesini yarın yaparak, iddianamenin kabul edilip edilmediğine karar verecek. AYM raportörü, usul eksikliklerinin giderilmesi için iddianamenin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na iadesini ya da eksiklerin zaman içinde giderilmesini istedi.Habere Gitmek için Tıklayın

Covid-19 salgınında hangiülke ne durumda?

Birinci yılını dolduran Covid-19 salgını dünyanın birçok ülkesinde üçüncü kez tırmanışa geçerken, ülke ülke virüsün yayılma hızı, yol açtığı can kaybı ve aşılama kampanyalarını karşılaştırdık.Habere Gitmek için Tıklayın

Şenol Güneş: "3-3 bizim için hayal kırıklığı"

Türkçe Haberler En Son Başlıklar Şenol Güneş: "3-3 bizim için hayal kırıklığı" A Milli Takımımızda Şenol Güneş, Letonya beraberliğinin ardından önemli açıklamalarda bulundu. Güneş "3-3 bizim için hayal kırıklığı" dedi. A Milli Takım Teknik Direktörü Şenol Güneş, Letonya ile 3-3 berabere kaldığımız karşılaşmanın ardından konuştu.İstediğimizi yapamadığımızı kaydeden Güneş, "3 maçta daha zor maçlardan 6 puan aldıktan sonra böyle bir beraberlik beklemiyorduk. Oyuncularımızın hepsi istedi ama istediklerimizi tam olarak yapamadık. Rakip maçı istediği şekle soktu." ifadelerini kullandı.Hatalar yaptığımızı kaydeden deneyimli hoca, "Oyunu biz kontrol edebilirdik. Duran toplardan uzak kalmalıydık. Kazanacağımız maçı koruyamadık. 3-1'den 3-3 bizim için hayal kırıklığı. Her geçen dakika oyundan düştük. Sakatlık oldu, yorulanlar oldu. Yavaş oynadık, baskılarımız yeterli değildi. Daha önce yaptığımız doğru işler, bu maçta yoktu. Fiziksel yeterlilik yoktu." diye konuştu. cumhuriyet.com.tr

YARIN, günlerden Cumhuriyet Kitap!

YARIN, günlerden Cumhuriyet Kitap! Sayı 1624! YARIN yayınlanacak 1624’üncü sayımızın kapağında; iki cilt olarak yayımlanan Toplu Öyküler’iyle (Delidolu Yayınları); 1940 ve 1950’lerde Amerikan edebiyat dünyasında, hem 1970’te Pulitzer Ödülü’ne değer görüldüğü öyküleri hem romanları hem de özel yaşamıyla isminden çokça söz ettirmiş bir yazar, Jean Stafford yer alıyor. Gökçe Yavaş’ın yazısı... /Archive/2021/3/30/162946410-1624-kitap-kapak-ic.jpg- Sayı 1623! YARIN yayınlanacak 1623’üncü sayımızın kapağında; ülkemizde kısa süre önce iki cilt olarak yayımlanan Toplu Öyküler’iyle (Delidolu Yayınları); 1940 ve 1950’lerde Amerikan edebiyat dünyasında, hem 1970’te Pulitzer Ödülü’ne değer görüldüğü öyküleri hem romanları hem de özel yaşamıyla isminden çokça söz ettirmiş bir yazar, Jean Stafford yer alıyor. Gökçe Yavaş’ın yazısı...- Bu hafta üçüncü sayfamızda; ‘Gülü gül ile tartarlar!’ başlıklı yazısıyla Feridun Andaç yer alıyor. ‘Okuyarak yazmak’a odaklı yazın yolunu imlediği yazısında Andaç; yaşamımızdaki belirsizlikleri, kopuş ve bağlanışları; unutuluşları, sürgünlükleri ve sürüklenişleri bir arada nasıl yaşadığımızı ortaya koyan Kaplıcada Son Yaz üçlemesini paylaşıyor okurlarla.- Rahime Sarıçelik; 2 Nisan 1948’de 2 Nisan 1948’de öldürülen Türk yazınının ustalarından Sabahattin Ali’nin, bugün hâlâ babasının ölüm nedenini ve gerçek mezarını öğrenmek, en azından ondan kalan eşyaları almak için büyük mücadeleler veren kızı Filiz Ali ile yaptığı söyleşiden hareketle, yapıtlarının izinde Sabahattin Ali’yi ve Fransız okurlarla buluşmasını yazıyor.- Alev Coşkun; Taha Akyol’un 100 yıllık Cumhuriyet tarihimizin tartışmalı bir bölümünü kaleme aldığı, 1946-1960 dönemine anayasal sistem sorunu açısından bakarak; Türkiye’nin 1950’de çok partili modele geçtiği fakat “otoriter siyasi kültür” ve “kuvvetler birliği ilkesi” savunuculuğuyla tam demokratik sistemi uygulayamadığını vurguladığı incelemesi, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca - Otoriter Demokrasi: 1946-1960’ı mercek altına alıyor.- Erdal Atabek; bilim insanları Osman Şadi Yenen ve Selim Badur’un editörlüğünde hazırlanan; felsefesi, biyolojisi, sosyolojisi, ekonomisi ve politik etkileriyle ele alınan Pandemi ve Covid 19 (Ayrıntı Yayınları) isimli incelemeyi değerlendiriyor.- Özdemir İnce; Cemil Kılıç’ın, İslam’ın ilk yıllarından beri Müslümanların sürekli gündeminde yer alan anadilde ibadet tartışmasında hareketle, İslam tarihindeki çok köklü bir tartışmayı ele aldığı Türkçe İbadet (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabını inceliyor.- Gamze Akdemir; Murat Ağırel ile Parsel Parsel kitabını konuşuyor.- Nursun Erel, Murat Ağırel'in Parsel Parsel kitabını inceliyor.- Arife Kalender; çağdaş şiirimizde göz imgesinin izini sürüyor.- M. Sadık Aslankara; Bilge Karasu, Faruk Duman, Mucize Özünal’ın yapıtları etrafında, çağdaş masalcının kavramsal bir kuşatmayla gelişen yazınsal anlatı dilini değerlendiriyor.- Y. Bekir Yurdakul; yaşamı anlama, yorumlama yolculuğuna masallarla çıkmayı amaçladığını imlediği Judith Malika Liberman’ın Taş Çorbası’nı merceğe alıyor.- Çağatay Yaşmut; Özlem Ertan’ın, Yunan mitolojisinde ötekileştirilen kadınların hikâyelerinden, İstanbul’un kadim geçmişine kadar uzanan bir yolculuğa çıkardığı, gotik fantastik kadın romanı Dolunay Ayini’ni (Dark İstanbul).- Semrin Şahin; Çiyil Kurtuluş’un ‘Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı’ kitabını değerlendiriyor.- Vitrindekiler yeni yetkin kitap önerilerinden bir seçkiyle daha karşınızda.- Mustafa Başaran’ın hazırladığı Bulmaca köşemizde düşün serüveni sürüyor.İyi okumalarEditörden...Unutmayın her gün Cumhuriyet, her Perşembe Cumhuriyet Kitap okunur!Kitap Dergi, YARIN gazeteniz Cumhuriyet’le birlikte… Cumhuriyet Kitap Eki

Okyanusu geçip derede tökezlemek

Okyanusu geçip derede tökezlemek Öncelikle şunu söyleyelim ki 2022 Katar Dünya Kupası elemeleri öncesi, biri çıkıp 3 maç 7 puan dese; ellerimizi ovuştururduk. O yüzden 3 maçta 2 galibiyet 1 beraberlik başarıdır. Üstelik grubun favorisi Hollanda ile Norveç'i topa tutuyorsanız. Gelelim Letonya beraberliğine; şansımız tutmuyor bizim bu Baltık ülkesine.Ne zaman karşılaşsak başımıza iş açıyorlar.2004 Avrupa Şampiyonası elemelerinde yolumuza taş koymuşlardı; ilerleyen yıllarda ne zaman, "Tamam kazanacağız.." desek bir aksilik çıkardılar; bu geceki gibi..Düşünün önce 2-0, sonra 3-1 öne geçeceksiniz, sahadan 3-3'lük beraberlikle ayrılacaksınız...Olacak iş değil.Maçı 2 farklı bakış açısından değerlendirmekte fayda var.Madalyonun ilk yüzünde mücadele eden hücumda çoğalan diri bir takım var. Erken gol buldular, rakibi yordular, farkı açar gibi oldular. Takım oyunu örnekler i sergilediler. Özellikle Hakan'ın paslarına hayran kaldık. Keza Burak'ın arkadaşlarına boş alanlar açan koşuları, Yusuf'un ters kenar bindirmeleri..Ne var ki madalyonun diğer yüzünde, hata yapar bir savunma, top kovamayan bir orta alan, topu ezen bir forvet gördük. Hem de beşer dakika ara ile iki farklı tablo çizildi...İyi işleri yapan takımla hataya imza atan ekibin aynı isimlerden oluşması ilginç.Demek ki coşku düşünce, tempo kaybolunca takım ciddiyetten uzaklaşıyor; Şenol Güneş bu handikapa karşı önlemini almalı, uzun maratonda.Ayağımızdaki topu tutamadık, orta alandaki basit top kayıplarıyla kontrayı çok iyi oynayan Letonlara, "Buyur gel.." dedik...Tabi bir de görece  hatalı oyuncu değişiklikleri var. Topu tutan Yusuf, orta alana dinamizm katan Ozan Tufan, orta alınan şef virtüözü Hakan çalhanoğlu  oyundan çıkar mıydı, ya da Umut Meraş çok da alışık olmadığı bölgeye kaydırılır mıydı bunu Şenol Hocaya sormak gerek. Belki 3 maç çok yordu mecburen değişikliğe gitti, belki sakatlık belirdi (Mesela Hakan Çalhanoğlu) bilinmez ama değişiklikler takımın yarısın aldı götürdü. Özellikle Hakan'ın öldürücü paslarını çok aradık...Evet 3-3 bitti maç.En azından yenilmedik, 1 puan bizi liderlikte tuttu.Ama dedik ya kazansaydı bu maçı yarılayacaktık Katar 2022 yolunun yarısını! Okyanusu geçip derede tökezlemek bu olmalı.. cumhuriyet.com.tr

Eski tüfek komünistin bellek ayarları!

Eski tüfek komünistin bellek ayarları! 17 Kasım 2013'te yaşama veda eden Nobel ödüllü Doris Lessing'in otobiyografisinin birinci cildi “Tenimin Altında (1919-1949)” ve ikinci cildi “Gölgede Yürümek (1949-1962)” adını taşıyordu. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Anılar başlığı altında yayımlanan kitapta ise bu iki cilt birlikte sunuluyor. /Archive/2021/3/30/131951239-ic1.jpg17 Kasım 2013'te yaşama veda eden Nobel ödüllü Doris Lessing'in otobiyografisinin birinci cildi “Tenimin Altında (1919-1949)” ve ikinci cildi “Gölgede Yürümek (1949-1962)” adını taşıyordu. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Anılar başlığı altında yayımlanan kitapta ise bu iki cilt birlikte sunuluyor.Güney Rodezya’dan ayrıldığı 1949'a kadarki yaşamını ilk bölümünden sonuna kadar, düzenli ilerlemeler şeklinde yansıttığı birinci cildi, tökezlemeden ve bilinç engelleriyle karşılaşmadan yazan Lessing, gerçeklerde bir oynama yapmamış.Fakat bunu ikinci ciltte yapabiliyor mu, tartışılır. Gerçekten kopmuyor ama artan bir oranda sakınmalar mevcut. “Küçük çapta büyük olaylara karıştım” diyen ve tarihi koşullu bir saygıyla okuyan Lessing'in yazımı da bu yönde.Tarihin kendisinin de kapıldığını düşündüğü çılgınlık anlarında - özellikle savaşlar ve komünist geçmişi için bu nitelemeyi kullanıyor - yaşadığı anlarının karşısına geçtiği bir özeleştiri de kitabı.Geçmişteki hallerine giderek daha mesafeli ve başkalarının gözünden bakmaya çalışıyor. Bellek oyunlarının bereketini gördüğü bir yolculuk kitabı. Metnine de yansıyor bu./Archive/2021/3/30/132100832-ic2.jpgÇocukluk disiplinlerinin yetişkinlik hallerini nasıl belirlediği malum. Lessing'in de otobiyografisinde yola çıktığı, ortaya koyduğu ilk bağlam bu.1919'da dünyaya geldiği İran'da beş yıl boyunca Kraliyet Bankası’nda, önce Kirmanşah’ta şube müdürlüğü yapan babası Alfred Cook Tayler'ı, Birinci Dünya Savaşı'nda bir ayağını kaybetmiş, kariyerinde de sakata çıkmış bir adam, sığınağı ve müttefiki; annesi Emily Maude Tayler'ı ise soğuk, baskıcı, disiplinli, müzmin eleştirel bir figür olarak yazıyor.Kendisini bildi bileli sancılı ilişkisi sevgi-nefret düzleminde gelgitli annesinden endişeli bir kaçış içinde ve ona isyan hali teyakkuz boyutunda. Bu duygusu okumayı hayli süre Freudyen bir halle adeta sergüzeşt kılıyor.Öyle ki otobiyografisinin aslan payı önce annesine ve komünizme, sonra da yapıtları ve aşklarına ait demek yanlış olmaz. İlginçtir çocuklarını ise hemen hiç yazmamış. ANNESİ GÜNAH KEÇİSİ!Tüm hayatını her türlü otoriteye karşı olan insanlarla geçiren Lessing, ne kadar kızsa da benliğindeki otoriteye direnme duygusunu annesinden esinlediğini yadsıyamıyor.Annesiyle babasının isyanı ve kederini ruhu kâğıt gibi emen bir çocuğun duyusal sübjektif deneyimini yansıtırken bunlar itici gücü oluyor.Annesini sıkça anımsıyor ve davranışlarının kökeninde onun izini sürüyor hatta günah keçisi kılıyor.Gerek muhalif tavrının gerek erkeklerle ilişkilerinin, terk ettiği ilk eşi ve iki çocuğuna reva gördüklerinin ardından ne zaman günah çıkarmak istese sözü bir şekilde annesine getiriyor.İran’ı yozlaşmış bulsa da İngiltere’yi de ölünceye kadar halkına verdiği sözleri tutmayan, insani iyiliğe inanmayan bir ülke olarak gören babasının hatıralarını D. H. Lawrence’in Sons and Lovers veya The White Peacock kitaplarına benzetirken; annesini ise Ann Veronica veya Bernard Shaw’un kadınlarıyla özdeşleştiriyor./Archive/2021/3/30/132112582-ic3.jpg“HEPİMİZİ SAVAŞ YARATTI, BÜKTÜ VE ÇARPITTI!”İran'dan sonra Tayler ailesi için Rodezya dönemi başlar. Bin dönümlük bir çiftlik arazisinde daima borç içinde yaşadıkları bu dönem, Lessing'in hayal dünyasını olağanüstü geliştiren bir deneyim olur.Doğanın kucağında sayısız kitap okur. Öte yandan çiftlik işlerinde, rutininde ustalaşır - ki sonraları The Grass is Singing (1950), African Stories (1964) bu deneyimlerinin en yetkin yansıması olarak ifadesini bulacaktır -.Otobiyografisinde Birinci Dünya Savaşı ile büyütülmüş ve İkinci Dünya Savaşı’yla şekillendirilen nesilden biri olarak dünyanın her yerini sarmış/saran savaşlardan insanlığın hiç ama hiç ders almadığını sık sık dile getiriyor yazar.Birinci Dünya Savaşı’nın bitmeyen hasarının Avrupa'ya faturasını süregelen ikinci sınıflık, karışıklık ve âcizlik olarak çıkarıyor.Yitmeyen karanlık, korku ve kederin tam doz yetişkin acılarını özellikle savaşın sakat bıraktığı babasının durumuyla özdeşleştiriyor:“Hepimizi savaş yarattı, savaş büktü ve çarpıttı ama bunu unutmuş gibi görünüyoruz.”/Archive/2021/3/30/132125925-ic4.jpg“BİRÇOK ROMAN İYİ BİR BİYOGRAFİYİ GEÇEMEZ”Otobiyografi yazmasının temel amacı kendi hayatına sahip çıkmaya ama bunu gerçekten, gerçeklikten kopmadan yapmaya çalışmak.Otobiyografi tanımı da şöyle; “Bu zor bir iş, sanki yarı-karanlıkta düz ve çoğu zaman yorucu bir yolda yürüyorsunuz ama her an bir projektörün yakılabileceğini biliyorsunuz. Gerçekten güzel yazılmış bir biyografiden daha iyi ne olabilir? Birçok roman, iyi bir biyografiyi geçemez.”Rüyalar aracılığıyla yazılı bir tür kişisel tarih, bir otobiyografi girişimi olarak nitelediği Memoirs of a Survivor (Hayatta Kalan Birinin Anıları) özellikle bu açıdan önemli mesela.Hem annesinden dünyasına sızanları hem de dönemin bol ölümlü yap-boz siyasi evreninin kendisindeki izdüşümlerini aktarır zira.Lessign'in duvarının arkasında, iki farklı türde bellek oynatılır, seri halinde rüyalar gibi. Bir tarafta genel birçok insan tarafından paylaşılan toplumsal hayaller, diğer tarafta ise kişisel anılar, kişisel hayaller söz konusudur. Biraz da bu nedenle yaşamının erken döneminde savaşı zihninde öteler.Zihninde, kısmen edebiyattan, kısmen fiilen yaşadığı hayattaki gözlemlerinden oluşan ütopyalarda yaşar.Yarattığı harika ve sevecen toplumlara siyah insanları, özellikle de siyah çocukları ekler. Kimsenin savaşa gitmediği, iyi kalpli, sevecen, mutlu, siyah, esmer, beyaz insanları hep birlikte düşler. Parlak geleceklerle ilgili hayaller kurar. Yıllar sonra yırtıp atacağı kısa hikâyeler yazar./Archive/2021/3/30/132138691-ic5.jpgAŞK, SEKS, ATEİZM VE GAMSIZ TIGGER!Savaşlar, tiranlar, hastalıklar, felaketlerle kavrulmuş karanlık sicilli tarih geleceğe karşı onu kuşkusuz hep temkinli kılmış.Bu noktada vakti zamanında bir toplu hayalin veya çılgınlığın parçası, kitlesel inançlar ve saplantıların müritlerinden sadece biri olduğunu sıklıkla vurgulayarak özeleştiriden bir adım öteye geçerek biraz fazlaca - hatta seri halde - günah çıkarıyor Lessing.Aşk, seks konumlanıyor metnine derken. Dinden ayrılmasına ve Ateist olmasına getiriyor sözü sonra. Ruh zayıflıkları ve ahlaki korkaklıkları yüzünden dindarları küçümsediğini itiraf ediyor. Bir de kendisini Aydınlanma'nın değerlerinin mirasçısı saymasının da bunda etkisi olduğunu ifade ediyor.Ateistliği ve agnostikliği dini madalyalar gibi taşıyabildiği Frank'le evlenen Doris Lessing, Frank'i ve çocukları John ve Jean'i Kraliyet Hava Kuvvetleri'nde bir çavuş uğruna terk edecektir. Bir süre sonra ise hastalanan yazar, o dönem sadece şiir yazar, dizelerinin ritmini melankoli belirler.Lessing'in okuma boyu zaman zaman devreye giren gamsız alter egosu Tigger da kitaba yer yer eşlik eden bir figür olarak beliriyor. Lessing nerede tökezlese Tigger gülüyor, eğleniyor hani neredeyse dünya yansa umrunda değil./Archive/2021/3/30/132150659-ic6.jpgRUSLAR DAĞARINA GÖKGÜRÜLTÜSÜ GİBİ DÜŞER“Roman, öykü, hatta bir dize şiir hasılı edebiyat her ama her daim imparatorlukları yıkabilecek güçtedir.” diyen Nobelli yazarın kitaplarla ilişkisine, kitap evrenine gelince...Dickens, Kipling, Shaw, Wells, Wilde, Carlyle, Ruskin, Renan'ı tekrar tekrar okur. Ann Bridge'i ve sevgisi daim Virginia Woolf'u adeta hatmeder. Stapledon'un Last and First Men'ini, Beverly Nichols, Aldous Huxley, Sholokov, Priestley ve Dornford Yates'in eserleriyle birlikte okur.Ruslar ise dağarına gökgürültüsü gibi düşer; Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Turgenyev, Bunin. Sonra Proust, Mann, “müttefikim ve bulundukları yerde çakılıp kalan insanların yazarı” dediği Stendhal...Kendini bildi bileli hayal kurmasına yardım etsin diye de okur. Onu sarsarak uyandıran ise, kendisine “Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir düşünceler dünyası vardı ve ben cahildim” dedirten H.G. Wells'in, The Shape of Things To Come kitabı olur. D.H. Lawrence'ı da derinlemesine okur./Archive/2021/3/30/132204644-ic6.jpgHAYATININ EN NEVROTİK HAREKETİ; KOMÜNİZM!Frank ve çocukları terk ettiği dönemde Almanya'nın Polonya'yı işgal edişiyle öfke, korku ve şaşkınlık duygusu şiddetlenen Doris Lessing artık komünisttir! Dönemin ruhu, Zeitgest onu komünist kılar!Komünizmi bir yol hikâyesi olarak hayli eleştirel ve özeleştirel olarak uzun uzun yazıyor Lessing, bir eski tüfek yoldaşlarının deyişiyle “izne çıkmış ölü” olarak.Komünist Partisi’ne katılmaya karar vermesini hayatının en nevrotik hareketi olarak niteleyen Lessing'in çok sonraları söyleyecekleri de komünizme dair yıllar içinde geldiği noktayı gayet net ortaya koyar:“O zaman çok toydum. Pişmemiştim... Gelişmemiştim... Olgunlaşmamıştım... Şunu bilin. Pişmemiştim. Aslında biz, üstümüze düşen rolümüzü oynuyorduk. Oyun, Fransız Devrimi ve Rus Devrimi tarafından yazılmıştı ve biz repliklere ses veren kuklalardık.İşçi sınıfı - veya siyahiler ya da zarar görmüş insanlar - iktidara geldiği zaman, sadece en temiz ve en önyargısız ideallerle hareket edeceklerinden emindik. İnandığımız onca saçma şey arasında bu herhalde en kötüsüydü.Bu süreçten geçen epeyce insan tanıdım. Önce sadık komünist olunuyor, sonra Arthur Koestler tarafından 'bozuk paraların cebinizden teker teker düşmesi gibi' (paraların fikirlerle özdeşleştirilmesi çok ilginç) çeşitli derecelerde kuşku yaşanıyor, sonra üzüntü veya depresyon, en sonunda da inanç kaybı.Çoğu insan komünizmden, Parti’den ağır ağır uzaklaştı. Bu durum bazı insanlara acı vermedi. Bana da vermedi. Komünizme hiçbir zaman bütün benliğimle bağlanmamıştım. Besbelli bir çeşit toplu cinnetti, toplu çıldırmaydı.İnanç: İşte kelime bu. Bu dini bir kafa yapısıydı. Bize Hıristiyanlığın ruhsal çerçevesi miras kalmıştı. Cehennem: Kapitalizm; her şeyiyle kötü. Kurtarıcı -Lenin, Stalin, Mao-; her şeyiyle iyi. Temizlenme: Yumurta kırmadan omlet yapamazsınız -tanklar, toplama kampları ve diğer her şey-.Sonra cennet ... Sonra mutluluk... Sonra ütopya. Ancak ben hiç de gerçekten inançlı biri değildim.”/Archive/2021/3/30/132220347-ic7.jpgILYA EHRENBURG VE HAYALKIRIKLIĞIBu noktada Lessing'in tüm kitapları içinde en otobiyografik olanı olarak nitelediği ve “Bir komünistin veya solcu bir grubun yöntemleriyle ilgileniyorsanız, bu kitapta her şeyi bulabilirsiniz” dediği, Children of Violence dizisinin (Martha Quest, A Proper Marriage, A Ripple from the Storm, Landlocked, The Four-Gated City) üçüncü kitabı A Ripple From the Storm'unu da anmadan geçmemeli.Kitap adını, Stalin'in arkadaşı ve özellikle Fırtına adlı romanıyla fırtınalar estiren ünlü Rus yazar İlya Ehrenburg'dan alır. Ve Lessing Ehrenburg'a dair bir hayalkırıklığı içindedir: “Biz, kötü Almanlar olduğu kadar iyi Almanlar olduğunda ısrar etmeyi sürdürüyorduk ve o da aynen bu görüşteydi. Ama sonra, Stalin'den gelen baskı neticesinde, fikir değiştirdi”Komünist ülkelerdeki gerçek komünist partilerle veya Avrupa’daki oturmuş komünist partilerle hiçbir ortak yanları yoktu. Onlarınki otantik bir alevdi, içlerinde Lenin’in Ruhu yaşıyordu, her an idam mangasının karşısında kurşuna dizilecekmiş gibi yaşıyor ve konuşuyorlardı: “Komünist izne çıkmış ölü bir adamdır.”Herkesin okuduğu kitaplar arasında başı çekenler, Gazap Üzümleri, Love On The Dole, Vadim O Kadar Yeşildi Ki; oyunlar arasında da Waiting For Lefty ile Lillian Hellman’ın oyunlarıydı./Archive/2021/3/30/132233034-ic8.jpgTEK YOL PROLETER EDEBİYAT!Devrime inanmayan hemen herkesi küçümsüyorlardı. O kadar ki devrime inanmak ahlaki olarak üstünlüktü ve inanmayanlar, en azından korkaktı. Sosyalizme inanmayan insanlar iyi niyetli değildi. İnsanların duyguları veya dürtüleriyle ilgilenmek Freudculuk ve gericilikti ve yalnızca proleter edebiyat doğruydu.Lessing'in önemli bir tespiti de Parti'nin yoldaşlarının doğasını ıskalamaktaki maharetine dair:“Bize sadece Mayakovski’ye ve Gorki’ye, sadece proleter geçmişi olan yazarlara hayran olmamızı tavsiye ediliyordu ama sorun şuydu ki, edebiyatın oluşturduğu ve manevi anne-babalarını aforoz etmeye hazır olmayan insanlardan bahsediyorlardı.Şimdi küçümsememiz söylenen yazarları beğendiğimizi itiraf etmek için kullandığımız yöntemleri çok takdir ediyorum.Lawrence? Şey, o bir madencinin oğluydu, değil mi? Eliot? Burjuvazinin çöküşünü tarif ediyordu. Yeats? İrlandalıydı, halkı baskı altındaydı. Virginia Woolf? O bir kadındı. Orwell? O dönemde partinin hakaretlerine uğruyordu çünkü İspanya hakkındaki gerçekleri anlatmıştı. İşin kötüsü, bazılarımız ona hayrandık.Bunu nasıl aştık? Unuttum. Ama zahmet etmeyin, politik doğruculuk Marksist diyalektiğin ürünü, düşünce tarzını göstermektedir.”/Archive/2021/3/30/132244300-ic9.jpgKRAVÇENKO VE TERS KÖŞE DORİS!Soğuk Savaş döneminde aniden istenmeyen insanlar haline gelirler. Birdenbire eski arkadaşlar ve tanıdıklar karşılaşınca yollarını değiştirmeye başlar.O dönemlerde yayımlanan, Kravçenko’nun yazdığı, Sovyetler Birliği’ni tiranlık olarak niteleyen ve ezberlerini hayli bozan Hürriyeti Seçtim kitabıyla beyninin tersyüz edildiğini, ters köşe olduğunu hisseder Doris Lessing.Bu süreçte Parti'de gelişen anlaşmazlıklar öyle ileri boyuta ulaşır ki çizgiyi, adeta deprem anında sismografta oluşan zikzaklara benzetir Lessing.1954'e gelindiğinde artık komünist değildir, ama 1956'da Parti’yi hâlâ ıslah edilebilecek ve Sovyetlerin zararlı etkilerinden kurtarılabilecek bir şey olarak görür.Görüşlerinin haritası çıkarılacak olsaydı, daha çok bir Troçkist olarak tanımlanması gerekirdi ve kuşkusuz herhangi bir komünist ülkede, düşündüklerinin yüzde birini söylese, anında vurulurdu:“İnsanın bağlı kalabileceği herhangi bir felsefenin olmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Marksizm artık felsefe değil, ülkeden ülkeye değişen bir yönetim sistemi. Ki bu iyi bir şey. Elli yıldan uzun süre dayanan bir felsefe kötü olmalı, çünkü her şey çok hızlı değişiyor. Ben bir sosyalist olduğumu biliyorum ve zamanı geldiğinde devrim yapılması gerektiğine inanıyorum.”Parti'den tam anlamıyla ise 1960’ların başında kopar. Yazarlığı onu özgür kılmıştır./Archive/2021/3/30/132302674-ic10.jpgKÖTÜNÜN BETERE KARŞI SAVAŞI!1940'lara dönersek, milyonlarca insanın kasten, sistematik bir şekilde öldürülmesi, sistematik işkence, gaz odaları, toplama kampları, soykırım, etnik temizlik sürüp giderken Lessing'in ve yoldaşlarının zihnindeki dünya haritası hâlâ masumdur. Onlara göre bu, kötünün betere karşı savaşıdır.Bu dönemde Avrupa’daki Yahudilere neler olduğunu anlamaya başlamaları ise çok uzun sürmez. 1943’te Güney Rodezya vatandaşı, Yahudi Gottfried Lessing’le evlenir. Bir oğulları olur. Türkü Söylüyor Otlar’ı, bazı kısa hikâyeleri ve şiirleri bu dönemde yazar.1947-1948’i hayatının en kötü dönemi olarak anan Lessing, hiç durmadan okur. Bitmez görünen o karanlığın kurbanlarına Going Home’da değinir. Şiirlere gömülür, Eliot veya Yeats’ten dizelerle yaşar. Proust'un evreniyle çevreler zihnini.1948'te boşanır. Bir süre yoksul bir hayat sürer, ancak Londra’ya gittikten on yıl sonra ortalama bir işçinin aldığı maaş kadar para kazanabilir.Açık ve basit bir dille Martha Quest’i yazar. İlerleyen süreçte casusluk yaptıkları için elektrikli sandalyede idam edilecek olan Rosenberg’ler için bir dilekçe düzenler. Yoldaşlarının aksine suçlu olduklarını düşünse de küçük çocukları olduğu için idamlarına karşıdır./Archive/2021/3/30/132314081-ic11.jpg1940'LAR ÇELİŞKİLERLE DOLU BİR DÖNEMİHayatının en ciddi ilişkisi olarak gördüğü Jack’le birlikte Güney Almanya yolculuğunu The Eye of God in Paradise’ta anlatır Lessing. Morali bozuk, kızgın Almanlar yazdıklarına tepki gösterir. Oysa hikâyenin ana teması Almanya değil, Avrupa’dır.Bu, yazarın çelişkilerle dolu bir dönemidir. Düşünür, tartar; Birinci Dünya Savaşı’yla büyütülmüş, Hitler Almanyası’ndan kaçan bir sığınmacıyla evlenmiştir.Hitler’le Nazilerin, Versailles Antlaşması’nın doğrudan sonucu olduğuna ve Almanya akıllı bir fedakârlıkla yönetilseydi, Fransa daha ilk zamanlarında Hitler’e karşı çıkma cesaretinde bulunabilseydi İkinci Dünya Savaşı’nın önlenebileceğine inanmıştır.Herkesin komünist olduğu heyecanlı dönemin bir perspektife oturtulmasını sağlayan, her türlü grup davranışlarının aşırılıklarını ve dinamiklerini detaylandırdığı A Ripple From the Storm’un yeri de ayrı yazar için./Archive/2021/3/30/132325284-ic12.jpg“HİTLER'İN BENZERİ GELECEK, HEP BÖYLE OLUR!”Doris Lessing için önemli olan geçmişte kalan bu politik tutkulardan onlardan ders almak. Uyarısı ise satırı satırına şöyle:“İnanılması bugün bile güç ve affedilmez gerçek şu ki en toplumsal düşünüşlü, gelecekten umutlu, fedakâr kimseler bile kabul etmeyerek veya açıkça bildirmeyerek komünist dünyada işlenen suçlara ortak oldular. Tüm dünyada on değil, yüz değil, bin değil, binler, milyonlar.Ve bu tavır, Sovyetler Birliği’ni, yuvayı eleştirme gönülsüzlüğü, bugün de Hitler’in zamanımızın tek suçlusu yerine konmasıyla sürüyor, hem Hitler Stalin’e hayrandı, muhtemelen bu büyük örneğin yanında kendini çocuk gibi görüyordu, hâlâ solcuların zihinlerinde nazik bir yerde.İlginç olan niçin böyle olduğu. Oysa bu durumun bir benzeri, hiç kuşkusuz, başka bir bağlamda, başka bir tarihte gene gelecek. Hep böyle olur. Bir dahaki sefere farkına varacak ve insanlık olarak daha iyisini yapacak mıyız?”/Archive/2021/3/30/132336799-ic13.jpgÇOK SAYIDA DELİLİK GÖRDÜ!The Fifth Child'a hayal kırıklığı ve öfke ürünü bir yapıt olarak nitelenebilir bu noktada. Kitap Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali hakkında olmasa da yazılışının ardında enerji tam da budur.The Summer Before the Dark (Karanlıktan Önceki Yaz) romanının yazıldığı dönemde, 1971 ve 1972 yıllarında, altmışlı yıllardan kalan bir teze de işaret ediyor Lessing. Buna göre, delirmek, aydınlanmada son noktaya ulaşmak anlamına gelir.Gördüğü çok sayıda delilikten pay biçerek bu teze hiç inanmasa da yeniden şekillendirilmeye hazır olduğu bir kırılma döneminde yüksek baskı altında yazdığı, en iyi romanı olarak görülen Altın Defter’le bir katkıda bulunmuş olabileceğini imliyor ki Altın Defter’i yazmak Lessing'in düşünce tarzını değiştirir.Başladığında, komünizmi kapı dışarı etmiştir ancak komünizmin zihinsel kalıpları aynen kalmıştır. Bitirdiğinde ise hiç de öyle değildir.Aynı bu otobiyografiyi yazmaya başladığı zamanki Doris Lessing ile bitirdikten sonraki Doris Lessing'in olduğu gibi.Anılar / Doris Lessing / Çeviren: Dilek Berilgen Cenkciler / Kırmızı Kedi Yayınevi / 852 s.Anılar/ Doris Lessing/ Kırmızı Kedi Yayınevi/ 852 s. Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Leonard'dan kara komik Hollywood!

Leonard'dan kara komik Hollywood! Hollywood’un önde gelen yazarlarından olan Elmore Leonard, içeriden bir gözle mafya üyesi Chili Palmer’ın film endüstrisi ile kesişen kara komik hikâyesini anlatıyor... /Archive/2021/3/30/131617100-ic1.jpg Elmore Leonard ismi eminim pek çok kişiye yabancı gelecektir fakat Leoard’ın, Hollywood’un efsane senaristlerinden biri olduğunu ve ismini anımsamasak da bugün hafızalara kazınmış bir sürü filmin onun kaleminden çıktığını bilmek, az sonra anlatılacaklara epey sayıda okurun dikkatini çekecektir.Leonard’ın tanınmış birkaç filminden bahsedersek kim olduğunu değil belki ama neler yaptığını hatırlayacaksınız: Yazarın Rom Kokteyli adıyla Türkçeye de çevrilen ve Tarantino’nun bu romandan hareketle yarattığı 1997 yapımı Jackie Brown sözgelimi.SUÇ VE GERİLİM ONUN İŞİ!Elmore Leonard, suç ve gerilim türü romanlarıyla tanınıyor fakat kariyerinin başlangıcı western hikâyelerine borçlu. Sonrasında, her biri çok satmış kırkın üzerinde romana imza atıyor Leonard. Bu yayımladığı romanlar da genel olarak beyazperdede kendine yer buluyor.Bu noktada küçük bir uyarıda bulunmakta yarar var: Böyle bir kariyere bakıp da Leonard’ı “piyasa işi” romanların yazarı olarak görmemek gerek. 1983’te aldığı Edgar Allan Poe En İyi Roman Ödülü, 1991’deki Uluslararası Polisiye Yazarları Kuzey Amerika Hammet Ödülü ve 1992’de değer görüldüğü Gerilim Yazarları Büyük Usta Ödülü de bunun kanıtı.Bu yazının konusu ise Elmore Leonard’ın Türkçeye yeni çevrilmiş bir romanı: Bücürü Ayarla. Fakat biz bu romanı da yine Leonard’ın ismine dikkat etmeden “izlemişiz” geçmişte.Leonard’ın aynı isimdeki romanına dayanan, Amerikan gangsterinin hikâyesinin anlatıldığı, Barry Sonnenfeld’in yönettiği ve başrolde John Travolta’nın olduğu, Gene Hackman, Rene Russo ve Danny DeVito rol aldığı film Get Shorty 1995’te yayımlandı./Archive/2021/3/30/131652006-ic2.jpgPEMBE HAYALLER TEHLİKELİ HAYATLARBücürü Ayarla, patronunun alacağı için Los Angeles’a gelen mafya üyesi Chili Palmer’ın film endüstrisi ile kesişen kara-komik hikâyesini anlatıyor.Chili Palmer’ın, Elmore Leonard romanındaki hikâyesi başlamadan önceki hayatı talihsizlik sonucu yolu tefeciye düşen ve yine büyük bir talihsizlikle bu borcunu ödeyemeyen insanların peşine düşüp bu borcu “tahsil” etmektir.Bir süre sonra çok sıkılır ve elinde muhteşem olduğunu düşündüğü, filminin çekilebileceğine inandığı bir senaryo vardır. Kaderini de bu hikâye doğrultusunda sürüklemeye başlar ve yolunu tamamen gişe mantığıyla iş çıkaran, kaliteyi çok umursamayan yapımcı Harry Zimm ve artık yıldızı sönmüş oyuncu Karen Flores’le kesiştirir.Palmer sanıyordur ki hikâyesini anlatacak, karşısındakini etkileyecek, sağlam oyuncularla anlaşacak ve bir filmin yapımcılığını üstlenecektir. Fakat işlerin böyle olmadığını, Hollywood’un farklı kurallar işlettiğini öğrenecektir./Archive/2021/3/30/131701115-ic3.jpgElmore Leonard’ın anlatmak istedikleri de tam bu noktadan sonra başlıyor. Hollywood’un lüks yaşantısının arkasında dönen kara parayı, kumarı, tefecileri, katilleri Chili Palmer’ın yaşadıkları üzerinden veriyor yazar.Ortaya da bir yüzü pembe hayaller kurduran, bir yüzü ise karanlıkların içinde dolaşan, kendine has komedisini ise hiç eksik etmeyen bir roman çıkıyor.Roman için yapılan yorumlardan Leonard’ın “muhteşem” bir roman yazdığı söyleniyor fakat daha da önemlisi; “Hollywood’u çok iyi tanıyor,” deniyor onun için.Bu yönüyle ömrünün neredeyse tamamını Hollywood’a adayan bir yazardan, içeriden bir gözle yazılmış suç hikâyesi olarak da okumak mümkün Bücürü Ayarla’yı…Bücürü Ayarla / Elmore Leonard / Çeviren: Sina Baydur / Yapı Kredi Yayınları / 256 s. Hakan Timuçin

‘Iphigenia-Helen’

‘Iphigenia-Helen’ Norveçli oyun yazarı Finn Iunker’in kaleme aldığı “Iphigenia-Helen”, çağdaş tiyatronun anlatım tekniğiyle kaleme alınmış iki oyun. Troya Savaşı’nın başlangıcında duran “Iphigenia” ile savaşın son altı ayı üzerinde biçimlenen Helen, iki oyunla bir araya geliyor. /Archive/2021/3/30/130956042-ic1.jpgSÖYLENCENİN TİYATRODA GÜNCEL ANLATIMIAntik Yunan ve Roma inançlarını, sanat ve kültür dünyasını, toplumsal yaşam ve insan ilişkilerini, gelenek ve göreneklerini farklı yorumlanışlarla etkileyen, biçimleyen Troya söylenceleri, o günden bugüne yazın, gösterim, görsel ve görüntü sanatlarında kendine yer açtı.Yunan dünyasının büyük ozanı Homeros’un (İ.Ö 800’lü yıllar) İlyada ve Odysseia destanları, Troya’da olan bitenin birer anıtsal yapıt olmanın ötesinde, olay örgülerinin öncesi ve sonrasıyla da farklı alanlardaki sanatçılara çıkış noktası oluşturdu.Öyle ki pek çoğu, bu iki destanın bilindik anlatımlarının ve içeriklerinin dışına çıkılarak biçimlendirildi.Norveçli oyun yazarı ve akademisyen Finn Iunker’in Iphigenia ve Helen adlı oyunları da böylesi bir yaklaşımın karşılığı...İÇ İÇE OLAY ÖRGÜLERİTek kitap içinde yayımlanan “Iphigenia” ve “Helen”, çağdaş tiyatronun anlatım olanaklarını içinde barındıran iki oyun. 2003’te Belçika’nın Antwarp kentinde sahnelenen oyunlar, birbirinin içine akan olay örgülerine sahip.Öyle ki, söylencelere göre on yıl süren Troya Savaşı’nın başlangıcında duran Iphigenia ile savaşın son altı ayı üzerinde biçimlenen Helen, geçen zamana karşın insana ilişkin duyusal ya da edimsel pek çok şeyin aynı kaldığının anlatılması gibiler.Ancak her iki oyun adına en dikkati çeken durum, okuyan ya da seyreden olalım, bizlerin İlyada Destanı’nı ve buna bağlı diğer söylenceleri, oyunları, yorumlanmış anlatıları genel olarak bilmemiz gerekliliğinin karşımıza çıkması.../Archive/2021/3/30/131016307-kapak.jpgGÜNCEL KARŞILIKLARI SORGULUYORYunan ordusunun Troya’ya gitmek için Aulis’te beklediği günleri anlatan “Iphigenia”, Euripides’in (İ.Ö480-406) yapıtlarında da ele alınan söylenceyi, bugünün değerlerini de içine alan çağdaş bir anlatımla sahneye taşımayı amaçlamakta.İzleri antik dünyada olsa da, babalığın “güç”le bağı, erkeklerin duygularının “erkek egemen bakış”a yenilişi, erkek egemen dünyada “kız çocuk” olma, kadın-erkek ilişkisi, kadınların inançla iç içe toplumsal yapılanıştan kaynaklanan olan biteni “kabulleniş”lerinin güncel karşılıkları oyunda sorgulanmakta.Belki de bu nedenle oyunda, kızı Iphigenia’dan daha bir öne çıkan Agamemnon karakteri, “baba”, “koca”, “kardeş”, “komutan” olarak daha geride dururken, tüm bunları içine alan ve her şey üzerinde egemen “iktidar olan erkek” konumuyla konuşma ve olay örgüsünün belirleyici unsuru. Çünkü yalnızca Agamemnon bilinçli, amacından sapmayan, bilerek ve isteyerek “işini” yapan “erkek” bireydir.Iunker’in yorumlayışında o, karakter olarak yönelişlerinde yaşadığı çelişkilere karşın, erkek egemen dünyanın olanaklarını sonuna kadar kullanandır.SAVAŞ, HIRS, ÖÇ, ELE GEÇİRME...Tüm olan biten, genç bir kızın savaş, hırs, öç, ele geçirme için kurban edilmesinin etrafında şekilleniyor:Gerçeği gördükleri halde ellerinden bir şey gelmeyen Yunan komutanlar... Annelikle eş olmak arasına sıkışan Clytemnestra... Eşi Helen’in aşığıyla kaçışının neden olduğu savaş sürecinden tedirgin ve şaşkın Menelaus... Baba olmaktan çok erk olmayı seçen Agamemnon...Tanrılar dünyasının isteği ile erkin emri/kararı karşısında aşklarını hiçe sayan ya da acımakla “zorunlu evlilik” arasına sıkışan erkekler... Erkek egemen dünyadaki gelişmeleri ve trajik sonuçları olan kararlarını “kader” olarak algılayan kadınlardan oluşan Koro...Hepsi Iphigenia’nın kurban edilişinin bilerek ya da bilmeyerek suç ortağı olarak durmakta. Oyunun konusu ve içeriği bu yanıyla coğrafyamızın gerçeklerine ve yaşananlara tarihsel bir süreç içinde bakmamıza katkı veriyor./Archive/2021/3/30/131035120-ic3.jpgIPHIGENIA BAŞLANGIÇ, HELEN SON!“Iphigenia”, söylencenin başının ele alındığı bir oyun olurken, “Helen” söylencenin son günlerine baktırıyor.İlk oyunda Paris’le kaçtığı belirtilen, bu nedenle Yunan ordusunu Troya önüne getirten Finn Iunker’in “kahraman erkeklerin başa çıkmak zorunda oldukları” ve daha da öte “uzlaşmaya varamayacakları bir kitle imha silahı” olarak tanımladığı Helen; İ.Ö 5. yüzyıl Atina’sında Euripides’in de ele aldığı gibi aslında Mısır’dadır.Sonradan öğrenir içinde yer almadığı halde nedeni olduğu Troya Savaşı’nı ve acılı sonuçlarını... Belki de bu durum, her savaş için “kullanışlı” bir yol bulunur düşüncesinin altını çizmektedir.“Helen” adlı oyunun öyküsü “İlyada” ile zamansal olarak örtüşerek, on yıl süren Troya Savaşı’nın son altı ayı üzerinde şekilleniyor. Yunanlılar bir yandan iç hesaplaşmalar ve sürtüşmeler yaşamakta, diğer yandan Helen konusundaki gerçeği görmezlikten gelmekte, başta Menelaus ve Agamemnon olmak üzere telaş ve korku içinde yaşamaktadırlar.Helen’in Troya’ya gelmesi, gerçeğin anlaşılması bile, savaşın sonuçlarından bekledikleri nedeniyle onları savaştan alıkoymaz.Sonunda anlaşılır ki, bir kenti ve halkını ortadan kaldırmak için “ahlaki” bir yalan, akılları çelen bir yönlendirme ya da inandırma yeterli olmuştur -günümüz dünyasında olup bitenlerden çok da uzak değil-./Archive/2021/3/30/131047526-kapakic5.jpgGÜNCEL VE TARİHSEL OLANI YAKALIYOR“Helen”, bölgemizin Antik dünya ile örtüşen süreçlerine savaş gerçeğinden baktıran bir oyun. Bugün de dünyanın pek çok yerinde karşılık bulan, yakın tarihe (hatta bugünden) bakınca da coğrafyamızda uygulanabilir olduğunu gördüğümüz, halkların ve bireylerin yönlendirilmesi konusu, oyunun ana teması...Günümüz Avrupa Tiyatrosu’nda deneysel ve farklı sahne uygulamalarına yakın duran Finn Iunker bu iki oyunun; konu, içerik ve anlatımıyla yaşananların her tarihsel zamana ve coğrafyaya denk düşebileceğinin altını çiziyor.“Iphigenia-Helen”in konusu ve oyun kişileri üzerinden güncel ve tarihsel olanı yakalamadaki işlevsel yanı kadar, ülkemiz toprağının geçmişine yolculuğa çıkartan yanıyla da tiyatro insanlarınca gözden kaçırılmaması gereken iki tiyatro metni örneği...Iphigenia-Helen (2 Oyun) / Finn Iunker / Çeviren: Ferdi Çetin / Habitus Kitap / 128 s. Hilmi Zafer Şahin

119 yıllık tarihi pencere

119 yıllık tarihi pencere Ayşe Övür, Botter Apartmanı’nda, kaçamadığımız kendimize ve geçmişimize bakarak bugüne dair neler öğrenebileceğimizi ve kendimizi bir şekilde iyileştirmemiz gerektiğine ikna ediyor. /Archive/2021/3/30/130740137-kapakic1.jpgBotter Apartmanı İstanbul’daki Art Nouveau Mimarisinin ilk eseri. 1900 yılında İstiklal Caddesi’nde inşa edilmiş. İstiklal Caddesi’nin sonlarında Türk-Alman Kitabevi’nin hemen yanında bulunan bina.Mimar Raimondo D’Aronco tarafından II. Abdülhamid’in saray terzisi Jean Botter’in ailesiyle birlikte yaşayacağı konut olarak inşa edilmiş.Haftada bir kaç kez önünden geçtiğim binaya dair daha önce böyle bilgiler bilmiyordum elbette. Ta ki Ayşe Övür’ün yazdığı ve Remzi Kitap tarafından yayınlanan ikinci romanı Botter Apartmanı’nı okuyana kadar.2010 YILININ İSTANBUL’UAyşe Övür İstanbul Üniversitesi’nde Klasik Arkeoloji eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede Eskiçağ Tarihi Bölümü’nde tamamlamış. Ve daha önce Sahra 1911 adında bir romanı yayınlanmış. Botter Apartmanı 2010 yılının İstanbul’undan bahsediyor ve insanın her halini sorguluyor. Kurduğu dil ve sakinliği ile dramatik olayları anlatışıyla okuru etkiliyor.Okura ayna tutan romanlardan biri Botter Aparmanı bir psikiyatrist olan Dr. Kaan M. Yamaner’in odasında başlıyor roman. Danışanlarından Zehra aklının içindeki sesleri susturamadığından şikayet ediyor.Dr. Kaan’ın muayenehanesi Botter Apartmanı’nda. Bugün 119 yıllık olan binanın içinde geçmişle bugüne dair pek çok şey canlanıyor. İlişkiler, bağımlılıklar, aile ve birey olma kavramları, kadın ve erkek olma meseleleri temel olarak insanı insan yapan pek çok şeye dair çeşitli sorgulamamalar anlatılıyor Ayşe Övür’ün romanında./Archive/2021/3/30/130823090-ic3.jpgGEÇMİŞLE BUGÜN ARASINDAKİ BAĞYazar gördüğü eğitimi romanın da kullanmış. Botter Apartmanı hikayesinde çeşitli tarihsel dönemleri de ele alıyor. Osmanlı tarihi, o dönemin sosyete hayatı, diğer yandan taşra, dönem dönem ise çeşitli coğrafyalar yer alıyor.Bir apartmanın boşlukları arasından çeşitli sesler duyuluyor ve hikâyeler birbirine giriyor. Bu geçmişle kurulan ilişki son zamanlarda psikoloji alanında adı çokça duyulan aile dizimi ve bununla ilgili terapileri hatırlatıyor.Geçmişten bugüne taşıdığımız travmaları iyileştiremediğimiz müddetçe gelecek yaşantımızı onların ele almaları elbette muhtemel ve Botter Apartmanı karakterleri geçmişle bugün arasında örtüşüyorlar.Ailelerin çoğu zaman kırılmasınlar, üzülmesinler diye düşünüp anlatmadıkları sırları ortaya seriliyor ve herkes aslında oradan süre gelen acıların bir şekilde ortağı olduğunu biliyor.Mimar, çamaşırcının kızı Nazlı, Matilda, Matilda’nın oğlu geçmişten gelen Botter Apartmanı kahramanları. Dr. Kaan’ın hikâyesi bugünden geçmişe mimarın torunu Esta’nın İstanbul’a gelmesiyle kesişiyor.Danışanı Zehra’nın geçmişiyle kurduğu hastalıklı bağları çözmeye çalışırken Dr. Kaan kendi geçmişine kendi aile bağlarına kişisel tarihine yöneliyor./Archive/2021/3/30/130812012-ic2.jpgFELAKETLERİN TEKRARI ÜZERİNE KURULU DÜNYA!Mimarın kızı Esta’ya âşık olan Kaan kendi terapisini ise Galata Mevlevihane’sinde buluyor. Kendi arayışını Mevlevi’nin sözüyle anlamlandırıyor “Dünya felaketlerin tekrarı üzerine kuruludur.”Aslında bu cümle dünyanın düzenini tanımlıyor. İnsan aynası bir başkasının gözünün içindedir diyor roman. Özellikle Kapıcı Hamza vurgusu ve Hamza’ya romanın içinde verdiği yer ile hiçbir suçun gizlenemediğini yeryüzünde yaptığımız her şeyin bir izi bize olmasa bile bizden sonrakilere bir dönüşü olduğunu gösteriyor.Bu romanı okuduktan sonra gidip o binanın karşısında bir süre durmak ve seyretmek istiyorsunuz. Tarih ve psikolojinin iç içe girdiği bu roman yer yer kurgusuyla polisiyeye de sıçrıyor. Ayşe Övür kaçamadığımız kendimize ve geçmişimize bakarak bugüne dair neler öğrenebileceğimizi ve kendimizi bir şekilde iyileştirmemiz gerektiğine ikna ediyor.Botter Apartmanı / Ayşe Övür / Remzi Kitap / 208 s. Adalet Çavdar

İmamoğlu, Erdoğan ile görüşmesini anlattı

İmamoğlu, Erdoğan ile görüşmesini anlattı İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesini anlattı. İmamoğlu, KRT TV'de Salı akşamları ekrana gelen 'Şimdiki Zaman'da gündeme dair çarpıcı açıklamalar yaptı."Erdoğan, Mansur Yavaş'a randevu veriyor ama size vermiyor. Acaba Cumhurbaşkanı ile aranızda bir inatlaşma mı var?" sorusun üzerine İmamoğlu "Beni çok sevdiğini düşünüyorum" dedi. Konukların şaşırması üzerine açıklama yapan İmamoğlu "Beni uzaktan sevdiğini düşünüyorum. İstanbul'da yaşayan bir insan, ben de İstanbul'u yönetiyorum. İstanbul aşkı olan bir cumhurbaşkanından bahsediyorsunuz. Kendi partisi ülkeyi yönetiyor ama çok başarılı bir iş yapan Cumhuriyet Halk Partili de bir Ekrem İmamoğlu var. Sevgi ve saygı var ama iki arada bir derede kalmış bir durum da var" ifadelerini kullandı.TOPBAŞ'IN CENAZESİNDE KONUŞTUKİstanbul Büyükşehir eski Başkanı Kadir Topbaş'ın cenazesinde konuştuklarını aktaran İmamoğlu, "Orada her şeyi söyledim, tüm duygularımı söyledim. Neden benim otobüs borçlanmamı imzalamadınız dedim. Sizinkiler 8-9 sene otobüs almamış filo eskimiş, 2 milyon kilometreyi geçmiş otobüslerimiz var dedim. Neden imzalamazsınız 5-6 aydır bekliyor diye aktardım" dedi.Erdoğan'ın cevabının sorulması üzerine "İmzalarız dedi" diyen İmamoğlu, kimseye sınır koymadığını ve bir kapıdan çıksa diğerinden gireceğini ifade etti. "Kendim için değil bu halk için gidiyorum" diyen İmamoğlu, Erdoğan'dan 4-5 defa randevu istemesine rağmen alamadığını ifade etti."BANA RANDEVU VERMEMEK DOĞRU DEĞİL""Bana randevu vermemek doğru bir tavır değil, ben size gelip ne anlatacağım, İstanbul'u anlatacağım" dediğini aktaran İmamoğlu, Erdoğan'ın her söylediğini olumlu karşıladığını, bu konuşmadan 4-5 gün sonra Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu'nun kendisini arayarak yazılı olarak randevu talep edin dediğini de sözlerine ekledi.EMİNE ERDOĞAN EŞİME MEKTUP YAZDIİmamoğlu "Sayın Emine Erdoğan'ı da eşimle beraber davet ettik. Davet ettiğimiz birçok isim var, çok kıymetli Selvi Kılıçdaroğlu'nu da davet ettik. Siyasi görevi olan kişilerin eşlerini de davet ettik. Sayın Emine Erdoğan da çok kıymetli ve çok özel bir mektup yazdı eşime." dedi.Program konuklarının mektubun içeriğini merak etmesi üzerine "Çok özel bir davet olduğunu, çok teşekkür ettiğini, işi olduğunu ancak kadınla ilgili mücadelemizin her zaman ortak mücadelemiz olduğunu anlatan uzun bir mektup yazdı" dedi. Bir oranda tepki beklediğini söyleyen İmamoğlu "Bunun üzerinde tepinmeyi doğru bulmuyorum, bunun üzerinden koparılan kıyameti düşünebiliyor musunuz?" diyerek sözlerini noktaladı. cumhuriyet.com.tr

'AltınÇağ’ın 21’inci yüzyılı!

'Altın Çağ’ın 21’inci yüzyılı! Gencoy Sümer, Aile Sırrı romanıyla günümüzde Altın Çağ polisiyesinden esinlenerek yazan az sayıdaki yazardan biri. Akıcı dili ve okurun gözünün önünde canlanan karlı Londra atmosferiyle yazar, oldukça sinematografik bir anlatım tarzı yakalıyor. /Archive/2021/3/30/130606654-kapakic1.jpgGünümüzde kapalı oda cinayetlerini konu alan çok az yazar var. Ancak bunun nedeni, Altın Çağ’a özgü bu anlatım tarzının eskimesi değil. Agatha Christie uyarlaması olan filmler ve diziler hâlâ oldukça popüler. Ancak bu alanın ustaları türlü türlü “Katil Kim?” kombinasyonunu geçen yüzyılda kullandığı için kapalı oda cinayeti kurgulamak göz korkutuyor.Buna rağmen değerli örnekler hala veriliyor. Bunlardan biri de Gencoy Sümer’in Aile Sırrı romanı.Adından da anlaşılacağı üzere roman, Altın Çağ’ın sık işlenen temasını yeniden kurguluyor: Odasında ölü bulunan varlıklı bir adam ve ailesinin cinayet soruşturmasıyla ortaya dökülen karanlık ilişkileri.Londra’da geçen romanda, ünlü bir ilaç şirketinde çalışan bilim insanı Broderick Conway, çalışma odasında ölü bulunuyor. Kendisini defalarca aldatan güzel eşi Jane, son dönem araları bozulan ortağı Dr. Deval, kızkardeşi Myrna ve evin hizmetçileriyle bir kuru temizlemeci baş şüpheliler olarak karşımıza çıkıyor.Tabii hepsinin ötesinde Dedektif Percule Hoirot var (Hayır, Hercule Poirot değil). Agatha Christie’nin ünlü dedektifinden esinlenen Hoirot karakteri, Poirot’la sıkı benzerliklere sahip. Ve tabii bu durum, hikâyenin kalanına ve cinayetin ardındaki sır perdesine de yansıyor. Bu nedenle romanı, “Altın Çağ’ın 21. yüzyıldaki bir uzantısı” olarak değerlendirmeyi uygun görüyorum./Archive/2021/3/30/130624732-ic2.jpgALTIN ÇAĞ’IN ADİL OYUNUErol Üyepazarcı 221B derginin “Agatha!” sayısındaki yazısında geleneksel “Katil Kim?” romanının ilkesinin “okuru şaşırtmak ama aldatmamak” olduğunu söyler. İngilizce’de “fair play” diye adlandırılan bu adil oyunda, okurun dedektifle eşit fırsatlara sahip olması gerekir. Buna göre katil en başından beri hikâyede yer almalı, tüm ipuçları okura verilmeli ve olay örgüsünde “doğa üstü” noktalar bulunmamalıdır.Bu açıdan, Aile Sırrı’nın büyük ölçüde adil oynadığını, ancak eleştirilmesi gereken birkaç nokta olduğunu belirtmeliyim.BURJUVANIN İŞÇİYE BAKIŞIAltın Çağ romanlarının baş kahramanları özel dedektifler, memurların beceriksizliğiyle sert biçimde alay eder. Aslında bu varlıklı, entelektüel ve zeki karakterler, burjuva sınıfının işçilere (polis memurları dahil) bakışının güçlü bir yansımasıdır. Bu nedenle bu romanlardaki polisler, zor cinayetleri çözmek için çok yetersizdir. Bu da özel dedektifleri devreye sokar.Öte yandan, Aile Sırrı’nın polis ve özel dedektif arasındaki bu ilişkiyi biraz abartılı biçimde yansıttığını söylemek mümkün. Öyle ki katilin gerçek kimliğini reddettiği romanın sonunda Hoirot, polisten zanlının parmak izini almasını istiyor. Böylece biz de polisin şüphelinin parmak izini almadığını öğreniyoruz.Kısacası polis parmak izi almış olsaydı, romana gerek kalmayacak, katilin gerçek kimliği baştan ortaya çıkacaktı. İşte bu durum “adil oyun” anlaşmasını da zedeleyen önemli bir faktör oldu.Toparlamak gerekirse Gencoy Sümer, Aile Sırrı romanıyla günümüzde Altın Çağ polisiyesinden esinlenelerek yazan az sayıdaki yazardan biri. Akıcı dili ve okurun gözünün önünde canlanan karlı Londra atmosferiyle yazar, oldukça sinematografik bir anlatım tarzı yakalıyor.Adil oyuna dair birkaç önemli eleştiriyle beraber, Aile Sırrı’nın bir polisiye okurunun kitaplığında bulunması gereken güzel bir Altın Çağ örneği olduğunu söyleyebilirim.Aile Sırrı / Gencoy Sümer / Herdem Kitap / 146 s. Çağla Üren




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter