News - Haberler
BoğaziçiÜniversitesi’nin ilk kadın rektörüProf. Soysal: 'İnsan istenmediği yerden gider'
Boğaziçi Üniversitesi’nin ilk kadın rektörü Prof. Soysal: 'İnsan istenmediği yerden gider' AKP’li Rektör Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasının ardından başlayan protestolar devam ederken kurumun ilk kadın rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal, Cumhuriyet’e konuştu. Soysal, “Akademinin yönetim kadrolarına talip olduğumda, bana ‘yapamazsın’ dediler. İlk rektörlük için aday olduğumda kaybettim ancak ikinci kez aday olduğumda kazandım. Üçüncü kez aday olduğumda kaybettim ve gittim. İnsan istenmediği yerden gider” dedi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla Prof. Ayşe Soysal ile konuşma fırsatı bulduk. Çalışan bir annesi olduğu için anneannesinin kuşağı ile büyüyen Soysal, anneannesinin Osmanlı döneminde pedagoji okuduğunu ve müslüman okullar da çalışamadığı için gayrimüslim okullarda eğitim verdiğini anlattı. Ailesinde güçlü kadınların olduğunun altını çizen Soysal, şöyle konuştu: “Anneannem gibi birisiyle büyümek beni, cesur ve inatçı birisi yaptı. Çünkü anneannem bana ‘kızım sen ne istersen, yapabilirsin’ derdi. Bu bana çok büyük cesaret verdi. Benim mücadeleci biri olmamı sağlayan etkenlerden birisi de spordur. Çünkü spor insanı mücadeleye alıştırıyor. Ben tüm kadınların spor yapması gerektiğini düşünüyorum.” ‘RENKLİ KADINLAR’ ARTMALITürkiye’de kadın meselesine, kadınları himaye altına almaya çalışılarak yaklaşıldığını dile getiren Soysal sözlerine şöyle devam etti: “Kadınlar artık kendilerine biçilen rolü istemiyor ve başkaldırıyor. Amerikalılar, renksiz kadınlar için ‘duvar kağıdı’ benzetmesi yapar. Erkeklerin gerisinde, gölgesinde duran kadınlar için bu tabiri kullanıyorlar. Bizim renkli kadınları çoğaltmamız gerekiyor. Bir duvar kâğıdı gibi arka planda kalan kadınlardan mı olmak istiyoruz yoksa kendi kişiliklerimizi ve yollarımızı mı izlemek istiyoruz? Kadınlar, önce buna karar vermeli. ‘Elâlem ne der’ derdini aşmış kadınlara hayranım. Cumhuriyet’in kadınlara getirdiği açılımlara ben inanmıştım. Küçükken meselenin o zaman başladığını ve başarılı bir şekilde bitirildiğini düşünmüştüm. Ondan sonra anladım ki güzel bir yola çıkış olmuş, ama o yolun devamında bize rehavet çökmüş. Bu durumun Türkiye için çok büyük kayıp olduğunu düşünüyorum.’”BARİTON SESLİLER KADAR...Boğaziçi Üniversitesi’nin 2000 yılındaki rektörlük seçiminde aday olan Soysal, seçimi kaybetti ancak 2004’te ikinci kez aday olduğunda 344 oydan 164’ünü alarak birinci olmayı başardı. Soysal, Boğaziçi rektörlüğüne uzanan bu süreci şöyle anlattı: “Yakın arkadaşlarımdan biri bana ‘Senin bu görevi yapacağına inanıyorum. Ancak Boğaziçi’nin dinamikleri bir kadını rektör yapmaz’ dedi. Ben de yapmayacağını düşündüm ancak zorlamam gerektiğine karar verdim. Kadın olarak, insanların size güvenmesi zor oluyor. Bu işi, erkekler kadar, hatta onlardan daha iyi bir yapabileceğimi düşündüm. Ama buna meslektaşlarımı ikna etmek kolay olmadı. Biz kadınların fikirleri, erkeklerin fikirleri kadar kolay satılamıyor. Fikir sahibi olmak bizde erkeklere atfedilen birşey, ben en iyi şekilde fikirlerimi sunsam da bariton sesliler kadar etkili olamıyordum.” Rektörlük görev süresi bitince 2008 yılında yapılan seçimde ikinci sırada kalan ancak iktidar tarafından yeniden atanmak istenen Soysal, kendisine getirilen teklifi reddetti. Soysal, şunları söyledi: “‘Yenilgilerim bana başka kapılar açtı. Ben seçimi kaybedince gittim, insan istenmediği yerden gider. Hakkıyla yapacaksanız, rektör olmak çok yıpratıcı. Sürekli kriz yönetimi yapıyorsunuz. Batı’daki gibi dışarıdan müdahale edilmeyen bir üniversitenin başında değilsiniz. Üniversitede devam eden protestolara katılan öğrencilerin hepsi mezun olduktan sonra da Türkiye’de istediğimiz değişiklikleri, gelişimleri gerçekleştirecek. Gençlere inanıyorum ve güveniyorum.” Kübra KöklüDünyadaki ilk kadınörgütlenmesi: Bacıyan-ıRumörgütü
Dünyadaki ilk kadın örgütlenmesi: Bacıyan-ı Rum örgütü Ahi Teşkilatının kadın kolu olan Bacıyan-ı Rum mensupları, yönetimin yanlış kararlarına ve Moğol istilasına karşı da Ahilerle birlikte savaştı. Moğol askerleri ve sonra da mallarına el koyan Selçuklu sultanlarına direnen Anadolu Bacıları’nın bir kısmı kılıçtan geçirildi. Bazıları da esir hayatı yaşadı. Avrupa’da Sanayi Devrimi öncesinde nitelik gerektirmeyen ve çoğunlukla da aile içi işletmelerde vasıfsız içi olarak çalışan kadınların bir ücret karşılığı işgücüne katılması ancak 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. Emek yoğun işlerde ucuz içgücü olarak yararlanılan kadınların örgütlenmeleri de ancak 19. yüzyılla birlikte mümkün olacaktır. Oysa Anadolu’da kadınlar daha 13.Yüzyılda kendi başlarına iş kurabilme, ara mal üretme, ürünlerini kadınların kurduğu çarşılarda satma ve çalışan kadınlarla dayanışma amaçlı örgüt kurarak dünyadaki ilk kadın örgütlenmesini de gerekleştirme başarısına imza atmıştır. Ancak ne hazindir ki, Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) örgütünden bırakın dünyayı, bu topraklarda bile konu ile ilgili bir avuç akademisyen dışında haberdar olan yok. Bu konuda yurtiçinde çalışma yapanların sayısı o kadar az ki, yabancı bilim adamları, Âşık Paşazade’nin ilk kez söz ettiği Bacıyan-ı Rum örgütünün varlığına şüphe ile bakmış, olsa olsa bunun yanlış okuma ya da yanlış kayda geçme ihtimali üzerinde durmuşlar. Alman Şarkiyatçı Taescner, 1200’lü yıllarda bir kadın orgütlenmesini imkânsız görmüş ve Bacıyan-ı Rum örgütü diye alıntılanan tamlamanın Hacıyan-ı Rum olabileceğini öne sürmüştür.Dünyada Ahilik teşkilatı ile birlikte kooperatifçiliğin de ilk örneğini oluşturan Bacıyan-ı Rum, sadece mesleki bir teşkilat değil aynı zamanda siyasi faaliyetlerin de yürütüldüğü bir kadın örgütlenmesidir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin halkın yaşamını zorlaştıran kimi uygulamalarına karşı direndiş gösterdiği gibi Moğol istilasına karşı da bulunduğu şehri teslim etmek istemeyen Ahi Teşkilatı’yla birlikte amansız bir direniş göstermiş, bunun bedelini de canlarıyla ödemişlerdir. DİNSİZ TÜRKMENLER DENİLDİBacıyan-ı Rum örgütü, siyasi kimliği ve ortodoks Sünni din anlayışını reddeden batıni tasavvuf eğilimi nedeniyle o günden ne devlet katında ne de akademi dünyasında gereken ilgiye mazhar olamamıştır. Âşıkpaşazade tarihi, Bektaşi manakıpnameleri ve seyyahlar dışında kalan tarih yazılımı kasıtlı ve karalayıcıdır. Saray tarihçilerinin yanında Ahmet Eflaki gibi Mevlevi tarihçileri Ahi Teşkilatı ve Bacıyan-ı Rum örgütü hakkında “dinsiz Türkmenler, Babai, Hasan Sabbah artıkları, mülhid, zındık” gibi suçlamalara yer vermiştir. Mevlevi tarihçilerinin Ahi Teşkilatı ile Bacıyan-ı Rum örgütünü hedef almasının arka planında Moğol işgali karşısında farklı tutum almaları yatmaktadır. Ahiler ve Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) Moğollara direnirken Mevleviler ise Moğollara koşulsuz biat etmekle kalmayıp Ahilerin ve Bacılar’ın tekke ve medreselerinin kendilerine verilmesini talep etmiştir./Archive/2021/3/8/021924179-miyase-1-max-rnk-s10.jpgBACILARIN LİDERİ FATMA BACIBacıyan-ı Rum örgütünün lideri Fatma Bacı, Ahilerin lideri Ahi Evran’ın eşidir. Sadece eşinden dolayı değil dönemin ünlü mutasavvıflarından Evhadüddin- Kirmani’nin de kızı olması nedeniyle büyük saygınlığı vardır. Ona olan derin saygı Alevi-Bektaşi kitleler nezdinde bugün de sürüyor. Ancak bugün ona duyulan saygı, başında bulunduğu örgütten, verdiği mücadeleden ve Ahi Evran’ın eşi olmasından dolayı değil, Moğolların elinde 14 yıllık esaretten ve eşi Ahi Evran’ın katletilmesinden sonra sığındığı Hacı Bektaş Veli’nin evlatlığı ve onun felsefesini ve ilmini öğrettiği vârisi olmasından dolayıdır. Hacıbektaş’ın evlatlığı ve ilmi varisi olan Fatma Bacı’nın adı da o tarihten sonra “Kadıncık Ana” olarak anılmaya başlamıştır.Kadınların kurduğu bu sosyal, kültürel, ticari ve siyasi örgüt Ahilik teşkilatından ayrı düşünülemez. Sonuçta Bacıyan-ı Rum örgütü Ahilik teşkilatının bir nevi kadınlar koludur. Ahilik teşkilatının bütün ilke ve kararları Bacıyan-ı Rum örgütü için de geçerliydi.KADINLI ERKEKLİ YEMEKLERAhilik Teşkilatı’na bağlı belli malları satan tüccar ve üretim atölyeleri bugünkü sanayi siteleri gibi belli çarşılarda toplanmıştı. Ahi Evran debbağların piri olarak tarihe geçmiş olsa da 32 çeşit sanatkâr kolunun da lideridir. Şehirlerde kurulan sanayi sitelerinde kadınların üretimlerini pazarladıkları dükkan ve atölyeleri bulunmaktaydı. Kayseri’de dericiler ve bakırcılar çarşısının yanında bulunan Külahduzlar (Örgücüler) çarşısında da kadınlar debbağların tabakladığı derilerdeki yünleri ip haline getirip örgücülükte kullanıyor ve bunları kendilerine ait çarşıda satışa sunuyordu. Külah, halı, kilim, kumaş ve diğer dokumacılık kollarında faaliyet gösteren Bacıyan-ı Rum örgütüne mensup kadınlar, Ahilik Teşkilatı’nın güçlü olduğu Kayseri, Kırşehir ve Konya gibi şehirlerden sonra Moğol istilasının ardından çekilmek zorunda kaldıkları uç bölgelerde de bu faaliyetlerini sürdürürler. Yeniçerilerin giydiği akbörkün ve diğer giysilerin de Bacıyan-ı Rum mensuplarında üretildiği söylenir.Ahi Evran, göçebe Türkmenlerin şehirleşmesinde onları piri olduğu teşkilat aracılığıyla sanatkâr yaparak katkı sunarken eşi Fatma Bacı da benzer işlevi Türkmen kadınları iş sahibi yaparak gerçekleştirmiştir. Diğer İslam coğrafyalarında ve Avrupa’da kadının çalışması ve hele kendine ait bir işyerinin olması hayal bile edilemezken Anadolu’da Bacıyan-ı Rum örgütü sayesinde gerçekleşmiştir. Bacıyan-ı Rum üyesi kadınlar Ahilerle birlikte mesleki eğitim kursları düzenliyor ve bazı akşamlar kadınlı erkekli yemekler düzenliyordu. KANLA BASTIRILAN DİRENİŞ VE DAĞILMAAhilik Teşkilatı’nın kurulması ve yagınlaşmasında sultan Alaaddin Keykubad’ın verdiği desteğin payı büyüktü. Alaaddin Keykubad’ın, oğlu II. Gıyaseddin Keykubat tarafından zehirlenmesi, Ahiler ve Türkmenler üzerinde sarsıcı etki yarattı ve o nedenle yeni sultana karşı direnişe geçtiler. II. Gıyaseddin Keykubat, Ahilerin birçoğunu öldürdü. Sultanın kötü yönetiminden faydalanan Moğollar Anadolu’ya akınlar başlattı. Kösedağ’da Selçuklu ordusunu yenilgiye uğratan Moğollar, Tokat ve Sivas’ı hiçbir direnişle karşılaşmadan aldılar. Dönemin en önemli ticaret merkezi olan Kayseri’ye girmek istediklerinde Ahiler ve Bacılar şehri teslim etmeyip direnişe geçtiler. Ancak Kayseri Subaşısı, Moğollara yol göstererek su yolundan onları şehre soktu. Ahiler ve Bacılar kılıçtan geçirildi Liderleri esir alındı, örgütleri dağıtıldı (1241).Celaleddin Karatay’ın Moğollarla anlaşması sonrası Ahilik ve Bacıyan-ı Rum örgütü yeniden faaliyete geçtiyse de Selçuklu şehzadelerinin taht mücadelesi sonrasında Moğollar yeniden Anadolu’ya girdi. I. Kılıçarslan’ı tahta oturtan Moğollar üç kişilik bir vezir kadrosuyla ülkeyi yönetmeye başladılar. Bu üçlü yönetim döneminde Ahilerin ve Anadolu Bacılarının sahip olduğu her şey Mevlevi ve Kalenderi dervişlerine verildi. Ahilerin mülkleri ellerinden alınmaya başlanınca Ahi Evran, “Agaz u encam” adlı risalesinde sitemini şöyle dile getirir: “Bu zamanın kurt tiynetli yöneticileri, kişilerin mallarına el koymaktadır. Şeriatın hükümleri büyük ölçüde ortadan kalktı. İslam’dan sadece bir ad kaldı.”Ahiler ve Bacılar Kırşehir’de direnişe geçtiler. Direnişe geçen Ahiler arasında babası ile arası açık olan Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi de vardı. Mevlananın müridi Kırşehir Emiri Nurettin Caca, bu direnişi kanla bastırdı. Ahi Evran, Mevlana’nın oğlu ve Ahilerin çoğu kılıçtan geçirildi. Ahi Evran öldüğünde 90 yaşındaydı. Ankara, Denizli, Çankırı, Aksaray ve Tokat’ta da direniş kanla bastırıldı. Mevlevi tekkesine bağlanmayı reddeden Ahiler ve Bacıyan-ı Rum mensupları uç bölgelere göçtü.Bacıyan-ı Rum örgütü böylece dağıtıldı. Fatma Bacı da Hacıbektaş’ın yanına, Suluca Karahöyük’e sığındı. Hacı Bektaş’ın evlatlığı olan Fatma Bacı burada İdris Hoca adlı biri ile evlendi. Hacıbektaş’ın nefes evladı olup, onun ilminin ve felsefesinin Abdal Musa ile birlikte günümüze kadar ulaşmasını sağladı. Miyase İlknurAYM, Korkusuz’a verilen ilan cezasını‘hak ihlali’olarak değerlendirdi
AYM, Korkusuz’a verilen ilan cezasını ‘hak ihlali’ olarak değerlendirdi Hukukçular, BİK’in ‘ilan yasağının basın özgürlüğü üzerinde sopa gibi’ kullanılmasının tek adam rejiminin sonucu olduğunu belirterek, basının AYM’ye başvurabileceğine işaret etti. Anayasa Mahkemesi (AYM), iktidarın Basın İlan Kurumu (BİK) aracılığıyla muhalif basın üzerinde bir “sopa gibi kullandığı ilan ve reklam kesme cezalarıyla” ilgili önemli bir karara imza attı. AYM, Korkusuz gazetesine verilen basın ilan cezasını “hak ihlali” olarak değerlendirildi. Kararda, “İfade ve basın özgürlüğü ihlal edildi” ifadelerine yer verildi. AYM’nin kararını değerlendiren hukukçular, “BİK bu karardan sonra kendine çekidüzen vermelidir. Bu karar sadece Korkusuz gazetesi kararı ile sınırlı olamaz. Emsal teşkil eder. BİK bu karara göre hareket etmek zorundadır. Cumhuriyet gazetesi de bireysel olarak AYM’ye gittiğinde aynı sonuç çıkacaktır” dedi. Hukukçular AYM kararını Cumhuriyet’e değerlendirdi:Rıza Türmen (Eski Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yargıcı): AYM’nin Korkusuz gazetesi kararı çok güzel bir karar. Kararın birkaç önemli özelliği var. Bir tanesi diyor ki basın özgürlüğünün koşullarından biri ekonomik imkânların bulunması. Yani ekonomik imkânlar yoksa basın özgürlüğü gerçekleşemez. Ekonomik imkânlara resmi ilanlar ve reklamlarla kavuşuluyor. AYM, ‘ilan kesme cezası bir yaptırım aracı olarak kullanılamaz’ diyor. Tabi bizde bu gazeteleri cezalandırmak için bir yaptırım aracı olarak kullanıyor. Kararda böyle cezaların caydırıcı etki yarattığı belirtilmiş. Tabii bu sadece Korkusuz gazetesi için değil bütün basın için bu etki söz konu. Tabii bir de doğru düzgün inceleme yapılmadan itirazların reddedilmesi var. AYM’nin bireysel başvurular nedeniyle verdiği insan hakları ihlalleri kararları sadece o davayla sınırlı değildir tabii. Karar emsal teşkil eder. BİK bu karara göre hareket etmek zorundadır. Cumhuriyet gazetesi de bireysel olarak AYM’ye gittiğinde aynı sonuç çıkacaktır. BİK bu karardan sonra kendine çekidüzen vermeli. ‘YOL GÖSTERİCİ’Sabih Kanadoğlu (Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı): Bireysel hak ihlallerinde hiçbir zaman emsal olmaz. Her biri için ayrı ayrı başvuru ve ona göre inceleyerek karar verilmesi lazım. Bu kararın o konuda uygulama yapanlar için yol gösterici olduğundan kuşku yok. BİK muhalif basın üzerinde sopadan daha sert bir biçimde kullanılıyor. Ortaya çıkmış siyasi duruma demokrasi demek mümkün değil. Zaten tek adam rejiminde, o tek bir adamın kontrolü, denetimi ve emri altında bütün kurumların elbetteki demokratik yönde bir karar verebilecekleri düşünülemez. Anayasadaki basına tanınmış olan bütün hakların ihlal edildiği bir dönem yaşıyoruz. İşin en enteresan tarafı anayasa uygulanmayarak sanki yeni bir reform yapıyor gibi birtakım eylem planları halkı kandırıcı biçimde ortaya dökülüyor. Turgut Kazan (Eski İstanbul Barosu Başkanı): AYM’nin bu kararı doğrudur. Daha önceki kararlar da dikkate alındığında Korkusuz ile ilgili verilen karar isabetlidir. Türkiye’de BİK sorunu AYM’de, Hâkimler Savcılar Kurulu ve ilgili tüm kurumlarla birlikte mutlaka demokrasiye ve basın özgürlüğüne uygun biçimde yeniden yazılması gerek. Türkiye’de bu işleri uygulayacak yargı siyasal iktidara bağlı olduğu için benzer uygulamalar devam edecektir. Demokrasi ve özgürlükler temel haklar tek insanın takdirine bırakılıyorsa zaten orada güvence yok demektir. En üstteki bu işe nasıl bakıyor, diye bakıyorlar. Kendilerince oradan alacakları ilhama göre hareket ediyorlar. EFKAN ALA ŞİKÂYET ETTİ Korkusuz gazetesi, 3 Ağustos 2015’teki nüshasında eski İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın görevden ayrılmasına karşın konutunu boşaltmadığı ve 2.5 milyon liralık tefrişat yaptığını yazdı. Ala’nın şikâyeti üzerine başlatılan soruşturmada Küçükçekmece Başsavcılığı takipsizlik kararı verdi. Ankara 7. Sulh Ceza Mahkemesi ise Ala’nın tekzip metninin yayımlanmasını kararlaştırdı. Ancak Korkusuz, bu tek taraflı metni yayımlamadı. Ala, da BİK’e başvurarak tekzibi yayımlamadığı gerekçesiyle Korkusuz’u şikâyet etti. Şikâyet üzerine BİK, Korkusuz’a 2 gün “resmi ilan ve reklamların kesilmesi” cezası verdi ancak gazetenin resmi ilan ve reklam yayımlama hakkı bulunmadığından verilen cezanın şimdilik uygulanmamasını kararlaştırdı. Küçükçekmece 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Korkusuz’un bu karara yaptığı itirazı kısmen kabul ederek, cezayı bir güne düşürdü. Korkusuz, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvuruda bulundu. AYM de “hak ihlali” kararı verdi. Zehra ÖzdilekOrman işçisi kadınlar, sendikal haklarıiçinçağrı: "Çiçek değil hak verin"
Orman işçisi kadınlar, sendikal hakları için çağrı: "Çiçek değil hak verin" Çanakkale Bayramiç’e bağlı Karıncalı köyünde orman işçiliğinde çalışan kadın emekçiler, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, Tarım Orman İş Sendikası üyelerini çalışma koşullarının duyurulması için Çanakkale’ye davet etti. Ziyarete ilişkin Cumhuriyet’e konuşan Tarım Orman İş Genel Başkanı Şükrü Durmuş, orman köylülerine uygulanan birim fiyat yönteminin kayıtdışı çalışma alanı yarattığını beliterek, “Ormanlarda Suriyeli ve Afgan göçmenler görmek mümkün” dedi."ÇİÇEK DEĞİL HAKKIMIZI İSTİYORUZ"Türkiye’de güvencesiz koşullarda çalışan 500 bini aşkın orman köylüsü olduğuna dikkat çeken Durmuş, Karıncalı köyünde orman işçisi kadınların davetine ilişkin, “‘Sakın, gelirken 8 Mart’ımızı kutlamak için bize çiçek böcek getirmeyin, haklarımızı, sigortamızı, iş güvenliğimizi istiyoruz’ dediler. Biz de yeni bir süreç başlatıyoruz. Orada sendikal örgütlenme başlatacağız” dedi. Sloganlarının “Yeni Dünya Kadın Dayanışması ile Kurulacak” olduğunu da dile getiren Durmuş, bu sendikalaşma hareketini ülke geneline yayacaklarını da vurguladı. Sarp SağkalSağlıkçılar, hastane yemekhanelerininözelleştirilmesindenşikâyet etti
Sağlıkçılar, hastane yemekhanelerinin özelleştirilmesinden şikâyet etti CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, Türkiye genelinde devlet hastanelerinin yemekhanelerinde yapılan özelleştirmelerle, yemeklere ilişkin şikâyetlerin arttığını belirtti. Diyarbakır Gazi Yaşargil Devlet Hastanesi’nde çalışan sağlıkçılara verilen yemekten böcek çıktığına ilişkin haberlerin ardından, devlet hastanelerinin yemekhanelerinin özelleştirilmesi konusu gündeme geldi. Konuya ilişkin Cumhuriyet’e konuşan CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, Türkiye’de çok sayıda hastanenin yemekhanelerinin özelleştirilmeye başladığını belirtti. Özelleştirmelerle yemeklere ilişkin şikâyetlerin arttığını aktaran Gök, “Bir hastanede verilen yemeklerde böcek türü sağlığa zararlı şeylerin çıkması bir hak ihlalidir. Diyarbakır’da saptadığımız bu olay çok somut bir örnektir. Bununla ilgili Türkiye genelinde hastanelerden de benzer şikâyetler duyuyoruz. Bu özelleştirme sağlık hakkının nasıl feda edildiğinin göstergesidir. Pandemi döneminde bağışıklığın güçlendirilmesi, sağlığın korunması açısından birinci derecede önemli olan yemeğin böylesine zararlı sunulması ve buna göz yumulması başta sağlık çalışanları ve hastaları olmak üzere tüm sağlık sistemimizi tehdit etmektedir” ifadelerini kullandı. BAKANA SORU ÖNERGESİKonuyu Meclis gündemine de taşıyan ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın yanıtlaması istemiyle soru önergesi veren Gök, “2002-2021 döneminde özelleştirilen hastane yemekhanelerinin sayısını yıllık temelde ve illerimize göre açıklar mısınız? 2002-2021 döneminde özelleştirilen hastane yemekhanelerinin ihale bedellerini açıklar mısınız? 2002-2021 döneminde özelleştirilen hastane yemekhanelerinde çıkan yemekler sebebiyle rahatsızlanan sağlık çalışanlarının ve yurttaşlarımızın sayısı nedir” sorularını yöneltti. Sarp SağkalKılıçdaroğlu'ndan Erdoğan'a atasözlüyanıt: 'Açtavuk kendini buğday ambarında sanırmış'
Kılıçdaroğlu'ndan Erdoğan'a atasözlü yanıt: 'Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış' Neden Kemal Kılıçdaroğlu? Siyaset ısındı... Siyasi Partiler Yasası, seçim mevzuatı, “İnsan Hakları Eylem Planı”, ekonomik reform derken seçim atmosferine girildi. Partiler içinden yenileri çıkıyor, fezlekeler tartışılıyor. Peki, Millet İttifakı’nın yol haritası ne diyor? Erdoğan’ın dediği gibi “tel tel dökülmeye” başladılar mı? Bir arada durmakta zorlanıyorlar mı? Gözler muhalefette olunca bize de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na sormak kaldı. - Bütün çabaları ittifakı bozmaya dönük ama bir türlü bozamadı. Buradan bir kişinin ayrılmasını ‘tel tel dökülme’ diye tanımlıyor. Derler ya, “aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış”.- Sarayda herkes mutlu, herkes 3-5 yerden maaş alıyor. Erdoğan bir yere giderken binlerce polisle gidiyor. Ben muhalefet partisi olarak gidiyorum. Cebime “İş, iş, iş” yazan kâğıtlar konuluyor.- Erdoğan İstanbul seçimlerinde YSK’yi baskı altına aldı, istediği kararı çıkarttı. Orada yaptığının ne sonuçlar doğurduğunu halk O’na gösterdi.. “Kaybettim ama ben gitmiyorum”u hangi gerekçeyle söyleyecek? - 3 milyon 600 bin Suriyeli var. 2023’te sandığa gidip ilk kez oy kullanacak da 6 milyon 300 bin genç seçmen var. 6 milyon 300 bin genç Türkiye’ye demokrasiyi getirecek. - İktidar, Kürt kökenli vatandaşlarımızı düşmanlaştırıyor. Bu, toplumsal barışımızın dibine dinamit koymak demektir. Bu ülkenin kuruluşunda, büyümesinde, kalkınmasında hepimizin alın teri ve emeği vardır.-Kamu bankalarının teminat mektubu bile vermediği bir firmayla Devlet Malzeme Ofisi neden anlaşma yapıyor? “Kılıçdaroğlu devlet sırrını açıkladı” diyor. Herkesin bildiği bir konunun, neresi devlet sırrı?/Archive/2021/3/8/004002956-08-kemal1-sb-sy7.jpg• Sayın Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı’nın söylediği gibi “ittifak olarak 40 yamalı bohça misali tel tel dökülmeye” mi başladınız? O söyleyenin hayali. Beklentisini öyle bir noktaya çekmiş ki bir kişi ayrı bir parti kursa onu olağanüstü bir olay kabul ediyor, çünkü direncimizi görmeye başladı. Bütün çabaları, ittifakı bozmaya dönük ama bir türlü bozamadı. Buradan bir kişinin ayrılmasını “tel tel dökülme” diye tanımlıyor. Derler ya, “aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış”, Erdoğan’ın pozisyonu da bu. Ne yaparsa yapsın, bu ülkeye demokrasiyi getirmek isteyen insanlar birbirlerinden ayrılmayacak. • Millet İttifakı’nın ortakları her şeye rağmen bir arada durmak için büyük bir direnç gösteriyor. Zaman zaman zorlanıyor musunuz? Hayır. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Güçlendirilmiş parlamenter sistem söylemi bizi birbirimize yakınlaştıran temel söylem. Bunun üzerinden yürüyeceğiz. • Tüm paydaşlarınızla siyaseti mi dönüştürmeye çalışıyorsunuz? Millet İttifakı’nı oluşturan siyasi partiler, ülkede can ve mal güvenliği, yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü, düşünce özgürlüğü olmadığını görüyor. 19 yıldır tek başına iktidar olan bir siyasal partinin, 19 yılın sonunda 10 milyonu aşkın işsiz yarattığını da görüyor. Ülke kaynaklarının sorumsuzca harcandığını görüyor. Gelir dağılımındaki dengesizliği görüyor. Böyle bir tablo bizi önce eleştiride, sonra da çözümde birleştiriyor. Soruna kaynaklık eden ana unsur tek adam rejimi. Ortada devlet aklı kalmadı. Devlet aklı demek, devlette çalışan liyakatli kadroların siyasi otoriteye, hukuk sistemi içinde istedikleri çalışmaları hazırlamaktır. Eğitimden sağlığa kadar... Var olan tek adam sisteminde liyakat tamamen devre dışı bırakıldı. Bir kişinin aklıyla hareket eden bir devlet yapısı ortaya çıktı. En somut örneğini Akdeniz’de arama yapılacak olan gemimizde gördük. Dört saat Erdoğan’a ulaşılamadığı için Türkiye Cumhuriyeti Devleti yanıt veremedi. En son “Arama yapacağız” denilince, Roma Büyükelçisi, “1 saat daha izin verin” dedi. Bakın beş saat süreyle eğer bir büyükelçi, dışişleri bakanına veya Erdoğan’a ulaşamıyorsa orada devlet aklı yoktur. Millet İttifakı’nı oluşturan siyasi partiler bu güzel ülkenin bir kişinin kararıyla felakete sürüklenmesini istemiyor. Ortaya çıkan tablo son derece rahatsız edicidir. Kaldı ki sorun sadece Erdoğan’a ulaşma sorunu da değildir. Sorun ülke yönetiminin yaşadığı kaostur. ASLAN PAYI BEŞLİ ÇETENİN• Görüş ayrılıkları... Doğal olarak hepimiz ayrı bir siyasi partiyiz. Sorunların çözümüne farklı bakabiliriz. Ama demokrasiye bakışımız aynı. Aslında halk tüm gerçeklerin farkında... Bir kişinin partiden ayrılması, başka parti kurması falan önemli değil. Halk kararlı: “Ben bunları göndereceğim” diyor. • Ayrılanları ittifakı bozmaya çalışmakla eleştiren bir grup da var...Sokaktaki insan bunları görüyor. “Arkadaş” diyor, “Sen demokrasi istemiyor musun, dur bir demokrasiyi getirelim, ondan sonra ayrı parti kurabilirsin. Ama önce şu demokrasiyi bir getirelim. Düşünce özgürlüğünü, yargı bağımsızlığını getirelim... Ondan sonra varsa partiden kaynaklı sorunun ayrılabilirsin veya partide kalarak mücadeleni sürdürebilirsin...” • Sokaktaki insan derken AKP seçmenini de katıyor musunuz? Tabii. Bakın, bizim AK Parti ve MHP tabanıyla bir sorunumuz yok. Bugün yoksulluğu en fazla yaşayan AK Parti tabanı. Gidin İstanbul’da AK Parti’nin yüksek oy aldığı yerlere bakın. Oralarda yoksulluğun ne boyutlara ulaştığını göreceksiniz. • Siz gidiyor musunuz o mahallelere? Gidiyoruz tabii. • Gittiğinizde hiç tepki çekiyor musunuz? Tepki gösteren yok. Sadece seçim döneminde kapılarını çalan siyasi partilerden olmadığımız için çok memnun oluyorlar. 20-25 milletvekilimiz belli bir planlama içinde, -ki planlamayı Meclis Gurubu ve Genel Merkez eşgüdüm içinde yapıyorlar- şehirleri geziyor, esnafla konuşuyor, dertlerini dinliyorlar. Milletvekillerimiz, esnaf için ve KOBİ’ler için iki kez 81 ile gitti. Çok ciddi çalışmalar yaptılar. Bu süreçte halkın bizden beklentilerini görüyoruz. Önce sorunları saptayıp sonra çözüm üretiyoruz. Biz tepki görmüyoruz ama inanın AK Parti milletvekilleri alana çıkamıyor. Çıkma şansları da yok. Çiftçi, esnaf gırtlağına kadar borçlu... • Geçmişin muhalefet söylemlerine bakalım: AKP her seçim kazandığında yurttaşın oyunu bir paket kömüre, makarnaya sattığı söylendi. “Mitinglere parayla adam topluyorlar” denildi. Şimdi AKP’li vekilleri sizin deyiminizle halkın arasında dolaşamaz hale getiren paranın bitmesi midir? AK Parti, devletin kaynaklarını büyük ölçüde rantiye kesimine aktardı. 83 milyondan toplanan vergilerin paylaşımı bütçeyle yapılıyor. Bu paraların önemli bir kısmı rantiyeye gitti. Vatandaşa çok az kısmı kaldı. İstihdam yaratan yatırım sembolik düzeyde kaldı. İnsanlar işlerinden oldu. Erdoğan, kendi tabanına bunun propagandasını “Yol, köprü, hastane yapıyoruz, devletin cebinden beş kuruş çıkmayacak” diyerek yaptı. Herkes de bunu doğru kabul etti. Sonra gerçek ortaya çıktı ki tam tersine vatandaştan alınan verginin önemli bir kısmı bunlara gidiyor. Yolcu garantileri, hasta garantileri... Bu paralar bütçenin önemli kısmını yutan paralar. Böyle olunca geniş kitlelere para kalmadı. Kontrolsüz borçlanma, iktidarı yüksek faiz ödemeye de mahkûm etti. Türkiye’yi öyle bir noktaya getirdiler ki borcun faizini de ödemek için borç alındı... Türkiye şu anda dünyada en yüksek faizle borç alan ülkelerden biri... Bu şöyle bir tabloyu ortaya çıkardı: Toplanan vergilerden aslan payını başta beşli çete diye tanımladığımız şirketler aldı. Ama vatandaş artık gerçeği görüyor. Erdoğan ne söylerse söylesin, vatandaş akşam eve geldiğinde tabloyu görüyor. Kimsenin yüzü gülmüyor, herkes icralık, buzdolabı boş. • Bu hafta da ekonomik reform paketi açıklanacak biliyorsunuz, ne açıklanabilir sizce? Şu anda öncelik istihdam yaratmak olmalı... Yaratabiliyorsa alkışlarız ama yaratamayacak ve yine elini vatandaşın cebine atacaksa -ki kurumlar vergisinin dolaylı olarak yüzde 10 artırılması bunun işareti- bu kabul edilemez. Bugün 10 milyonu aşan işsizimiz var... 19 yılda 10 milyonu aşkın işsiz yaratmak izlenen ekonomik politikanın iflasıdır. Aslında bu bir utanç tablosudur. • Şu cümle Erdoğan’ın son konuşmasından: “CHP, yıllarca vatandaşların bir bölümünü, Atatürkçülük, laiklik, demokratlık, çağdaşlık gibi değerleri kullanarak istismar etti...” Ettiniz mi? Bunlar sadece CHP’nin değerleri değil, çağdaş Türkiye’nin değerleri... Kaldı ki anayasada yer alan temel kurallar. Bu evrensel kuralları hepimizin savunması gerekiyor. Bir partinin tekelinde olacak kurallar değil bunlar. Erdoğan öyle bir noktaya geldi ki biz “beyaza beyaz desek Erdoğan beyaza siyah diyecek.” Allah akıl fikir versin. İhvan aşkı ona hiçbir yarar getirmeyecek. Ama onun bu aşkı, Türkiye’ye ağır maliyetler yükledi. • Siz de giderek sertleşiyorsunuz. Sanki eski sükûnetiniz kalmadı gibi... Öyle bir noktaya geldik ki gerçekten de vatandaş burnundan soluyor. Bu tablo Saray tarafından görülmüyor. Erdoğan’ın haberi var mı, yok mu bu tablodan bilmiyorum. • Olmaması mümkün mü? Erdoğan’ın etrafında liyakatli kadrolar yok. Erdoğan’ın etrafında parti militanlarından oluşan bir kadro var. Bunların bir kısmı politikacı, bir kısmı da Fahrettin Altun gibi devlet memuru. Eğer devleti yöneten kişinin etrafında liyakatli kadrolar değil de parti militanları olursa yöneten kişi ülke gerçeklerinden kopar. Çünkü etrafındaki “evet, efendimci” kişiler, sorunları gizler “Efendim, aşağıda her şey mükemmel” derler. Dolayısıyla Erdoğan’a gerçeği anlatacak kimse kalmadı etrafında. İlk geldiklerinde devlette bir kadro vardı. Bu kadrolar tümüyle tasfiye edildi. Öyle ki daha önceki konuşma metinleri önüne konmaya başladı. Liyakatsizliği görebiliyor musunuz? Bu acıklı tablo bir başka gerçeği de önümüze koyuyor. Saray’da herkes mutlu, herkes 3-5 yerden maaş alıyor. Erdoğan bir yere giderken binlerce polisle gidiyor. Bir vatandaşın ona yanaşma şansı dahi yok. Vatandaşın derdini anlatma şansı yok... Ben muhalefet partisi olarak gidiyorum. Cebime “İş, iş, iş” yazan kâğıtlar konuluyor. Kimse ondan iş isteyemiyor. Malatya’da “Evime ekmek götüremiyorum” diyen bir yurttaşa “Abartıyorsun” dediğini hatırlayın. KOLTUK İTTİFAKI! • Seçime nasıl bir yasayla gidilecek? Erdoğan yüzde 10 seçim barajından vazgeçer mi? Sanmıyorum. Geçen gün, Orhan Uğuroğlu bir yazı kaleme aldı. Orada da deniyor ki “Erdoğan, sırf MHP barajın altında kalmasın diye Meclis’e daha çok muhalefet partisinin ya da milletvekilinin girmesini istemez.” • Bu konuda ortağıyla bir sıkıntı yaşar mı? Orası kendi bilecekleri iş ama zaten sorun yaşadıkları aşikâr, örneğin parti kapatma konusu... Bahçeli bu konuda ısrarlı ama Saray’dan istediğini duyabilmiş değil. Bakın size bir şey daha söyleyeyim, Saray ve küçük ortağının yaptığı ittifak ile Millet İttifakı’nın arasındaki fark şudur: Onlar, tümüyle kişisel çıkarlarına odaklı, koltuklarını, makamlarını korumaya odaklı bir ittifak kurdular. Ancak Millet İttifakı’nın tek önceliği, memleketin geleceğidir. ERDOĞAN BIRAKACAK! • ABD’de seçim sonrası Trump koltuğunu bırakmakta çok zorlandı. Bir seçim durumunda “Erdoğan da kolay kolay bırakmaz” deniyor. Bırakmaz mı? Bırakacak! Erdoğan bunu İstanbul seçimlerinde denedi. YSK’yi baskı altına aldı, istediği kararı çıkardı. Orada muhalefet şerhi yazan üyelere saygı duyuyorum ama diğerlerine duymuyorum. Onlar hâkim değiller. Dolayısıyla orada yaptığının ne sonuçlar doğurduğunu halk ona gösterdi. Erdoğan’ın bu derse rağmen böyle bir tabloyu Türkiye’nin önüne koyacağına inanmıyorum. “Kaybettim ama ben gitmiyorum”u hangi gerekçeyle söyleyecek? 6 MİLYON 300 BİN GENÇ DEMOKRASİYİ GETİRECEK • Cumhurbaşkanı, göç konulu bir konferansta, “Ülkemize yerleşen sığınmacılardan da gayretleri ve birikimleriyle bize çok önemli katkılar sunanlar var. Bu ülkeye katkı sunmak isteyenlere de gereken kolaylığı göstereceğiz” dedi. AKP, oy için daha fazla Suriyeli sığınmacıya vatandaşlık verir mi? Zaten başladılar, kısmen veriyorlar. 3 milyon 600 bin Suriyeli var. 2023’te sandığa gidip ilk kez oy kullanacak da 6 milyon 300 bin genç seçmen var. Seçimin kaderini gençler belirleyecek. Bu kesin. 6 milyon 300 bin genç Türkiye’ye demokrasiyi getirecek. • Bu gençler sizi mi seçecek? Cumartesi günü gençlerle görüştüm, onlara da söyledim. Önümüzdeki seçimler demokrasiden yana olanlarla otoriterlikten yana olanların seçimi... Siz, eğer demokrasiyi savunuyorsanız, düşünce özgürlüğünü savunuyorsanız, siyasi parti liderlerini eleştirebileyim, ifade özgürlüğüm olsun, başıma bir şey gelmeden rahat tweet atayım diyorsanız demokrasiden yana oyunuzu kullanacaksınız. Yok, eğer başımızda bir adam olsun, konuştuğumuz zaman elindeki sopayla kafamıza vursun diyorsanız otoriterliğe oy vereceksiniz. Benim gördüğüm bu kuşağın yüzde 99.9’u demokrasiden yana. AKP’li ailelerin çocukları da dahil... • Onlar da mı tercihini farklı kullanacak? Onlar da doğal olarak dönüşüyor. Baskı görmek istemiyor. Okula gitmiş, okumuş, elinde cep telefonu var, dünyayı izleyebiliyor, başka gençlerin özgürlük alanlarını görüyor, kendisi için de istiyor. Ben konuştuğum genç arkadaşlara söyledim, “önümüzdeki seçimlerde oy kullanarak bir dikta rejimini devirip, demokrasiyi getirecek olanlar sizlersiniz. Sizler demokrasiyi getireceksiniz.” Suriyeli’yi vatandaşlığa alıyormuş, şuymuş, buymuş, hiçbirinin önemi yok. Önemli olan sandığa gidip ilk kez oy kullanacak olan 6 milyon 300 bin genç. SANCAR VE DEMİRTAŞ’IN AÇIKLAMALARI DEĞERLİDİR • 28 HDP milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması Cumhur İttifakı’nın ana gündem maddesi. HDP bize yâr olmuyorsa kimseye olmasın mantığıyla mı hareket ediliyor, yoksa? İktidar, Kürt kökenli vatandaşlarımızı düşmanlaştırıyor. Bu, toplumsal barışımızın dibine dinamit koymak demektir. Bu ülkenin kuruluşunda, büyümesinde, kalkınmasında hepimizin alın teri ve emeği vardır. Siz, etnik kimliği dolayısıyla milyonları kutuplaştıramazsınız, düşman ilan edemezsiniz. Bu ülkede hepimiz demokrasi istiyoruz. Kimseyi kimliğinden, yaşam tarzından, inancından dolayı ötekileştiremezsiniz. Demokrasiden yana olanlar bir ittifak oluşturup, adına “Millet İttifakı” dediler. Siz bunu yok etmek istiyorsunuz, bunun için birtakım siyasi mühendislikler yapıyorsunuz. Kendi aklınıza göre bazı projeler geliştiriyorsunuz. İYİ Parti’yi, Saadet’i nasıl koparabiliriz, bunun arayışı içindeler ve bu ittifakı bozabileceklerini düşünüyorlar. Halk bu konuda kararlı, “biz bunları göndereceğiz” diyor. Canına tak etti vatandaşın. • İYİ Parti Genel Başkanı Akşener, grup toplantısında “Milletin derdi konuşulmasın diye önlerine getirilen fezlekelere gözü kapalı el kaldırmayacaklarını” söyledi. Önemli bir açıklamaydı.Anayasada fezlekelerle ilgili gruplar karar alamaz diyor. Milletvekili kendi vicdani kanaatine göre karar verecek. Burada Sayın Akşener’in de söylediği bu. Doğruyu söylüyor... • Sizin HDP’ye karşı bir rezerviniz var mı? Yasalar çerçevesinde kurulmuş hiçbir siyasi partiye karşı rezervimiz yok. Biz her siyasi partinin teröre ve terör örgütlerine karşı çıkmasını, isteriz. Ayrıca her siyasi partinin terör örgütleriyle arasına amasız, fakatsız, lakinsiz mesafe koymasını ve karşı çıkmasını da isteriz. Bu bağlamda Sayın Mithat Sancar’ın da Sayın Selahattin Demirtaş’ın Gara operasyonu dolayısıyla yaptıkları açıklamalar değerlidir. FEYZİOĞLU TÜRKİYE GERÇEKLERİNDEN KOPMUŞ • İnsan Hakları Eylem Planı açıklandı. Altı çizilmesi gereken maddelerden biri, lekelenmeme hakkıydı. 130 bin kişinin bir gecede terörle iltisaklı gösterilerek devlet görevinden ihraç edildiği düşünülürse, bu mesela lekelenmeme hakkıyla ilgili değil mi? Ya da “Uzun yargılama zararları kaldırılacak” dendiğinde “Osman Kavala’nın hâlâ hapiste olması” büyük bir çelişki değil mi? Erdoğan’ın söylemlerini eylemleriyle kıyaslamak gerekir. Bu konuda söylemi ile eylemi arasında 180 derece fark var... Yaptıklarına bakın, bir otoriter yönetimin tüm icraatlarını görebilirsiniz. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gerçeği ortada dururken siz hangi insan haklarından söz ediyorsunuz? Boğaziçili öğrencilerin haklı eylemlerine karşı yapılanlar bu ülkede insan haklarının nasıl yok edildiğini gösteriyor. Aslında AB’den aldıkları fonun seslendirmesini yaptılar... • AB de bu fonu kâğıt üzerinde kalsın diye vermiyor herhalde. Sonuçta hayata geçirilmesi beklentisi de yok mu? Erdoğan yapamaz, karakteri izin vermez. Erdoğan kendisini ülkenin tek sahibi sanıyor. Ona göre cezaevlerinde hiçbir siyasi tutuklu yok, çünkü hepsi terörist. Hiçbir gazeteci yok, yatanların hepsi terörist. Bizim İstanbul İl Başkanı bile terörist. Soğan üreticileri terörist, seracılar terörist. Erdoğan’a karşı çıkan herkes terörist... • Türkiye Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’na göre açıklanan reform değil, devrim... TBB Başkanı, Türkiye gerçeklerinden büyük ölçüde kopmuş. AKP lebaleb salonlarda kongre yaparken, barolara kongre izni verilmemesi kendisini rahatsız etmiyor mu acaba? Bir yerde devrim arıyorsa, bu devrimi (!) 19 yıldır Erdoğan’ın neden gerçekleştirmediğini sorması lazım. AYM, AİHM kararlarını uygulamayan hâkimlerin terfi ettirildiği bir ülkede, bu terfileri sağlayan iradenin devrim yapacağını bırakın baro başkanını, ilkokul öğrencisi bile inanmaz. Yargıtay’da bir karara dahi imza atmamış kişi hülle yoluyla getirilip AYM üyesi yapılıyorsa, bu hülleyi yapan kişi, insan haklarında devrim mi yapacak? • Bu reformlar sizce AKP seçmenini umutlandırıyor olabilir mi? Laf reformundan yorulduk. 19 yılda hangi reformu yaptılar. Tumturaklı bir dolu laf ettiler, yargı reformu açıkladılar, hangisini yaptılar? Önemli olan yasaların gereğinin yerine getirilmesidir. Osman Kavala neden 3.5 yıldır içeride? Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri neden içeride? Dayatmayla rektör atayıp, sonra adaletten bahsedeceksiniz. O üniversiteye profesör olamayacak kişi rektör atandı. Kimse bunlara inanmıyor artık.12 MİLYON DOLAR NEYİN MASRAFI? • Ücretsiz aşı ve Keymen firmasıyla ilgili yaptığınız açıklamalar iktidarın tepkisini çekti... Devlet Malzeme Ofisi ile Sinovac görüştü, aracı yok deniliyor. Oysa anlaşma Keymen ile yapılıyor. 1 milyon doz aşı ücretsiz geliyor. Ama Keymen Devlet Malzeme Ofisi’ne 12 milyon dolarlık fatura kesiyor... Firma bedelsiz aldığı 1 milyon dozluk aşıyı 12 milyon dolara DMO’ya fatura ederken “Ben masraflarımı karşılamak için aldım” diyor. Masraflarınızı Devlet Malzeme Ofisi’nden niye alıyorsunuz, Sinovac karşılasın. Çünkü Sayın Bakan’a göre siz aracı değil, distribütörsünüz. Kamu bankalarının teminat mektubu bile vermediği bir firmayla Devlet Malzeme Ofisi neden anlaşma yapıyor? “Kılıçdaroğlu, devlet sırrını açıkladı” diyor. Herkesin bildiği bir konunun, neresi devlet sırrı? 12 milyon dolar, neyin masraf karşılığı? • Bakan Koca, sizi aşı programını riske atmakla suçladı... Sayın Bakan açıklamasında “Bedava aşı yok” diyor. İyi de bunu anlaşmaya, gümrük beyanına biz mi yazdık? “Distribütör - aracı firma” ayrımı da yapıyor. Ama Keymen firması geçen gün yaptığı açıklamada “1 milyon doz aşı Sinovac firmasının talebiyle, bedelsiz olarak şirketimize gönderilmiştir. Bu aşının karşılığı, bahsedilen tüm bu giderler için kullanılmıştır” denildi. Bırakın Covid aşısı gibi hayati bir meseleyi, siz yaptığınız hangi alışveriş için distribütörün giderlerini karşıladınız? Yapılan her açıklama, onları yeni bir çıkmaza sokuyor, çünkü doğruları konuşamayacak bir noktadalar. BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ SORUN DEĞİL • Metropol’ün anketinde “CHP’lilerin yüzde 80’i, AKP’lilerin yüzde 82.5’i kamu kurumlarında çalışanlar başörtüsü takmamalıdır” yaklaşımına karşı. CHP tabanının da bakışı değişti mi? Başörtüsü meselesi artık Türkiye’de bir sorun değil... MİLLET İTTİFAKI’NI BOZAMAYACAKLAR • Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, bir mesajınız var mı? Hayatı sürdüren, sürekli kılan kadınlar... Bizim kadınlara borcumuz var. Kadının bütün yaşamında sağlıklı bir süreç yaşamasını hepimiz isteriz. Bugün kadınlar çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. Şiddetten yoksulluğa... Bütün acıları, dramları en ağır şekilde yaşıyorlar. Kadınların sağlıklı bir zeminde günlük yaşamlarını sürdürebilmeleri için aile destekleri sigortasının mutlaka çıkması lazım. Türkiye yaşadığı derin yoksulluğu gündeminden çıkarmalı. AK Parti yoksulluğu bitirmek istemiyor, AK Parti yoksulları kullanarak onların oyunu devşirerek iktidarını sürdürmeyi tercih etmiştir. • İstanbul Sözleşmesi, ittifakı bozmak için yeni bir argüman olarak kullanılır mı? Ne yaparlarsa yapsınlar, Millet İttifakı’nı bozamayacaklar. Halk, bu ittifaka büyük destek veriyor. İpek ÖzbeyABD, Mısır, Suriye, Irak, bölgesel koşullar... Herşey değişiyor, AKP değişebilecek mi?
ABD, Mısır, Suriye, Irak, bölgesel koşullar... Her şey değişiyor, AKP değişebilecek mi? Dünyada politikalar hızla değişiyor ve güncelleniyor. Uluslararası ilişkiler giderek önem kazanıyor. Bu yeni dönemde AKP değişebilecek mi? Her şey değişti... ABD değişti, Suriye değişti, Mısır değişti, Irak değişti. Yetmedi, ABD, tüm politikalarını güncellediğini, Dışişleri Bakanı düzeyinde dünyaya duyurdu. Satır aralarında ekonomisinin gerilediğini, üretim odağının Pasifik bölgesine kaydığını kabul etti. Yeni ortaklıklar, müttefikler arıyor, bazı ülkeleri iknaya çalışıyor.SURİYE VE MISIR’LA GÖRÜŞÜYOR MUYUZ?ABD’nin Suriye, Mısır politikaları da değişti. Ancak Türkiye hâlâ 10 yıl öncenin ABD ile örtüşen politikalarını savunuyor. Söylem şu noktaya indirgenmiş durumda: Esad “katil”, Sisi “darbeci...” Peki, nereye kadar?ABD, Esad yönetimini istemiyor ama bir şey de yapmıyor. En fazla İran’ın Suriye’ye yerleşmesini engellemeye çalışıyor. Türkiye kapıları kapatmış durumda. “YPG’ye karşı iki ülke istihbaratı işbirliği için anlaştı” içerikli haberler cılız kaldı. PKK ve bağlantılı örgütler, bölgede en çok Türkiye’ye tehdit oluşturuyor. Peki, ortak tehdit için Türkiye, politikalarını niye güncellemiyor, niye açılım yapmıyor? Söylem değişikliği bile Türkiye’nin elini güçlendirmez mi?Doğu Akdeniz’deki yetki alanları tartışmasında, kavga etseler de Türkiye ile Mısır’ın varlığı birbirlerinin yararına. Mısır, Türkiye’nin Libya’daki varlığına her fırsatta karşı çıkıyor. Aynı Mısır, Meis Adası’nın varlığını kabul etmeyerek deniz yetki alanları konusunda Yunanistan’la restleşiyor. Yani Türkiye’nin yapmasını isteyeceği şeyi yapıyor. Ancak Türkiye’de esneme yok.Şu gerçeği artık kabul etmek kaçınılmaz: Mısır’da görünür gelecekte İhvan iktidarı olmayacak, Suriye’de Esad iktidarını koruyacak. Türkiye tek başına bu değişiklikleri yapamaz ancak yönetimlere muhalefet eder. İktidar bu konu başlıklarında yıpranmış ve yorulmuş durumda. Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından, başka hiçbir neden olmasa bile bu bölgesel sorunlar nedeniyle iktidarın değişmesi gerekiyor. Ancak muhalefet bunu başarabilecek mi, göreceğiz... KARABAĞ’A HAZIRLIK44 gün süren ikinci Karabağ Savaşı’nın Ermenistan iç siyasetinde yol açtığı sarsıntı sürüyor. Tartışmaların odak noktası Başbakan Nikol Paşinyan’ın yerine kimin geleceği. “Karabağ Çetesi” olarak adlandırılan grup, adeta tüm Ermenilerin geleceğini ipotek altına almak istiyor. Büyük yenilgiye karşın, Karabağ’a yeniden saldırmaya heveslisi çok. Eski başbakanlardan Robert Koçaryan, siyasete dönmek istiyor; yeniden savaş başlatmak gerektiğini söylüyor. Kendisi Hocalı katliamının sorumlularından... Ermenistan yönetimlerinin geçmişini inceleyince, Karabağ söylemlerini, yalnızca “yenilgiyi hazmedememe” olarak değerlendiremeyiz. Bu ülke siyasetinin dinamikleri pek gerçeklerle örtüşmüyor. Hele söz konusu Türkler olunca... Sorunun belirleyici aktörü Rusya’yı da unutmamak gerek. Paşinyan’ın cezalandırılması konusunda rahat davranan Rusya, Moskova yanlısı yeni hükümeti ödüllendirmek isteyebilir mi? Bu yüzden Azerbaycan’ın Paşinyan sonrasına özellikle askeri anlamda ciddi hazırlık yapması gerekiyor. Ordunun yapılandırılması konusunda çalışmaların başladığını bizzat Azerbaycan lideri Aliyev açıkladı. Türkiye’nin de olası kışkırtmalara askeri ve diplomatik yönden hazır olması kaçınılmaz. Sertaç EşAKP’li belediyelerden‘Love Erdoğan’atağı
AKP’li belediyelerden ‘Love Erdoğan’ atağı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ABD'nin New York kentinde 'Stop Erdoğan' şeklindeki reklam ilanlarını veren ve organize eden kişiler hakkında soruşturma başlatmıştı. ABD’nin ve dünyanın en ünlü meydanlarından biri olan New York’taki Times Meydanı’nda geçen günlerde, “Advocates of Silenced Turkey” oluşumu tarafından verilen ilanların yayımlandığı reklam panolarına “Stop Erdoğan” yazılmasının ardından Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Demir’in talimatıyla, Cumhuriyet Meydanı’ndaki LED ekranda “Love Erdoğan” görseline yer verildi. Samsun Büyükşehir Belediyesi ve başkan Mustafa Demir’in sosyal medya hesabında “#LoveErdoğan” etiketiyle, paylaşımda bulunuldu. Etiketin altına yorum yapan bazı yurttaşlar ise “Kamunun parasını çar çur etmeyin” diye tepki gösterdi. Elazığ’da da AKP’li Belediye Başkanı Şahin Şerif-oğulları LED ekranlardan “Love Erdoğan” görseli yansıttı. Cemil CiğerimJoyce:‘Kadınların kurban olduğu görüşünüreddediyoruz’
Türkçe Haberler En Son Başlıklar Joyce: ‘Kadınların kurban olduğu görüşünü reddediyoruz’ Çok sayıda kurgu, şiir, ve kurgu dışı yapıtın yorulmak bilmeyen yazarı olmanın yanı sıra polisiye derleme kitaplarıyla da iyi bilinen Amerikalı yazar, şair, eleştirmen Joyce Carol Oates ile Cumhuriyet Kitap Eki’ne özel bir söyleşi yaptık. Oates’e hem polisiye, kara roman, kadın karakterler, kadın yazarlar üstüne görüşlerini sorduk hem de kadın yazarların gizem ve suç öykülerini derlediği, ülkemizde de kısa süre önce yayımlanan, ‘karanlık ve ölümcül’ Bıçak Sırtı isimli kitabı konuştuk. /Archive/2021/3/7/224136572-ic1.jpg- Kitabın önsözünde Noir’ı popülist türden bir trajik vizyon olarak tanımlıyorsunuz. Okurlarımız için bunu biraz açar mısınız? Noir’ın tanımı ve çağdaş edebiyat için önemi nedir?Amerika’da ‘noir’ ağırlıklı olarak suça, ihanete, şiddete ve erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkilere kötümser bir bakışa odaklanan filmlere atıf yapmıştır.- Bu ‘noir’ her zaman Raymond Chandler ve Dashiell Hammet’te olduğu gibi sıklıkla özel dedektifin erkek bakış açısıdır. (Kara filmlerdeki kadınlar geleneksel olarak acımasız, hilekar, erkekleri yıkıma götüren ‘femme fatale’ler olmuşlardır.)Noir’ı kadın yazınının bir ifadesi olarak benimseyerek, kadınların ya vampir ya da kurban olduğu görüşünü reddediyoruz. Kadınların kendi perspektiflerinden kendi hikâyeleri var.Kadın gerçekten de suçlu olabilir - şoke edici, pişman olmayan, tövbe etmeyen - aslında ‘kadınsı olmayan’ olabilir. Elbette kahraman da olabilir. Erkeklerde olduğu gibi kadınlar için de ‘kahramanlığı’ bir değer olarak geri kazanmak kadın noir’ının bir hedefi olmuştur.KADIN YAZARLARIN GETİRDİĞİ ÇEŞİTLİLİK- Ben polisiyeyi geleneksel olarak sesi kesilmiş, sadece kurban, seks objesi ya da femme fatale olarak sınırlanmış kadın karakterlere ses vermek için de yazıyorum. Ancak bazı karanlık günlerde sizin önsözünüzde sorduğunuz soruyu kendime soruyorum. Belirli bir kadın Noir’ı var mı? Kadın yazarlar kadınların seslerini yükseltmek için ne yapabilir?Kadın bir yazarın elinden çıkan herhangi bir iş, tanımı gereği kadın yazınıdır. Eğer kadın yazarlar ‘noir’ konuları denemeyi seçerse onlar da noir yazarı olurlar ve alanı daha fazla çeşitlilik için genişletirler.Bıçak Sırtı’nda erkek düşmanları karşısında başarıya ulaşırlar ama bazen de bu düşmanlar diğer kadınlardır. En temel fark ise bu kadınların edilgen olmamasıdır. Erkekler kadar - özgürce cinsel varlıklar olmalarına - iddialı hatta yıkıcı olmalarına izin verilir.- Kitapta 15 lezzetli öykü var. Kitabın güçlü yanlarından biri hepsi farklı etnik, sosyal, ekonomik ve cinsel geçmişlerden geliyor gibi görünse de hepsinin aynı yöne gidiyor hissi vermesi; başkaldırı ve meydan okuma. Gerçek yazının böyle başladığını mı düşünüyorsunuz?Evet, kesinlikle! Aimee Bender’in cinsiyet belirsizlikleriyle benim (bir suikastçının olağan erkeklere ait rolünü toplu, orta yaşlı ve erkek egemen bir toplumda ötekileştirilen hınç dolu bir kadınla değiştiren) öykümde de olduğu gibi erkek türüne tahsisler konusunda oyunbazlık da var. En şaşırtıcı olanlardan biri Valerie Martin’in kurban olarak hafife aldığımız bir kadının oldukça farklı biri çıktığı öyküsü./Archive/2021/3/7/224231634-ic2.jpgATWOOD, CİNSEL POLİTİKANIN ZEKİ GÖZLEMCİSİ- Margaret Atwood’un kitaptaki şiirleri tek kelimeyle mükemmel. Post-feminist çağda gerçekten her istediğimize sahip miyiz yoksa sembolik bir kadın özerkliğine mi hapsolduk?Margaret Atwood kariyeri boyunca ‘cinsel politikanın’ zeki, incelikli bir gözlemcisi olmuştur. Onun ironi yeteneği işi hakkında basitçe açıklamalar ve başka şekilde ifadesini zorlaştırıyor. O ‘her şeye sahip olduğumuzu’ ya da buna benzer bir şeyi iddia etmez - kimse bunu iddia edemez.- Kitaptaki en sevdiğim öykülerden biri sizinki; Suikastçı. Kaybedecek bir şeyi olmayan görünmez kadınların gücü üstüne bu öyküde kadın kahraman bir erkekten emir almayacağını söylüyor. Kadınların gücü nerede yatıyor sizce? Görünmez olduklarında mı yoksa güçlü olduklarını fark ettiklerinde mi?Güç, insanlar kurban olmayı reddettiğinde gerçekleşir. Hayatın edilgen gözlemcileri olmayı reddederler ve kontrolü ele almak isterler. Bazen kontrol yasadışıdır ya da suç oluşturur. Bu antropologların ‘yapısal şiddet’ dedikleri yerleşik düzenin büyüklüğüyle kıyaslandığında küçük bir suçtur. (Suikastçı komik olmayı da amaçlar. ‘Görünmez’ bir kadının böyle bir suç işlemesi ve erkeklerin dikkatini çekmemesi ironik biçimde komik.)‘AGATHA CHRISTIE OKUMADIM’- Yazar olarak diğer yazarların yazma rutinlerini hep merak ederim. Siz ‘bir yazar için en kötü şey çalışmasının kesilmesidir’ demiştiniz. Şimdiye kadar yazmak için zaman ve mekan yaratmayı nasıl başardınız? İyi planlanmış bir rutininiz var mı?46 yıl süren ilk evliliğim bir edebiyat adamıylaydı. Gün içinde aralıklarla çalışır, akşam yemeğinde buluşur ve akşamı paylaşırdık. Buna benzer bir rutin Princeton Üniversitesi’nde profesör olan ikinci eşimle de devam etti. Çalışmadığımız öğleden sonraları ve akşamları beraber zaman geçirirdik. Evdeyken sabahları yazarım, sanırım çoğunluk öyle yapıyor. Sonra geri dönmeden önce biraz ara veririm (yürüyüş, koşu, ayak işleri). Dışarıda koşarken ya da yürürken de ‘yazarım’, işimle ilgili yoğun bir meditasyon olarak hayal kurarım.- Son dönemde polisiye türünde hem ekranda hem de edebiyatta kadın kahramanların daha görünür olduğu bir ivme var. Bu türde sevdiğiniz yazarlar ve kitaplar neler?O kadar büyük yazar arkadaş grubum var ki bu soruyu yanıtlamam mümkün değil. Eski yazarlardan Ruth Rendell ve P.D. James’e hayranım. Sanırım Agatha Christie’yi okumadığını söyleyen tek ben olmuşumdur; onun yavan, sıradan metinleri ilgimi çekmedi. Onun yerine Angela Carter’ın gotik noir türündeki bereketli, tahmin edilemez metinlerini yeğlerim. Bu düşündürücü sorularınız için teşekkür ederim.Bıçak Sırtı - Kadın Yazarlardan Yeni Gizem ve Suç Hikâyeleri / Joyce Carol Oates / Çeviren: Pınar Polat / Bilgi Yayınevi / 262 s. / 2020. Elçin Poyrazlar'Ellen Wilkinson, Bir Sosyalist ve Feministin Hayatı'
'Ellen Wilkinson, Bir Sosyalist ve Feministin Hayatı' Ellen Wilkinson, Bir Sosyalist ve Feministin Hayatı Laura Beers’ın uzun yıllar süren araştırmaları sonucu yayımlanan bir kitap. Ellen Wilkinson’ın dikkat çekici ve aynı zamanda ilham verici yaşamı gerek Britanya gerekse dünya tarihindeki birçok sorunu gözler önüne sererken, Ellen’ın Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında Halk Birliği’nden Barış ve Özgürlük için Uluslararası Kadınlar Birliğine, Emperyalizm Karşıtı Birlik’ten Hindistan Birliği’ne kadar içinde bulunduğu tüm önemli kuruluşların çalışmalarını da içeriyor. /Archive/2021/3/7/223904777-ic1.jpgBİR SOSYALİST VE FEMİNİSTİN HAYATIHer ne kadar kurumların ne derece önemli olduğu öznel bir yargı gibi okunsa da o yılların siyasi iklimi ve toplumsal beklentileri göz önüne alındığında Ellen Wilkinson'ın dünya tarihine kalıcı bir iz bıraktığı söylenebilir. Ölümünden yıllar sonra bile Jarrow Yürüyüşü’ndeki liderliğiyle hatırlanır. 1936 yılında iki yüz işsiz tersane ve çelik işçisinin, hükümete taleplerini iletmek için Tyneside’dan Londra’ya yaptığı yürüyüş büyük yankı uyandırmış ve Ellen bu yürüyüşün tanıtımında tüm enerjisiyle varlık göstermiştir.“Bu kitap, Ellen Wilkinson’ın toplumsal adalet anlayışının 20. yüzyılın ilk yarısında ne ifade ettiğine dair kendi anlayışını nasıl geliştirdiğinin ve hayatını toplumsal açıdan daha adil bir dünyaya erişmeye nasıl adadığının betimlemesidir. Avrupa faşizminin yenilmesi, sömürgeciliğin resmî sonu ve Batı dünyasında devletin yoksullara yardım programlarının başlaması, Ellen’ın savaştığı birçok kötülüğün sonunu getirdi.”Ellen’ın ilk gençliğinde ve siyasete atıldığı yıllarda kat ettiği yol, çocukluğunda ona sunulan özgüven ve özgür bakışın etkilerini taşır. Yoksul, dört bir yanı yıkık dökük kulübelerle çevrili bir mahallede yaşayan Wilkinson ailesi, alt orta sınıfın biraz üzerinde sayılabilecek bir konumdadır. Çevrelerindeki birçok aileye göre iyi durumda oldukları söylenebilir. Baba Richard Wilkinson sigorta memuru olarak sürekli bir işte çalışır ve aynı zamanda kilisede vaizlik yapar. Richard, Metodist Kilise okulunda aldığı eğitimle çocuklarına ahlak, dürüstlük ve saygıyı yaşamın önceliği saymalarını öğretir.Babası için kilisenin ne anlama geldiği hakkında Ellen şöyle der: “Babam için… Şapel çok fazla şey ifade ediyordu. Okumayı orada öğrenmişti, orada ona kitaplar veriyorlardı. Eğitimle tek bağı oydu, vaiz kürsüsü onun tek ifade aracıydı. Gururlu ve duyarlı bir adam için Tanrı’nın Baba, insanların Kardeş olduğu öğretisi- gelecek neslin sosyalist harekette bulacağı- eşitlik aracıydı.”Richard Wilkinson, uysal bir çocuk olmamasına, ki işçi sınıfı çocuklarına “alçakgönüllü edep”i küçük yaşlardan itibaren aşılardı, Ellen’ın merakını, düşündüğünü açıkça söylemesini ve itirazlarını hoşgörüyle karşılamış, kişiliğinin özgürce gelişmesine olanak sunmuş.Babasının vaiz olması ve evlerinde her daim süregelen uzun vaazlar çocukken Ellen’ı sıkmış olsa da hitabet yeteneğini babasından ve taklit ettiği uzun vaazlardan aldığı düşünülebilir. Richard Wilkinson, Ellen’ın entelektüel gelişimi için de ona pek çok imkân sunmuş ve Metodist Kilisesi’ne bağlı bir vaiz olarak kızı ile birlikte Darvin ve evrim üzerine ders alma cesaretini göstermiş./Archive/2021/3/7/223930027-ic2.jpgFEMİNİST ELLENEllen, 1913 yılında Kadınlara Oy Hakkı Ulusal Toplulukları Birliği için örgütleyici olana kadar, kadınları kamusal alanın dışına iten geleneksel bakışın farkına varır. Her ne kadar eski kafalı öğretmenlerin küçümsemeleriyle karşılaşmış olsa da ergenlik döneminde onu destekleyen ebeveynleri, cinsiyetçi çifte standartı görünmez kılmış. Ellen, Komünist Parti’nin işçi kadınlara uyguladığı politika karşısında öfkesini saklamaz.Komünist Parti’nin kadın örgütlerine karşı geliştirdiği mesafeli duruş, her fırsatta kadın hareketinin sınıf mücadelesini gölgeleyeceği endişesiyle yapılan açıklamalar, Ellen için kabul edilebilir bir tutum değil. 1924 yılında Komünist Parti’den ayrılmasının bir sebebi de partinin feminist politika karşısındaki olumsuz tutumu olur.Ellen’ın kadın işçiler için yaptığı en önemli çalışmalardan biri, 1921 yılında hükümetin reddettiği “Anneliği Koruma Sözleşmesi”ni protesto esen bir önerge hazırlamasıdır.“Bu önerge, bir kadına işinden, lohusalığından başlayarak en az altı hafta izin verilmesini ve bu süreçte ona, ‘kendinin ve çocuğunun tam kapsamlı ve sağlıklı bakımı için yeterli yardımın ödenmesini şart koşuyordu.’ Sözleşme, Washington Sözleşmeleri olarak bilinen, o da bir kadına, çocuğunu emzirmesi için günde iki kez yarım saat izin verilmesi gerektiğini ve hamilelik sebebiyle işten çıkarılmayacağını öngören daha geniş bir dizi işgücü piyasası düzenlemesinin bir parçasını oluşturuyordu.”Ancak sözleşme meclisteki onca baskıya rağmen, 1927 yılında Weimar Cumhuriyeti bu sözleşmeyi imzalayana kadar Britanya’da onaylanmaz. Ellen’ın mücadele ettiği bir başka sorun ise yirmi ile otuz yaş arasındaki kadınların seçme hakkının elinden alınmasıdır. Ellen’a göre bu sadece seçme meselesi değil birçok haktan mahrum kalmak anlamına gelir./Archive/2021/3/7/223956714-ic4.jpgÇalışan Britanyalı kadınlar, kendilerini ilgilendiren yasalar karşısında görmezden gelinir ve geri plana itilirler. Örneğin çalışırken yatırılan işsizlik sigortasının karşılığını işten çıkarılan bir kadın işçi alamazken aynı konumdaki erkek işçi bu haktan faydalanabiliyordur.1948 Britanya Uyruk Kanunu’na kadar çözülmeyen öteki sorun ise Britanyalı kadınların yabancı biriyle evlenmeleri halinde vatandaşlıktan çıkarılmalarıdır. Öyle ki kocalarının ülkesi bu kadınları vatandaşlığa kabul etmezse uyruksuz kalmaya mecbur bırakılırlar.SONA DOĞRUEllen hızlı siyasi kariyeri, renkli, özgün hayatı ve cesaretine sarılırken yorgun bedeninin sinyallerini görmezden gelir. Uzun seyahatler ve parlamentoda geçirdiği uykusuz geceler yavaş yavaş gelen sonunu hazırlar ve 6 Şubat 1947’de bronşit krizine bağlı kalp yetmezliğinden öldüğünde, samimi ve ateşli konuşmalarıyla bakır kırmızısı saçlı bir feminist ikon olarak hafızalara kazınmıştır bile.Ellen Wilkinson, Bir Sosyalist ve Feministin Hayatı / Laura Beers / Hep Kitap / 2019 / 584 s. Sacide Alkar Doster'Kadın Yok Savaşın Yüzünde'
'Kadın Yok Savaşın Yüzünde' Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in, II. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen güçlü bir sözlü tarih çalışması. Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını vererek faşizmin yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan ve bu uğurda en az yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’de kadınların - kadın piyadelerin, sıhhiyecilerin, keskin nişancıların, çamaşırcıların, kadın cerrahların, pilotların, keşif erlerinin, partizanların - Nazi işgaline karşı nasıl bir mücadele verdiklerini, böylesi bir savaşta kadın olmanın zorluklarını nasıl deneyimlediklerini Sovyet ülkesinin dört bir yanından bir araya getirdiği tanıklıklarla belgeliyor Aleksiyeviç. /Archive/2021/3/7/221046606-1-.jpgGünay Çetao Kızılırmak’ın dilimize çevirdiği, Kafka Kitap tarafından yayımlanan Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in, II. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen güçlü bir sözlü tarih çalışması. Aleksiyeviç uzun bireysel monologları farklı seslerin duyulduğu bir kolaja dönüştüren özgün bir dokümanter tarzıyla yazıyor. Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını vererek faşizmin yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan ve bu uğurda en az yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’de kadınların - kadın piyadelerin, sıhhiyecilerin, keskin nişancıların, çamaşırcıların, kadın cerrahların, pilotların, keşif erlerinin, partizanların - Nazi işgaline karşı nasıl bir mücadele verdiklerini, böylesi bir savaşta kadın olmanın zorluklarını nasıl deneyimlediklerini Sovyet ülkesinin dört bir yanından bir araya getirdiği tanıklıklarla belgeliyor.NEDİR ASLIMIZ?“Bugün birçok kişi, özellikle de gençler Hitler’i tek başına Amerika’nın yendiğini zannediyor. Sovyet insanlarının zafer için ödediği bedel - dört yıl içinde yirmi milyon insan hayatı - pek az biliniyor.” diyen Vasilyeviç; kitabı yazmasının asıl nedenini, “Nedir bizim aslımız, neden yapılmışız, hangi maddeden? Ne derece sağlam bir madde bu, anlamak istiyorum.” sözleriyle açıklıyor.“Kadınlar tarihte ilk ne zaman orduya katıldı?” sorusunun yanıtıyla başlıyor okuma. Öğreniyoruz ki; milattan önce IV. yüzyılda Atina ve Sparta’da Yunan ordularında kadınlar da savaşmış ve daha sonra Makedonyalı İskender’in seferlerine katılmışlar.Rus tarihçi Nikolay Karamzin’in verdiği bilgilerde de şu saptamalar yer alıyor: “Slav kadınları, bazen babaları ve eşleriyle savaşa gider, ölüm korkusu nedir bilmezlerdi. Sözgelişi, 626 yılı Konstantinopolis işgali sırasında Yunanlar, öldürülen Slavların arasında birçok kadın cesedine rastlamıştı. Analar çocuklarını savaşçı olmaya hazırlardı.”Yeniçağda ise ilk olarak İngiltere’de 1560-1650 yıllarında kadın askerlerin görev yaptığı hastaneler kurulmaya başlanıyor./Archive/2021/3/7/221117715-2-.jpgMİLYONLARCA KADIN SAVAŞTI, SAVAŞIYOR!20’inci yüzyılda ne gibi gelişmeler olduğuna gelince; yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’de kadınları Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne kabul etmeye başlıyor; 100 bin kişiden oluşan Yardımcı Kraliyet Kolordusu ve Motorlu Taşıtlar Kadın Lejyonu kuruluyor. Rusya, Almanya ve Fransa’da da askeri hastane ve sıhhiye trenlerinde birçok kadın görev almaya başlıyor.İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde kadınlar artık dünyanın birçok ülkesinde çeşitli askeri birliklerde hizmet veriyor: İngiliz ordusunda 225 bin, Amerikan ordusunda 450-500 bin, Alman ordusunda 500 bin kadın yer alıyor. Sovyet Ordusu’nda bir milyon kadar kadın savaşıyor.“Savaşa ilişkin bir kitap daha… Peki ne için?” diye uzun süre bu kitapta tam olarak neyi anlatacağını sıklıkla sorgulamış Aleaksiyeviç. Sayısız savaş ve hepsi hakkında sayısız kitap yazılmıştır fakat... Fakat! Yazanlar ve hikâyelere konu olanlar hep erkeklerdir.Bir zamanlar bütünüyle erkeklere ait olan dünyada kendilerine yer edinip bu yeri sahiplenmesini bilen kadınların neden tarihlerine, kendi sözcüklerine, kendi duygularına sahip çıkamadığını, neden kendilerine inanmadıklarının ardını deşiyor. Kadınların meçhul kalmış savaşını, o savaşın tarihini, kadınların hikâyesini. Ta cepheden, en içeriden yazmaya karar veriyor./Archive/2021/3/7/221141340-3-.jpgSAVAŞI HEP ERKEK SESİNDEN DİNLEMİŞİZFark ediyor ki savaş hakkında bildiğimiz her şeyi “erkek sesinden” dinlemişiz. Savaşın sadece kendisinin değil hepimizin meçhulü olduğunu vurguluyor Aleksiyeviç. Savaşa ilişkin “erkek” tasavvurlarının ve “erkek” duyumlarının mahkûmu olmuşuz. “Erkek” sözlerinin. Kadınlar mı? Susmuş(!).Diyor ki: “Benim dışımda kimseler meselâ ninemi konuşturmamış. Annemi... Cepheyi görenler bile susuyor. Ezkaza hatıralarından söz açtılar diyelim, “kadınların” değil “erkeklerin” savaşını anlatıyorlar. Kanona uyuyorlar.”(…)Yine diyor ki: “Bir aileyle görüşmüştüm… Karıkoca savaşa katılmışlar. Cephede tanışıp evlenmişler: Düğünlerini siperde yapmışla muharebeden önce. Beyaz elbisesini Alman paraşütünden elleriyle dikmiş. Adam nişancı, kadın karısı irtibat eriydi. Adam karısını derhal mutfağa yolladı, ‘Hadi bir şeyler hazırla bize,’ diyerek. Çay kaynamış, sandviçler hazırlanmıştı; fakat kadının oturmasıyla kocasının onu tekrar kaldırması bir oldu: ‘Çilek nerede? Yazlıktan getirdiğimiz tatlı nerede?’ Israrlı ricalarım sonucunda, ‘Sana öğrettiğim gibi anlat, ağlamadan, öyle kadınsı ıvır zıvırlara girmeden: Güzel olmak istiyordum da, saçımı keserlerken ağladıydım da…’ diyerek isteksizce verdi adam karısına yerini. Kadın bana sonradan fısıltıyla itiraf etti: ‘Bütün gece beni Büyük Anayurt Savaşı Tarihi kitabına çalıştırdı. Korktu benim adıma. Şimdi de yanlış bir şey hatırlarım diye endişeleniyor. Lüzumsuz bir şey hatırlarım diye.’ Böyle durumlara bir kere değil, birçok evde rastladım. Evet, çok ağlıyor, bağırıyor, ben gittikten sonra kalp ilaçları alıyor, ambulans çağırıyorlar. Yine de ‘Gel,’ diyorlar bana. ‘Muhakkak gel. O kadar uzun süre sustuk ki. Kırk yıl sustuk…’”/Archive/2021/3/7/221204183-4-.jpg- Valentina Pavlovna, uçaksavar topçusu: “Duygularımı anlamanı istiyorum… Nefret etmezsen ateş edemezsin. Savaş bu, av değil. Politika derslerinde bize İlya Ehrenburg’un “Öldür!” makalesini okuduklarını anımsıyorum. Yoluna kaç Alman çıktıysa o kadar Alman öldür. Meşhur makale, herkes okurdu o zamanlar, ezberlenirdi. Beni çok etkilemişti, savaş boyunca bu makaleyi çantamda taşımıştım, bir de babamın vefat kâğıdını… Ateş etmeli! İntikam almalıyım… Kısa süreli bir kursa gittim ateş etmeyi öğrendim. Böylece uçaksavar topçusu oldum. Beni Bin Üç Yüz Elli Yedinci Uçaksavar Alayına tayin ettiler. İlk zamanlar burnumdan ve kulaklarımdan kan geliyor, midem feci şekilde bulanıyordu… Geceleri o kadar değil ama gündüzleri çok korkuyordum. Savaştan sakat döndüm. Sırtıma bir mermi parçası denk geldi. Küçük bir yaraydı ama uzaktaki bir kürtünün içine fırlattı beni. Beni sıhhiye köpekleri bulmuş. Çıkardılar beni, askeri pelerinin üzerine yatırdılar, gocuğum olduğu gibi kana batmış… Fakat kimse ayaklarımı fark etmemiş…Altı ay hastanede yattım. Bacağımı diz üzerinden kesmek istediler çünkü kangren başlamıştı. Sakat yaşamak istemedim. Ne diye yaşayayım? Kim ne yapsın beni? Ne babam var ne annem. Hayatta bir yük... Kendimi asmaya karar verdim… Hastabakıcıdan küçük havlumu büyüğüyle değiştirmesini rica ettim… Bacağımı kesmediler. İki ay sonra yürüyordum. Tabii koltuk değnekleriyle. Hastaneden sonra istirahat etmem gerektiğini söylediler. Ne istirahatı? Nereye gideceğim? Kime? Birliğime, topumun başına döndüm. Partiye girdim orada. On dokuz yaşımda… Zafer Günü’nü Doğu Prusya’da karşıladım. Biz on sekiz-yirmi yaşlarımızda cepheye gittik, döndüğümüzde yaşlarımız yirmi-yirmi dört arasındaydı. İlkin sevindik, sonra korktuk: Sivil hayatta ne yapacağız? Barış koşullarında yaşama korkusu… Bu süre içinde kız arkadaşlarımız enstitüler bitirmişti, ya biz? Hiçbir işten anlamayız, uzmanlığımız yok. Tek bildiğimiz savaş, elimizden gelen tek şey savaşmak. Bir an önce savaştan kurtulmak istiyorduk. İlk kez elbise giydiğimde gözyaşlarına boğuldum. Yaralandığımı, beyin sarsıntısı geçirdiğimi kime söyleyebilirdim? İstersen söyle, kim seni işe alır, kim seninle evlenir? Sesimizi çıkarmıyorduk. Cephede savaştığımızı kimseye itiraf etmiyorduk. Onun dışında, kendi aramızda bağlantı halindeydik, yazışıyorduk. Sonradandır, otuz yıl sonradır bizi onurlandırmaya başlamaları… Etkinlik davetleri filan… İlk zamanlar köşemize sinmiştik, nişanlarımızı bile takmıyorduk. Erkekler takıyordu, kadınlar, hayır. Erkekler; galipler, kahramanlar, eş adayları, savaş onlarındı. Bizeyse tamamen farklı gözle bakılıyordu. Tamamen farklı… Şöyle söyleyeyim, zaferi bize yâr etmediler. Onu usulca sıradan kadın mutluluğuyla takas ettiler. Zaferi bizimle bölüşmediler. Ve bu inciticiydi… Anlaşılmazdı… Çünkü cephede erkekler bize mükemmel davranıyorlardı, hep koruyup kollayarak; barış zamanında kadınlara böyle davrandıklarını görmedim. Ordu çekilirken istirahat etmek için çıplak toprağın üzerine uzanırdık, kendileri gömlekleriyle kalır bize kaputlarını verirlerdi. Son peksimetlerini bölüşürlerdi. Savaşta iyilikten, yakınlıktan başka bir şey görmedik. Ya savaştan sonra? İyisi mi susayım… Hiç söylemeyeyim… Bize acımanıza gerek yok. Biz gururluyuz. İsterlerse tarihi on kere baştan yazsınlar. Stalin’le ya da Stalin’siz. Geriye kalacak olan şu: Biz kazandık! Ve bizim acılarımız. Bizim çektiklerimiz. Bunlar paçavra değil, kül değil. Bizim hayatımızdır. Başka sözüm yok…/Archive/2021/3/7/221230058-5-.jpgSAVAŞIN DEĞİL DUYGULARIN TARİHİÖncelediği savaş değil, savaştaki insan Aleksiyeviç’in. Savaşın tarihini değil, duyguların tarihini yazıyor. Ruhsal yaşamın izini sürüyor, ruhun notlarını tutuyor Aleksiyeviç. Ruhun yolu onun için olayın kendisinden önemli.Onu heyecanlandırdığı kadar korkutan soruları var: İnsan orada neler yaşadı? Hayata ve ölüme ve elbet kendine dair neyi görüp anladı? Ne de olsa duyguların, ruhun tarihini yazıyor Aleksiyeviç en başta. Savaşın ya da devletin tarihini, kahramanların yaşam öykülerini değil, sıradan yaşamın içinden muazzam bir olayın epik derinliğine iniyor. O, ‘büyük tarih’e fırlatılmış küçük insanın yaşamını yazıyor.NEDEN ELLERİNE SİLAH ALDILAR?Şunu soruyor: Bu kızlar nereden çıktılar? Neden bu kadar kalabalıktılar? Nasıl oldu da ellerine silah almaya cesaret ettiler? Ateş etmeye, mayın döşemeye, patlatmaya, bombalamaya, öldürmeye…Aynı soruyu daha on dokuzuncu yüzyılda Puşkin de, Napolyon ordularına karşı savaşmış kadın süvari Nadejda Durova’nın notlarından bir parçayı Sovremennik Dergisi’nde yayımlarken sormuş:“Köklü bir asilzade soyuna mensup genç bir kızı baba evini terk, cinsiyetini inkâr edip, erkekleri bile korkutan iş ve vazifeleri üstlenmeye ve Napolyon’a karşı muharebelere - hem de ne muharebelere! - iştirak etmeye zorlayan sebepler acaba nelerdi? Neydi onu teşvik eden? Gizli bir gönül yarası mı? Galeyana gelmiş muhayyilesi (hayal gücü) mi? Doğuştan gelen dizginlenemez bir iptila (tutku) mı? Aşk mı yoksa?”Evet ya, neydi? Yüz küsur yıl sonra yine aynı soruyu sormaktan mutlu değil ama soruyor Svetlana Aleksiyeviç.TRAVMATİK ERİL DÜNYANIN DİBİ!Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabında hayrete şayan mesleklere sahip pek çok kadınla tanışmış: Sıhhiyeci, keskin nişancı, uçaksavar komutanı, istihkâmcı; oysa şimdi muhasebeci, laborant, rehber veya öğretmenler… Harikulade kadın anlatıcılara da rastlıyor öyle ki yaşamlarının kimi sahneleri klasiklerin en iyi sayfalarıyla yarışabilir!“Erkek” değil “kadın” savaşına ilişkin anlatıyı yakalamak için uzun, dolambaçlı yollardan gitmek gerektiğini fark etmiş. Nasıl çekilmişler, cephenin hangi mıntıkasında nasıl taarruza geçmişler? gibi… Kadınlar da Aleksiyeviç’i dikkatlice almışlar dünyalarına. O eril dünyanın dibinde, savaşın ne kadar mahrem ve travmatik bir deneyim olduğunu aldığı şu yanıtlarda daha iyi idrak etmiş yazar:/Archive/2021/3/7/221309073-7-.jpg- “Savaştan hemen sonra evlendim. Kocamın arkasına saklandım. Günlük hayatın, kundakların... Seve seve saklandım. Annem ‘Sus! Sus!! Bahsetme,’ derdi. Neticede vatani görevi- mi yerine getirdim ama yine de orada bulunmuş olmak beni üzüyor. Biliyor olmak… Sen daha küçücük kızsın. Sana kıyamıyorum…”- Bir keresinde bir kadın (pilot) benimle buluşmayı reddetmişti. Şöyle açıklamıştı telefonda itirazını: ‘Yapamam… Hatırlamak istemiyorum. Savaşta üç yılım geçti… O üç yıl boyunca kendimi kadın gibi hissetmedim. Bünyem donup kaldı. Âdetten kesildim, kadınsı arzularımı neredeyse tümden yitirdim. Güzeldim oysa… Müstakbel eşim bana evlenme teklif ettiğinde… Sonradan yani, Berlin’de, Reichstag’ın önünde… Şey demişti: ‘Savaş bitti. Şanslıymışız, hayatta kaldık. Evlen benimle.’ Ağlamak istemiştim. Bağırmak. Vurmak ona! Ne evlenmesi? Şimdi mi? Bütün bunların ortasında mı? Şu kara isin, kara kara tuğlaların ortasında… Baksana bana, ne haldeyim! Önce kadın kıl beni: Çiçek al, kur yap, güzel sözler söyle. Öyle istiyorum ki bunu! Öyle bekliyorum ki! Az kalsın vuracaktım ona… Vurmak istemiştim… Tek yanağı savaşta yanmıştı, kıpkırmızıydı; nasıl baktıysam, anlamış içimden geçeni, o yanağından yaşlar süzülüyor. Taze yaranın üstünden… Kendim de inanamadım söylediğime: ‘Tamam,’ dedim, ‘evlenelim.’ Kusura bakmayın… Yapamam…’”- “O zaman size her şeyi anlatamadım, devir başka devirdi. Birçok şeyi gizlemeye alışmıştık…”. /Archive/2021/3/7/221332964-8-.jpg- “Hayır, hayır, yapamam. Oraya tekrar dönmek mi? Yapamam… Hâlâ savaş filmi izlemiyorum ben. O zamanlar küçük bir kızdım. Hayallerle hülyalarla büyüyordum. Birdenbire savaş patlak verdi. Sana da kıyamam… Çok ciddiyim… Gerçekten istiyor musun bunları bilmeyi? Kızımın yerine koyarak soruyorum… Neden ben peki? Eşimle konuşmalısın, o sever hatırlamayı. Komutanların, generallerin adlarını, bölüklerin numaralarını - her şeyi hatırlar. Ben öyle değilim. Ben sadece kendi başıma geleni anımsıyorum. Kendi savaşımı. Etrafta bir sürü insan da olsa yalnızsın çünkü insan ölüm karşısında hep yalnızdır. Feci bir yalnızlık hissi duyduğumu anımsıyorum.”- “Size tüm sırlarımı açamadım. Yakın zamana kadar bunları söylemek yasaktı ya da utanırdık…”.“Doktorlar korkunç bir teşhis koydu bana… Gerçeği olduğu gibi anlatmak istiyorum…”.- “Biz ihtiyarlar için hayat zor… Ama derdimiz, aldığımız o cüzi, onur kırıcı emeklilik maaşı değil. Daha ziyade, o büyük geçmişten dayanılmaz derecede ‘küçük şimdi’ye sürülüşümüz yaralıyor bizi. Artık kimse bizi okullara, müzelere konuşma yapmaya çağırmıyor, bize ihtiyaç kalmadı. Gazete yazılarında faşistler giderek daha asil, Kızıl Ordu askerleri gitgide daha canavar.”- “Gece uyanacak gibi oluyorum… Sanki biri… ağlıyor yanımda… Savaştayım… Çekiliyoruz. Smolensk’in dışında bir kadın bana el- bisesini getiriyor, üzerimi değiştirme fırsatı buluyorum. Yalnız yürüyorum… erkeklerin arasında. Demin üzerimde pantolon vardı, şimdi yazlık elbise. Birdenbire geldi… Aybaşı… Erken oldum, heyecandan herhalde. Kaygılardan, kırgınlıktan. Orada ne bulabilirsin? Rezil oldum! Nasıl utanıyorum! Çalı diplerinde, hendeklerde, ormanda kütüklerin üzerinde yatıyoruz. O kadar kalabalık ki ormanda herkese yatacak yer kalmıyor. Sersem, kandırılmış, artık kimselere inanmayarak yürüyoruz… Hava kuvvetlerimiz, tanklarımız nerede? Uçan, sürünen, gürleyen her şey Almanlara ait. Bu halde esir alındım. O da yetmez gibi, tutsak düşmemizden önceki gün iki ayağımı birden incitmiştim… Yattığım yerde altıma yapıyordum… Bilmem nereden derman buldum da geceleyin sürünerek ormana kaçtım. Tesadüfen partizanlar görüp aldı beni…”/Archive/2021/3/7/221404979-9-.jpg KADIN SAVAŞI ERKEK SAVAŞINDAN KORKUNÇ!Aleksiyeviç’e göre “kadın” savaşı “erkek” savaşından daha korkunç. Çünkü erkekler; tarihin, olayların ardına saklanıyor, savaş onları fikirlerin, çeşitli çıkarların faaliyeti ve çatışması olarak cezbediyor, kadınlarsa duyguların etkisinde. Erkekleri çocukluktan itibaren bir gün ateş etmeleri gerekebileceği fikrine hazırlıyorlar. Kadınlara bu öğretilmiyor… Bu yüzden olup bitenleri başka bir şekilde anımsıyorlar.Kadınların savaşının kokusu, rengi, gündelik ayrıntıları var kitabında. Şöyle yazıyor meselâ: “Bize verdikleri sırt çantalarından kendimize etekler diktik”; “askerlik şubesinin bir kapısından elbiseyle girdim, diğerinden pantolon ve asker gömleğiyle çıktım, saç örgümü kestiler, kafamda bir perçem kaldı…”; “Almanlar köyü ateşe verip gitti… Bir geldik, ezilmiş sarı kumların üzerinde bir çocuk ayakkabısı…”SAVAŞTA CESARET VE FİKİRDE CESARET!Kadınların Stalin konusuna temkinli ve nadiren girdiklerini belirtiyor Aleksiyeviç. Yalnız Stalin hipnozu ve korkusu değil, eski inançları yüzünden de hâlâ felçli gibi olduklarını söylüyor: “Bir zamanlar sevdiklerini sevmekten vazgeçemiyorlar. Savaşta cesaret, fikirde cesaret - iki ayrı şeymiş. Ben aynı sanırdım oysa”.İnsan doğasının derinlerine, karanlığına, bilinçaltına göz atmaya çalışıyor. Savaşın sırrında gezinirken dehşetengiz anılara hiç hazır değil elbette. Savaşın kadını erkeği yok onu anlıyor en azından savaşın ortasındayken böyle bu.Aleksiyeviç’in arşivinde en ilgisini çeken belgelerden biri, sansür heyetinin çıkardığı parçaları topladığı not defteri. Bir de sansürcüyle yaptığı konuşmalar… Kitabında arşivinden çıkardığı bazı sayfaları da paylaşıyor.: /Archive/2021/3/7/221426650-10-.jpg- “Düşman çemberinden sıyrılmaya çalışıyorduk… Nereye atılsak, her tarafta Almanlar. Sabahleyin mevzilerini yararak geçmeye karar verdik. Madem öleceğiz, onurumuzla ölelim, dedik. Savaşarak. Üç kız vardı aramızda. Gece, o işi yapabilen herkesin yanına uğramışlardı… Ta- bii herkesin mecali yoktu. Sinirler altüst, bilirsiniz işte. Öyle bir durumda… Herkes ölüme hazırlanıyordu… Sabaha birkaç kişi kurtulabilmişti… Çok az… Yedi kişi filan, oysa daha fazla değilse, elli kişi vardık. Makineli tüfekle taradı Almanlar… O kızları minnettarlıkla anıyorum. Sabahleyin yaşayanların arasında hiçbirini bulamadım… Bir daha da rastlamadım…”- “Biri bizi ele vermiş… Almanlar partizan müfrezesinin konaklayacağı yeri öğrenmiş. Ormanın çevresini ve tüm girişleri sarmışlar. Balta girmemiş bölgelerde saklanıyorduk, tenkil müfrezesinin uğramadığı bataklıklar koruyordu bizi. Bataklık, araçları da insanları da ölümüne içine çekiyordu. Günlerce, haftalarca boğazımıza kadar suyun içinde durduğumuz oluyordu. Aramızda bir kadın telsizci vardı, yakınlarda doğum yapmıştı. Çocuğu aç, meme ister ama annenin kendisi de aç, sütü gelmez, çocuk ağlar. Tenkilciler yakında… Köpekleri de cabası… Köpekler duyacak olursa hepimiz mahvoluruz. Bütün grup, otuz kişi… Anlıyorsunuz, değil mi?Komutan karar verdi… Kimse anneye emri iletmeye cesaret edemiyor ama kendisi de anlıyor zaten. Bebeğin kundağını suya bırakıp uzun süre tutuyor orada… Çocuk bağırmıyor artık… Hiç sesi çıkmıyor… Biz bakışlarımızı kaldıramıyoruz. Ne anneye ne birbirimize bakabiliyoruz…”- “Tutsakları alıp müfrezeye getiriyorduk… Kurşuna dizmezdik, fazla kolay bir ölümdü onlar için; bunun yerine harbilerle domuz gibi boğazlar, parça parça ederdik. Ben de bunu izlemeye giderdim… Beklerdim! Acıdan gözlerinin patlayacağı anı beklerdim uzun uzun… Gözbebeklerinin… Nasıl anlayabilirsiniz ki?! Köyün ortasında ateş yakıp annemle küçük kız kardeşlerimi içine atmışlardı…”- “Ben nişancıydım. O kadar çok insan öldürdüm ki… Savaştan sonra doğurmaktan uzun süre korktum. Normale dönünce doğurdum. Yedi yıl sonra… Yine de hiçbir şeyi affetmiş değilim. Etmem de… Esir Almanları görünce sevinirdim. Acınacak halde olmalarına sevinirdim: ayaklarında çizme yerine dolama çoraplar, kafalarında sargılar… Köyün içinden geçirirlerdi onları, “Ana, ekmak ver… Ekmak…” diye rica ederlerdi. Köylülerin evlerinden çıkıp da onlara bir ekmek parçası, bir lokma patates vermelerine hayret ederdim… Erkek çocukları kafilenin peşinden koşar, taş atarlardı… Kadınlarsa ağlardı… İki hayat yaşamışım gibi geliyor bana: Biri erkekliğe, diğeri kadınlığa ait…”/Archive/2021/3/7/221505150-11-.jpgGURUR, HEYECAN, TRAVMA, KORKU İÇ İÇEKitabında kadın askerlerin onlarca hikâyesini paylaşıyor Aleksiyeviç. Annelerinden, ailelerinden koparak cepheye koşan gencecik kadınlar, kız çocuklarının yaşadıklarını okuduğunuzda hepsinde de büyük bir gurur, Zafer düşü, heyecan, travma, korkunun iç içe geçtiğini anlıyorsunuz. Cepheye gitmediklerini adeta koştuklarını anlıyorsunuz. Öylesine gönüllü, bile isteye, vatanları için, samimi, inanmış...- Mariya İvanovna Morozova (İvanuşkina): “Savaş sürüyordu… Kız arkadaşlarım… Bizim kızlar, ‘Cepheye gitmek lazım,’ diyordu. Lafı edilmişti bir kere. Hepimiz askerlik şubesinin kursuna yazıldık. Kimimiz belki topluluktan ayrı düşmemek için, bilmiyorum. Bize orada piyade tüfeğiyle ateş etmeyi, el bombası atmayı öğrettiler. Açıkçası ben tüfeği elime almaya korkardım, tedirgin olurdum. Sadece cepheye gitmek istiyordum, o kadar. Özel sanıyorduk kendimizi… Askerlik şubesine geldik, toplam kırk kişiydik, hepimiz de ateş etmeyi ve ilkyardımı biliyorduk. Saçlarımı güzelce örmüştüm, oradan çıktığımda örgüm yoktu… Asker tıraşı yaptılar… Elbisemi de aldılar. Sırtımıza derhal asker gömlekleri giydirdiler, başlarımıza kepler taktırdılar, sırt çantalarını omuzlayıp bir yük trenine bindik, samanların üzerine serildik. Neşe içinde binmiştik. Gözümüz kara. Şakalaşarak. Çok güldüğümüzü hatırlıyorum. Nereye gidiyorduk? Bilmiyorduk ki. Önemli değildi yeter ki cepheye gidelim. Şelkovo İstasyonu’na geldik, yakınlarında kadın keskin nişancıların eğitim aldığı bir okul vardı. Sevindik. Ciddi bir işti bu. Ateş edecektik. Garnizon hizmeti ve disiplin tüzüklerine çalışıyorduk; arazide gizlenme, kimyasal silahın etkilerinden korunma. Snayperkayı (Keskin nişancı tüfeği) gözümüz kapalı monte edip sökmeyi öğrenmiştik; rüzgârın hızını, hedefin hareketini, hedefe uzaklığı tespit etmeyi, siper kazmayı, alçak sürünmeyi hepsini, hepsini biliyorduk artık. Bir an önce cepheye gönderseler diyorduk. Ateş konusunda iyiydik, hatta iki günlük talim için ön hattan çağrılan erkek nişancılardan bile iyiydik. Bunlar işlerini yapabilmemize çok şaşıyordu. Hayatlarında ilk kez kadın nişancı görüyorlardı herhalde. Nefret etmek ve öldürmek kadınlara göre işler değil. Bize göre değil… Kendimizi ikna etmemiz gerekiyordu. İnandırmamız… “Çabuk asker olduk… Bilirsiniz, düşünmeye pek zamanımız yoktu. Duygularımızı sorgulamaya… (...) Çiftler halinde gidiyorduk; sabahın köründen gece yarısına kadar yalnız başına oturmak zordur, gözler yorulur, yaşarır, ellerini hissetmezsin, bütün vücudun gerginlikten taş kesilir. Baharda bilhassa zorlanırsın. Altında kar erir, bütün gün suyun içinde kalırsın, yüzer gibi, soğuktan toprağa yapıştığın da olur. Karda on iki saat, bazen daha uzun süre yatardık ya da bir ağacın tepesine, bir ahırın veya yıkık bir evin çatısına tüner, orada kamufle olurduk. Yedi yüz, sekiz yüz, bazen beş yüz metre ayırırdı bizi Almanların oturduğu hendeklerden. Nasıl korkmazdık bilmiyorum… Anlayamıyorum şimdi… (...) Geceleri laflardık tabii. Ne mi konuşurduk? Evlerimizden, herkes kendi annesinden söz ederdi, kiminin babası ya da erkek kardeşleri savaştaydı. Savaştan sonra ne olacağımızı konuşurduk. Evlenecek miyiz, kocalarımız bizi sevecek mi? Ben eşimle savaşta tanıştım, aynı alayda görev yapıyorduk. İki yarası vardı, beyin sarsıntısı geçirmişti. İki çocuk büyüttük, enstitü bitirdiler. Döndüğümde her şeye sil baştan başlamam gerekti. Yeniden pabuç giymeyi öğrendim - üç yıl cephede çizme giydikten sonra. Kemere alışmıştık, sımsıkı bağlardık, şimdi giysiler üzerimden sarkıyordu sanki, bir garip hissediyordum. Eteklere dehşet içinde bakıyordum… Elbiselere… Sivil kıyafetle, pabuçlarla gezerken bir subaya rastladığında ister istemez elin kalkar selam vermek için. (...) Oradan canlı çıksan da ruhun sakat kalıyor. Şimdi düşünüyorum da, keşke bacağımdan, kolumdan filan yaralansaydım, bedenim acısaydı. Ama ruhum… Çok acıyor. Genceciktik cepheye gittiğimizde. Çocuktuk. Savaşta boyum bile uzamış. Annem ölçtü evde… On santimetre uzamıştım…”/Archive/2021/3/7/221557727-13-.jpg- Yelena Vilenskaya, çavuş, yazıcı: “Ben yazıcı olarak görünüyordum… Orduya katılmaya şöyle ikna ettiler beni… “Savaştan önce fotoğrafçılık yaptığınızı biliyoruz, bizde de fotoğrafçı olarak çalışacaksınız,” dediler. İyi hatırladığım bir şey varsa o da ölümü resimlemek istemediğimdir. Ölüleri. Askerleri dinlenirlerken çekerdim, sigara içer, güler, madalya alırlarken. O zaman renkli filmim olmaması ne kötü, sadece siyah-beyaz film vardı elimde. Alay bayrağının göndere çekilmesi… Bunu güzel çekebilirdim mesela… Bugünlerde… Gazeteciler gelip, “Ölüleri çekmiş miydiniz?” diye soruyorlar bana, “muharebe sonrası…” Aradım taradım… Ölüm fotoğrafım az benim… Birisi öldüğünde, çocuklar, “Canlı hali var mı sende?” diye sorardı. Canlı halini arardık… Gülümsediği bir resmini…”- Klavdiya Grigoryevna Krohina, uzman çavuş, keskin nişancı: “İlk seferinde korkuyorsun… Çok korkuyorsun… Uzandık, gözlemdeyim. Bir Almanın siperden çıkacak gibi doğrulduğunu gördüm. Bastım tetiğe, düştü. Tir tir titredim, biliyor musunuz? Resmen kemiklerimin takırdadığını duydum. Ağlamaya başladım. Hedeflere ateş ederken sorun yoktu ama bu kez: Öldürmüştüm! Ben! Tanımadığım bir insanı vurmuştum. Sonra geçti bu his. Yani şöyle… Nasıl oldu… Taarruzdaydık, küçük bir kasabanın önünden geçiyorduk. Ukrayna’da galiba. Yol kenarında bir kulübe ya da ev gördük, tam olarak seçmek imkânsızdı, her şey yanmış, kara kara taşlar kalmış geriye. Bir temel… O kömürlerin içinde insan kemikleri bulduk, aralarında da yanmış yıldızlar (Kızıl Ordu nişanı); yani bu yakılanlar bizim yaralılarımız ya da tutsaklardı. O olaydan sonra ne kadar öldürdüysem de acımadım artık. O siyah yıldızları gördükten sonra… Savaştan saçlarım ağarmış vaziyette döndüm. Yaş yirmi bir, saçlar bembeyaz. Ağır yara almıştım, beyin sarsıntısı, tek kulağım zor işitiyordu. Annem, “Geleceğine inanıyordum, gece gündüz dua ettim senin için,” diyerek karşıladı beni. Erkek kardeşim cephede ölmüştü. Ağlıyordu annem: “Kız doğurmuşsun, erkek doğurmuşsun farkı kalmadı.” /Archive/2021/3/7/221612977-14-.jpg- Natalya İvanovna Sergeyeva, er, hastabakıcı: “Konuşmak istiyorum… Konuşmak! İçimi dökmek! Sonunda birileri bizi de dinliyor. Senelerce sustuk, evde bile sustuk. Onlarca sene. Savaştan döndüğüm ilk yıl çok konuşuyordum ben. Kimse dinlemiyordu. Ben de bıraktım… O vakitler gençtim. Çok genç. Hemşire kursları açılmıştı, babam beni ve kız kardeşimi oraya götürdü. Ben on beş yaşındaydım, kardeşim on dört. ‘Zafer için verebileceğim tek şey bu. Kızlarım…’ demişti. O zaman başka şey düşünülmüyordu. Bir yıl sonra kendimi cephede buldum…”- Yelena Antonovna Kudina, er, şoför: “İlk günlerde… Şehirde bir keşmekeş hâkimdi. Kaos. Tüyleri diken diken eden bir korku. Birtakım ajanları yakalamaya çalışıyorlardı. Herkes birbirine, ‘Provokasyonlara kapılmayın,’ diyordu. Ordumuzun felakete uğradığını, birkaç hafta içinde tarumar edildiğini kimse fikren bile olsa kabul edemiyordu. Bir de baktık ki çekiliyoruz… Savaş öncesinde ortalıkta, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmaya hazırlandığı söylentileri dolaşırdı ama bu tür konuşmalar sıkı bir şekilde takip edilirdi ilgili organlar tarafından… Fakat Stalin’in konuşmasından sonra… Bizlere ‘kardeşlerim…’ diye hitap etmişti. O zaman herkes kırgınlıklarını unuttu. Benim dayım hüküm giymişti, kamptaydı; öncesinde demiryollarında çalışan yaşlı bir komünistti. İşyerinde tutuklanmış… Kim tutukladı? Malum, NKVD (Narodnıy Komissariat Vnutrennih Del - İçişleri Halk Komiserliği)… Dayıcığımızın hiçbir suçunun olmadığını biliyorduk. İnanıyorduk ona. Ta iç savaştan kalma nişanları vardı… Yine de Stalin’in konuşmasından sonra annem, ‘Önce bir vatanımızı kurtaralım, sonra düşünürüz,’ demeyi bildi. Herkes vatanını seviyordu. Ben de hemen askerlik şubesine koştum. Anjinime rağmen, daha ateşim tam düşmemişti, ama bekleyecek sabrım yoktu…” /Archive/2021/3/7/221634774-15-.jpg- Antonina Maksimovna Knyazeva, onbaşı, muhabereci: “Annemizin erkek evladı yoktu… Beş kız büyütüyordu. Savaş ilan edildi. Benim mükemmel müzik kulağım vardı. Konservatuara girmeyi hayal ederdim. Kulağımın cephede işe yarayacağına karar verdim, muhabereci olacaktım. Stalingrad’a tahliye edildik. Stalingrad kuşatıldığında gönüllü olarak cepheye gittik. Hep birlikte. Bütün aile: Annem ve beş kız; babam o sırada zaten savaşıyordu…”- Tatyana Yefimovna Semyonova, çavuş, trafik memuru: “Herkesin tek arzusu cepheye gitmekti… Korkuyor muyduk? Tabii ki korkuyorduk… Ama olsun… On altı-on yedi yaşlarındaydık. Arkadaşımla keskin nişancı okuluna gitmek istiyorduk fakat bize, ‘Trafik memuru olacaksınız. Size ders vermeye vakit yok,’ dediler. Annem birkaç gün istasyonda nöbet tutmuş, gidişimizi beklemiş. Katara doğru yürüdüğümüzü görünce yanıma gelip bana biraz çörek, on tane de yumurta verdi, bayıldı sonra…”- Yefrosinya Grigoryevna Breus, yüzbaşı, doktor: “Dünya hemen değişti… İlk günleri anımsıyorum… Annem pencerenin kenarında durur dua ederdi. Beni askere çağırdılar, doktordum. ‘Görevdir’ diye düşünerek gittim. Babam kızı cepheye gittiği için mutluydu. Vatanını savunduğu için. Sabah erkenden askerlik şubesine gitmişti. Belgemi alacaktı; özellikle o erken saatte düşmüştü ki yola köydeki herkes kızının cepheye gittiğini anlasın…”- Liliya Mihaylovna Butko, ameliyat hemşiresi: “Yazdı… Barışın son günü… Akşam dansa gitmiştik. Yaşlarımız on altı. Topluca gezerdik o zamanlar, önce birini eve bırakırdık, sonra diğerini. Çiftler halinde ayrı ayrı gezmek yoktu bizde. Altı erkek, altı kız filan dolaşırdık. Neyse, iki hafta sonra, bizi dans dönüşü eve bırakan bu çocukları - zırhlı birlikler okulunda okuyorlardı- sakatlanmış halde, sargılar içinde getirmeye başladılar. Kâbus gibi bir şeydi! Gülen birilerini görünce kızardım. Böyle bir savaş sürerken nasıl gülünür, bir şeylere nasıl sevinilir? Kısa süre sonra babam milis kuvvetlerine katıldı. Evde küçük erkek kardeşlerim ve ben kaldık. Anneme cepheye gideceğimi söyledim. Ağlıyordu, kendim de geceleri ağlıyordum. Buna rağmen evden kaçtım… Anneme bölüğümden mektup yolladım. Oradan beni artık hiçbir şekilde geri döndüremezdi…” /Archive/2021/3/7/221653789-16-.jpg- Polina Semyonovna Nozdraçova, sıhhiyeci: “Annem hayatta değildi… Bombardımanda ölmüştü… Kırk bir yılıydı, ordumuz çekiliyordu… Çalıların ardında saklanıyorduk, bizim askerlerden birinin tüfekle Alman tankının üzerine atladığını ve dipçikle zırha vurduğunu gördüm. Vuruyor, bağırıp çağırıyor ve ağlıyordu ta ki düşene kadar. Alman askerleri onu vurdular. İlk yıl ellerimizde tüfekler, tanklara ve messerlere (Messerschmitt Bf (Me) 109 adlı Alman avcı uçağına halk arasında verilen ad) karşı savaştık biz…”- Yevgeniya Sergeyevna Sapronova, muhafız bölüğü çavuşu, uçak makinisti: “Anneme rica ediyordum… Yalvarıyordum “Ne olur ağlama” diye… Henüz gece değildi ama hava karanlıktı, kesintisiz bir inilti yükseliyordu. Annelerimiz kızlarını yolcu ederken ağlamıyor, inliyorlardı. Bir benim annem taş kesilmiş gibi dikiliyordu. Tuttular erkek gibi tıraş ettiler, saçlarımdan geriye küçük bir perçem kaldı. Aslında babamla ikisi yollamak istememişti ama benim tek arzumdu cepheye gitmek! Şimdi müzede asılı duran şu afişler: ‘Yurdun seni çağırıyor!’, ‘Ya sen cephe için ne yaptın?’ beni çok etkiliyordu mesela. Ya şarkılar? ‘Ayaklan, büyük ülke… Ölümüne mücadeleye hazırlan…’ (İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın neredeyse marşı haline gelen ‘Kutsal Savaş’ (Svyaşennaya Voyna) adlı vatanseverlik şarkısının sözleri). Yolda hayrete düşmüştük: Öldürülenler peronlarda yatıyordu. Bu artık savaşın ortasındayız demekti… Fakat gençlik işte, şarkılar söylüyorduk. Hatta neşeli bir şeyler. Mâniler. Çatışmaların bitimine yakın bütün ailem savaşıyordu. Babam, annem, kız kardeşim demiryollarına girmişlerdi. Cephenin peşi sıra ilerliyor, yolları tamir ediyorlardı. Bizim ailede herkes zafer madalyası aldı: babam, annem, kardeşim ve ben…”- Galina Dmitriyevna Zapolskaya, santralci: Bölüğümüz, savaşın daha ilk haftalarda sıçradığı Borisov kentinde konuşlanmıştı. Yirmi kız vardık. Hepimiz yurdumuzu savunmaya hazırdık. Önceden savaş kitaplarını sevmezdim hiç, aşk kitapları okurdum. Al sana! Cihazların başında sabah akşam, günlerce otururduk. Askerler bize yemek getirirdi, atıştırır, oturduğumuz yerde biraz uyuklar, sonra tekrar kulaklıkları takardık. Saçımızı yıkamaya vaktimiz yoktu, o yüzden bizimkilerden rica etmiştim: “Kızlar, örgülerimi kessenize…” /Archive/2021/3/7/221710554-17-.jpg- Yelena Pavlovna Yakovleva, başçavuş, hemşire: Askerlik şubesine gidip duruyorduk… Bir gelişimizde, artık komiser bizi neredeyse kovacaktı: ‘Bari herhangi bir uzmanlığınız olsa. Hemşire olsanız, şoför… Hangi iş gelir ki elinizden? Savaşta ne yapacaksınız?’ Biz bunu hiç düşünememiştik. Savaşmak istiyorduk, o kadar. Bizi cepheye değil hastaneye gönderdiler. Kırk bir yılıydı, ağustos ayının sonu… Okullar, hastaneler, kulüpler yaralılarla doluydu. Ama şubat ayında ben hastaneden ayrıldım, kaçtım, firar ettim denebilir. Evraksız, hiçbir şeysiz sıhhiye trenine atladım. Bir küçük not bıraktım sadece: ‘Nöbete gelmeyeceğim. Cepheye gidiyorum.’ O kadar…- Vera Danilovtseva, çavuş, keskin nişancı: “O gün randevum vardı… Uça uça gittim… Sevdiğim çocuğun bana ilan-ı aşk edeceğini düşünüyordum ama o üzgün geldi: ‘Vera, savaş başlamış! Bizi derslerden alıp doğruca cepheye yolluyorlar,’ dedi. Askeri lisede okuyordu. E tabii ben de kendimi derhal Jeanne d’Arc rolünde hayal ediverdim. Tüfeği omuzlayıp cepheye gitmekten aşağısı kurtarmazdı beni. Birlikte olmalıyız! Birlikte olalım yeter! Hemen askerlik şubesine koştum; sert bir şekilde kestirip attılar: ‘Şimdilik sadece tıbbi personel gerekiyor. Onun da altı aylık öğrenim süresi var.” Altı ayda kafayı yiyebilirdim! Âşıktım âşık… Beni bir şekilde okumam gerektiğine ikna ettiler. Peki, okurum, ama hemşirelik değil… Silah kullanmak istiyorum! Sevdiğim çocuk gibi ateş etmek. O kadar ki birlikte öleceğimizi hayal ederdim. Aynı muharebede…Tiyatro enstitüsü öğrencisiydim. Aktris olmayı hayal ediyordum. İdolüm Larisa Reissner’di (1895-1926: Rusya iç savaşına katılmış Polonya kökenli devrimci, gazeteci, şair, yazar).”- Anna Nikolayevna Hroloviç, hemşire: “Arkadaşlarımın hepsi de benden büyüktü, hepsini cepheye çağırdılar… Yalnız kalınca, beni almadılar diye feci ağlamıştım. Bana, ‘Daha okuman lazım, ufaklık,’ dediler.Fakat okuma faslı uzun sürmedi. Cepheye bizi fabrika şefleri uğurladı. Yazdı. Hatırlıyorum, tüm vagonlar bitkilerle, çiçeklerle doluydu. Armağanlar getirmişlerdi bize. Benim payıma müthiş lezzetli bir ev kurabiyesi ve güzel bir kazak düşmüştü. Peronda Ukrayna hopakını (Ukrayna halk dansı) nasıl coşkuyla oynamıştım! Yolculuk günlerce sürdü… Bir istasyonda kızlarla kovaya su doldurmak için indik. Bir de ne görelim? Peş peşe geçen katarlar hep genç kızlarla doluydu. Şarkı söylüyorlardı. Kimi başörtüsünü, kimi kepini sallıyordu bize. Anladık ki savaşacak erkek kalmamış, hepsi helâk olmuş… Ya da esir düşmüşler. Şimdi onların yerine biz gidiyoruz. Annem bana bir dua yazmıştı. Madalyonumun içine koymuştum onu. İhtimal, faydası oldu ki eve dönebildim. Muharebelerden önce madalyonumu öperdim…” /Archive/2021/3/7/221737913-18-.jpg- Antonina Grigoryevna Bondareva, muhafız bölüğü teğmeni, kıdemli pilot: “Daha ben yedinci sınıftayken bizim oraya uçak gelmişti, otuz altı yılında. O zaman bu görülmemiş bir şeydi. Hemen duyurular başladı: ‘Genç kızlar ve delikanlılar, uçağa!’ Hemen havacılık kulübüne yazıldım. Havacılık kulübünü dereceyle bitirdim, paraşütle atlamada iyiydim. Savaştan önce evlenmeye de vakit buldum, bir kız doğurdum. Savaşın ilk günlerinden itibaren havacılık kulübümüzde birtakım düzenlemeler başladı: Erkekleri askere alıyorlardı, yerlerine biz kadınlar geçiyorduk. Kursiyerlere ders veriyorduk. Eşim cepheye ilk gidenlerden biri oldu. Elimde bir fotoğraf kaldı. Kızımla baş başa kalmıştık, devamlı kamplarda kalıyorduk. Nasıl bir yaşantımız mı vardı? Lapasını yedirip kapıyı üstüne kilitlerdim, sabah dörtten itibaren uçuşta olurduk. Akşam dönerdim, yemiş mi yememiş mi belli değil, üstü başı o lapaya bulanmış. Ağlamıyordu bile artık, sadece yüzüme bakıyordu. Gözleri eşiminkiler gibi iri iri… Kırk bir yılının sonuna doğru bana vefat kâğıdını yolladılar: Kocam Moskova önlerinde ölmüştü. Kızımı seviyordum ama onu eşimin yakınlarına bırakmak zorunda kaldım. Ve cepheye gitmek için başvuruda bulundum… Son gece… Bütün gece kızımın karyolası önünde dizlerimin üzerinde durdum…”/Archive/2021/3/7/221535603-12-.jpg- Serafima İvanovna Panasenko, asteğmen, motorize piyade taburu sağlık memuru: “On sekizimi doldurmuştum… Nasıl mutluydum, bayram ediyordum. O sırada çevremde herkes “Savaş!!” diye feryat ediyordu. İnsanların ağladıklarını anımsıyorum. Hatta dua edenler bile vardı. Alışılmadık bir durum… İnsanlar sokaklarda dua ediyor, haç çıkarıyordu. Okulda bize tanrının olmadığı öğretilmişti oysa. Ya tanklarımız, güzel uçaklarımız neredeydi? Geçit törenlerinde hep görürdük onları. Gurur duyardık! Komutanlarımız neredeydi Sonra nasıl kazanırız diye kafa yormaya başladı insanlar. Sağlık memurluğu-doğum hekimliğinde okuyordum. Hemen, ‘Savaş çıktı madem, cepheye gitmeli,’ diye düşündüm. Babam kıdemli komünisttir, siyasi kürek mahkûmu (1917 öncesi devrimci faaliyetleri yüzünden kürek cezası almış mahkûm). Bize çocukluğumuzdan itibaren vatanın her şey demek olduğunu, vatanı korumak gerektiğini öğretmişti. Tereddüt etmedim: Ben gitmeyeyim de kim gitsin? Gitmeliyim…”- Tamara Ulyanovna Ladınina, er, piyade: Annem trenin yanına geldi koşarak… Sert kadındı. Bizi hiç öpmez, asla övmezdi. Ama bu kez geldi, tuttu başımı, öpüyor, öpüyor. Gözlerimin içine bakıyor… Uzun uzun… Annemi bir daha hiç göremeyeceğimi o an anladım. Her şeyden vazgeçip, sırt çantamı teslim edip eve dönmek istedim. Acıdım herkese… Nineme… Küçük erkek kardeşlerime… O sırada emir geldi: ‘Açıl!! Vagonlara bin!..’ Uzun süre el salladım…/Archive/2021/3/7/221835288-6-.jpg- Mariya Semyonovna Kaliberda, uzman çavuş, muhabereci: Beni muhabere alayına aldılar… Bana kalsa asla muhabereye gitmezdim, katiyen, çünkü bu işin de savaşa dahil olduğunu anlamıyordum. Bir gün tümen komutanı yanımıza geldi, sıraya geçtik. Maşenka Sungurova adında bir kız vardı bizde. İşte o Maşenka öne çıkıp şey dedi: ‘Komutan yoldaş, izin verirseniz bir sözüm olacak. Er Sungurova kendisini muhabere görevinden azat edip silah kullanılan bir yere göndermenizi rica eder.’ Anlarsınız işte, hepimiz aynı şekilde hissediyorduk. Uğraştığımız şeyin, muhaberenin çok önemsiz olduğunu, hatta bizi küçük düşürdüğünü sanıyorduk, en önde olmamız gerekirdi. Generalin yüzündeki tebessüm hemen silindi: ‘Sevgili kızlar! Siz herhalde cephedeki rolünüzü iyi anlamamışsınız, sizler bizim gözümüz kulağımızsınız. Muhaberesiz ordu kansız insan gibidir.’ Dayanamayıp ilk söz alan yine Maşenka Sungurova oldu: ‘General yoldaş! Er Sungurova bütün emirlerinizi yerine getirmeye sapına kadar hazırdır!’ Savaşın sonuna kadar ‘Sap’ diye seslendik ona. (...) Kırk üç yılının haziran ayında Kursk Çıkıntısı’nda bize alay bayrağı verdiler. O zaman alayımız, yani Altmış Beşinci Ordu Yüz Yirmi Dokuzuncu Müstakil Muhabere Alayı yüzde seksen kadınlardan oluşuyordu. Bir fikriniz olması için anlatmak isterim… Ruhlarımızda olup biteni anlamanız için ki bizim o halimize benzer insanlar herhalde bir daha hiç gelmeyecek dünyaya. Hiçbir zaman! Öyle saf, öyle samimi... Öyle inanmış! Alay komutanımız bayrağı alıp da, ‘Bayrağın altına toplan! Yere çök!’ diye emrettiğinde dünyalar bizim olmuştu. Öylece durup ağladık, herkesin gözleri yaşlıydı.” /Archive/2021/3/7/221849381-19-.jpg- Lyubov Arkadyevna Çarnaya, asteğmen, şifreci: “İkinci çocuğumu bekliyorum… Hamileyim ve iki yaşında bir oğlum var. Savaş başladı. Kocam cephede. Annemle babamın yanına gittim ve… Anlarsınız ya? Kürtaj oldum… Aslında o zamanlar yasaktı… Ama nasıl doğursaydım? İnsanların gözleri hep yaşlı… Savaş! Ölümün ortasında nasıl doğurursun? Şifreleme kursunu bitirdim, cepheye yolladılar. Çocuğumun, onu doğurmayışımın intikamını almak istiyordum. Kızımın… Bir kızım olacaktı… Ön hatta göndersinler istedim. Karargâhta tuttular…”- Valentina Pavlovna Maksimçuk, uçaksavar topçusu: “Şehri terk ediyorduk… Topluca… Bin dokuz yüz kırk bir yılı, yirmi sekiz haziran öğle vakti biz, Smolensk Pedagoji Enstitüsü öğrencileri, matbaanın avlusunda toplanmıştık. Krasnoye şehri yönünde hareket ettik. Kırk kilometre mesafeden, tüm göğü sarmış gibi görünüyordu. Belli ki on, yüz ev değil, bütün Smolensk yanıyordu… Tiril tiril yeni bir elbisem vardı, fırfırlı. Arkadaşım Vera pek beğenirdi. Düğününde hediye edeceğime söz vermiştim ona. Evlenmek üzereydi. Savaş birdenbire başladı. Siperler yolumuzu gözlüyordu. Eşyalarımızı yurttaki memura teslim ediyorduk. Elbise ne olacak? ‘Al, Vera,’ dedim şehri terk ederken. Almadı. ‘Söz verdiğin gibi düğünümde hediye edersin,’ gibi bir şey söyledi. O elbise o kızıltının içinde yandı gitti. Beni oradan sıhhiye birliğine gönderdiler. Yerlere rasgele serilip yatıyorduk. Hastalanan çok oldu. Yüksek ateş. Üşüme. Yattığım yerde ağlıyordum. Tam o sırada hoparlörden ses geldi: ‘Ayaklan, büyük ülke…’ Bu şarkıyı o zaman ilk kez duymuştum. ‘İyileşir iyileşmez, derhal cepheye gideceğim” diye düşündüm. Cepheye gider gitmez birliğimle beraber kuşatmanın ortasına düştüm. Günlük besinimiz iki peksimetten ibaretti. Öldürülenleri gömmeye vakit bulamıyorduk, sadece kum döküyorduk üstlerine. Yüzlerini kepleriyle örtüyorduk… Sırtımızda mermi taşıdığımızı hatırlıyorum, topları çamurun içinden sürüklediğimizi. Ağlamıyorduk artık, ağlamak da güç ister, tek dileğimiz uyumaktı. Uyumak ve uyumak. Nöbetteyken hiç durmadan volta atıp yüksek sesle şiir okurdum. Diğer kızlar şarkı söylerlerdi, yığılıp kalmamak ve uyumamak için…” /Archive/2021/3/7/221901053-20-.jpg- Lyubov İvanovna Lyubçik, nişancı takımı komutanı: “Annemle beni cephe gerisine tahliye ettiler… Saratov’a… Üç ay tornacılık eğitimi aldım. Günde on iki saat tezgâh başında dikiliyorduk. Açtık. Aklımızda sadece bir şekilde cepheye ulaşmak vardı. İyi kötü beslenebilirdik orada. Peksimetle şekerli çay veriyorlarmış. Yağ veriyorlarmış. Kız arkadaşımla askerlik şubesine gittik ama fabrikada çalıştığımızı söylemedik. Almazlardı yoksa. Böylece kaydımızı yaptılar. Ryazan Piyade Meslek Okulu’na gönderdiler. Oradan makineli tüfek mangası komutanı olarak mezun ettiler. Makineli tüfek ağırdır, sırtında taşırsın. At gibi. Geceleri. Nöbette en ufak sesi yakalamaya çalışırsın. Vaşak misali. Her hışırtıya kulak kesilirsin… Savaşta, nasıl derler, yarı insan yarı hayvansın. Öyle… Başka türlü hayatta kalamazsın. Yalnız insan olursan sağ çıkmazsın. Kafanı koparırlar! Savaşta kendinle ilgili bir şeyi aklında tutman gerekir. Bir şeyi işte… İnsanın henüz tam insan olmadığı zamana ait bir şeyi hatırlamalısın… Pek okumuş biri sayılmam, basit bir muhasebeciyim, ama bunu bilirim. Varşova’ya kadar gittim ben… Hep de yürüyerek, piyadeler savaşın, nasıl derler, proletaryasıdır. Karnımızın üzerinde sürünerek vardık oralara resmen… Başka bir şey sormayın bana… Savaş kitaplarını sevmem. Kahramanlık hikâyelerini… Hasta hasta, öksüre öksüre, uykusuz, pis, kılıksız ilerliyorduk. Çoğunlukla aç… Ama kazandık!”- Anna İvanovna Belyay, hemşire: “Bombardıman… Yağdırıyorlar da yağdırıyorlar tepemize bombaları. Birinin inlediğini duyuyorum: “Yardım edin… Yardım edin…” Ama kaçıyorum… Birkaç dakika sonra aklım başıma geliyor, omzumdaki ilaç çantasını hissediyorum. Bir de utanç… Ya korku nereye gitti! Geri dönüyorum koşarak: Yaralı bir asker inliyor. Yarasını sarmak için atılıyorum. Sonra ikinciye, üçüncüye… Çatışma gece bitti. Sabaha taze kar yağdı. Altında ölüler… Birçoğunun elleri yukarı dönük… Gökyüzüne… Bana mutluluk nedir diye soracak olursanız, ölüler arasında canlı bir insan buluvermek derim…” /Archive/2021/3/7/221912975-21.jpg- Olga Vasilyevna Korj, süvari bölüğü sıhhiyecisi: “İlk kez bir ceset görüyordum… Başında dikilip ağlamaya başladım… O sırada bir yaralı, “Bacağımı sar!” diye bana seslendi. Bacağı kopmuş, paçasından sarkıyor. Paçayı kesiyorum, “Koy bacağımı! Yanıma koy,” diyor. Koyuyorum. Bilinçleri yerindeyse kollarını bacaklarını bıraktırmazlar. Yanlarında götürürler. Ölüyorlarsa birlikte gömülmeyi isterler. Kuşatma sırasında nasıl gömüyorlardı insanları dersiniz? Oracığa, oturduğumuz daracık sipere gömüveriyorlardı, bitti gitti. Küçük bir tepecik kalıyordu geriye. Arkadan Almanlar ya da tanklar geliyorsa, o tepecik de ezilip gidiyordu. Sırf toprak, iz bile kalmıyordu geride. Birçoklarını da ormana, ağaç altlarına gömdüler… Meşelerin, huşların altına… Ben hâlâ ormana gidemem. Özellikle yaşlı meşe ve huşların olduğu ormanlara… Oturamam oralarda…”- Mariya Petrovna Smirnova (Kuharskaya), sıhhiyeci: “Kırım’da doğup büyüdüm… Savaşın başlarında, ilk günlerindeydik; radyodan çekilmekte olduğumuzu duydum… Koşa koşa askerlik şubesine gittim, ret cevabı aldım. Yirmi sekiz temmuzda çekilen birlikler bizim Slobodka’dan geçti, onlarla birlikte celpsiz halde cepheye gittim. İlk yaralı gördüğümde bayılmıştım. Sonra geçti. Bir askeri sürüklemek için kurşunların ortasına kendimi ilk attığımda öyle bir bağırıyordum ki çatışma gümbürtüsünü bastırmaya çalıştığım sanılabilirdi. Sonraları alıştım. On gün sonra yaralandım. Vücuduma saplanan mermi parçasını kendim çıkardım, yaramı kendim sardım… (...) Sırtımıza üniforma dayanmıyordu: Yenisini verirler, birkaç gün sonra kana bulanır. Sıcak çatışmadan çıkardıklarımın sayısı toplam dört yüz seksen birdir. Bir gazeteci saymıştı: Koca bir nişancı taburu ediyormuş… Kendimizin iki-üç katı ağırlığındaki erkekleri taşıyorduk. Üstelik yaralılar daha da ağır olur. Sadece kendisini değil, silahını, sırtındaki kaputu, çizmelerini de taşırsın. Yüklenirsin seksen kiloyu, götürürsün. Bir hücum boyunca böyle beş-altı sefer… Bu arada kendin kırk sekiz kilosundur, balerin kilosu. Şimdi inanamıyorum… Kendim de inanamıyorum…”/Archive/2021/3/7/221737913-18-.jpg- Nina Vladimirovna Kovelenova, uzman çavuş, nişancı bölüğü sıhhiyecisi: “Beni cepheye almıyorlardı… Yaşım on altı daha, on yediye çok var. Askerlik şubesine gittim. Annem yollamıyor. Askerlerin kimi peksimet, kimi şeker saklardı benim için. Korur kollarlardı. Katyuşamız (BM-13 adlı Sovyet yapımı çok namlulu roketatara İkinci Dünya Savaşı’nda askerler tarafından verilen ve giderek yaygınlaşan takma ad. Katyuşa adının savaş- tan önce popüler olan aynı adlı şarkıdan geldiği sanılıyor) olduğunu bilmiyordum, muhafazada arkamızda duruyormuş. Birden ateş etmeye başladı. Göğüs göğüse çarpışmalar… Ne kalmış aklımda? Bir kütürtü duyulduğunu hatırlıyorum… Çarpışma başlar başlamaz hemen bu kütürtüyü duyarsın; kıkırdaklar kırılır, insan kemikleri çatırdar. Vahşi hayvanlara has çığlıklar… Erkekler birbirlerini boğazlardı. Ölümüne vururlardı. Ölümüne kırarlardı. Süngüleri birbirlerinin ağızlarına gözlerine indirirlerdi… Kalplerine, karınlarına… Tarif etmem zor… Kısacası, kadınlar erkekleri böyle bilmez onları evlerinde böyle görmemişlerdir. Ne kadınlar ne çocuklar. İnsan dehşete kapılıyor resmen… Savaştan sonra eve, Tula’ya döndüm. Geceleri bağırır dururdum. Kendi çığlığımdan uyanırdım…” /Archive/2021/3/7/221948724-23-.jpgSAVAŞTA HAYATIN ALELADE(!) ANLARISvetlana Aleksiyeviç’in Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabında ana vurgularından biri de yalnızca ölümün değil, yaşamın da ne kadar büyük emek istediği. Her bir sayfada apaçık ortaya koyduğu gibi savaş; yalnızca çatışma ve idam, mayın döşeme ve temizleme, bombalar ve patlamalar, göğüs göğüse kapışmalar demek değil. Bu işin bir de “alelade” (!) anları var! Tüm ezberleri bozarak hatta öyle güçlü imliyor ki savaşta hayatın yarısından çoğu alelade yaşantıdan ibaret o derece!Peki nedir o alelade yaşantının elementleri? demişti hastabakıcı Aleksandra İosifovna Mişutina’nın dilinden şöyle aktarıyor yanıtı:“Çamaşır da yıkanır harp zamanı, lapa da kaynatılır, ekmek de pişirilir, mutfak kazanları temizlenir, atlara bakılır, arabalar tamir edilir, tabutlar yontulur ve çivilenir, posta dağıtılır, çizmelere taban çakılır, tütün taşınır. Sıradan kadın işleri savaşta dağ gibi yığılır. Önden ordu, peşinden “ikinci cephe” ilerler: çamaşırcılar, aşçılar, oto tamircileri, postacılar…”İçlerinden biri yazara, “Biz kahraman değiliz, sahne arkasındaydık çünkü,” diye yazmış. Sahne arkası! Sahne neler oluyordu sahi? Anlatıyorlar, hem de nasıl! /Archive/2021/3/7/222000662-24-.jpg- İrina Nikolayevna Zinina, er, aşçı: “Binbaşı bizi teker teker çağırıp elimizden hangi işlerin geldiğini sordu.Biri diyor: ‘İnek sağarım.’ Diğeri: ‘Evde patates haşlardım, anneme yardım ederdim.’ Beni çağırdı: ‘Sen?’‘Çamaşır yıkarım’. ‘İyi kızsın sen, belli. Keşke yemek pişirmesini bilseydin’. ‘Pişiririm’. Bütün gün yemek pişirirdim, gece bir gelirdim askerlerin çamaşırları birikmiş. Nöbet de tutardım. Seslenirlerdi bana: ‘Nöbetçi! Nöbetçi!’. Cevap verecek gücüm olmazdı. Ses çıkaracak halim bile kalmazdı…”- Aleksandra Semyonovna Masakovskaya, er, aşçı: “Ben hiç ateş etmedim… Askerlere lapa pişiriyordum. Bunun için madalya verdiler bana. Lafını bile etmem: Savaştım mı ki? Lapa kaynattım, asker çorbası. Kazanları, karavanaları sürüklerdim. Ağır mı ağır… Komutan, hatırlıyorum da kızardı: “Ah şu karavanaları bir tarayabilsem… Savaştan sonra nasıl çocuk doğuracaksın sen?” Bir keresinde tuttu sahiden de hepsini taradı. Kasabanın birinde daha ufak karavanalar bulmamız gerekti. Ön hattan gencecik askerler gelirdi istirahata. Zavallıcıklar, hepsi pis, perişan, bacakları, kolları donmuş.”- Mariya Stepanovna Detko, er, çamaşırcı: “Tüm savaşı çamaşır teknesinin başında geçirdim. Elde yıkardık. Astarı pamuklu ceketler, asker gömlekleri… Beyaz gömlekler, şu kamuflaj için giydikleri, kana bulanırdı, kıpkırmızı olurdu… Kurumuş kan siyahı. İlk suyla çıkaramazsın, su kırmızı ya da siyaha keser… Yensiz gömlekler, bütün göğsü açıkta bırakan delikler, paçasız pantolonlar. Gözyaşıyla yıkar, gözyaşıyla durularsın. Asker gömlekleri dağ gibi yığılır… Ceketler… Aklıma gelince bugün bile kollarım sızlar. Pamuklu ceketler kışın ağırlaşır, üzerlerindeki kan donar çünkü. Bugün de sık sık rüyama girer… Kara bir dağ şeklinde…”- Anna Zaharovna Gorlaç, er, çamaşırcı: “Bizler askerleri giydirir, kıyafetlerini yıkar ütülerdik, işte buydu kahramanlığımız. At sırtında gider, nadiren trene binerdik, atlar perperişan, Berlin’e kadar yayan gittik desem yeridir. Ne gerekiyorsa yapıyorduk işte: Yaralıların taşınmasına yardım ediyor, Dinyeper’e mermi yetiştiriyorduk çünkü araçla taşımak imkânsızdı; kucağımızda birkaç kilometre taşıyarak ulaştırıyorduk. Zeminlik kazıyor, köprü kuruyorduk… Bir keresinde etrafımız kuşatıldı; herkes gibi ben de koştum, ateş ettim. Öldürüp öldürmediğimi bilemem. Koşuyor, bir yandan da ateş ediyordum, herkes gibi. Çok az şey hatırlayabildim sanırım. Oysa ne çok şey gelmişti başıma! Hatırlarım yine… Sen yine gel…”- Natalya Muhametdinova, er, fırıncı: “Benim hikâyem kısa… Başçavuş sordu: ‘Küçük kız, kaç yaşındasın sen?’. ‘On altı, ne oldu ki?’. ‘Şöyle ki biz reşit olmayanları almıyoruz’. ‘Ne isterseniz yaparım. Ekmek bile pişiririm’. Aldılar…” /Archive/2021/3/7/222012990-25-.jpg- Zoya Lukyanovna Verjbitskaya, inşaat taburu manga komutanı: “Biz inşaatçıydık… Demiryolları, dubalı köprüler, kazamatlar kurardık. Cephe yanımızdaydı. Fark edilmemek için geceleri kazardık toprağı.Ağaç keserdik. Mangamdaki kızların hemen hemen hepsi gencecikti. Birkaç erkek vardı içimizde, çatışmalara katılamayan. Ağaçları nasıl mı taşırdık? Hep birlikte kaldırır götürürdük. Koca manga bir ağacı... Ellerimizde kanlı nasırlar çıkardı… Omuzlarımızda…”- Mariya Semyonovna Kulakova, er, fırıncı: “Öğretmen okulu mezunuyum… Diplomamı aldığımda savaş başlamıştı. Atamadılar bizi. On sekizimdeydim. Bizi askerlik şubesinde topladılar, “cephe fırınlarında çalışacak kadınlara ihtiyaç var” dediler. Çok ağır bir iştir bu. Sekiz demir fırınımız vardı. Yıkılmış bir kasaba ya da şehre geldiğimizde fırınları kurardık. Fırını kurdun odun gerekir, yirmi-otuz kova su, beş çuval un. On sekizinde kızlar yetmiş kiloluk un çuvallarını taşırdık. İki kişi tutar götürürdük. Yahut kırk somun ekmeği sedyelere yüklerlerdi. Ben kaldırmazdım mesela. Gece gündüz fırın başındaydık, gece gündüz. Bir tekne yoğurur diğerine girişirdik. Bombalar yağar, biz ekmek pişirirdik…”- Yelena Nikiforovna İyevskaya, er, levazımcı: “Savaşın dört yılını tekerlek üzerinde geçirdim… Verilen adreslere gidiyordum: Şukina Çiftliği, Kojuro Çiftliği. Ön hattaki bir askerin olmazsa olmazı tütün, sigara, çakmaktaşıdır. Bunları depodan alır yola koyulurduk. Kamburumuz çıkarak taşırdık. Sipere kadar atla gidemezsin, Almanlar duyabilir. Sırtında taşıyacaksın. Kamburun çıkarak, cancağızım…”- Mariya Alekseyevna Remneva, asteğmen, postane görevlisi: Yaşım on dokuzdu… Vladimir Oblastı’nın Murom kentinde yaşıyordum. Kırk bir yılının ekiminde bizi otoyol inşasına gönderdiler. Muhabere okuluna, posta hizmetleri kursuna gönderildim. Kurs bitiminde kendimi hareket ordusuna bağlı Altmışıncı Nişancı Tümeni’nde buldum. Alay postanesinde subaydım. Ön hattakilerin mektup aldıklarında nasıl ağladıklarını, zarfları nasıl öptüklerini gözlerimle görüyordum. Birçoklarının yakınları ölmüştü ya da düşman işgalindeki bölgelerde yaşıyordu. Yazamazlardı. Bu yüzden Bir Yabancı rumuzuyla mektuplar kaleme alıyorduk biz: ‘Sevgili asker, bu mektubu sana yabancı bir kız yazıyor. Düşmanı eziyor musun? Ne zaman zafer kazanıp eve döneceksin?’. Geceleri oturup böyle şeyler uyduruyorduk… Savaş boyunca bu tür yüzlerce mektup yazmışımdır… /Archive/2021/3/7/222034990-26-.jpgALEKSİYEVİÇ’İN İTİRAFI!Birkaç sene içinde daha yüzlerce hikâyeyi not etmiş yazar Svetlana Aleksiyeviç. Savaş âlemi, bilmediği bir yönüyle gitgide daha da şaşırtmış onu. Öyle ya bu kitabı yazmaya başlayana kadar düşünmemiş, merak etmemişti; insan boyundan alçak siperlerde, çıplak toprak üzerinde, ateş başında uyumak, çizme ve kaputla gezmek, hiç gülememek, dans edememek ne demekti onlar için? Yazlık elbise giyememek? Pabuçlardan, çiçeklerden uzak düşmek… Ne de olsa yaşları on sekiz-on dokuzdu!Yaygın kanıya uygun olarak savaşta kadın yaşantısına yer olmadığını düşündüğünü, kadın gibi yaşamanın imkânsız, neredeyse yasak olduğunu düşündüğü itiraf ediyor Vasilyeviç. Tüm bu süreç içinde cephedeki kadınlarla yaptığı konuşmalar ve incelediği sayısız raporlar, belgeler sonucunda ise çok kısa bir süre içinde ne kadar yanıldığını anlıyor da anlıyor! /Archive/2021/3/7/221929881-22-.jpgKADIN DOĞASI VE GÜZELLİK!Fark ettiği bir şey de; kadınlar neden bahsederlerse etsinler, bu ölüm bile olsa, varlıklarının yok edilemez bir parçasını teşkil eden güzelliği hep hatırlıyorlardı. Naif genç kızlık hilelerinden, küçük sırlarından, savaşın “erkekçe” yaşayışı ve işleri ortasında ne olursa olsun kendileri kalma arzularından neşe ve keyifle bahsediyorlardı. Doğalarına ihanet etmek istememişlerdi. Onu da özlüyorlardı hem de nasıl!Üzerinden kırk yıldan fazla bir süre geçmesine karşın kimi şaşırtıcı detaylar, tonlar, renk ve sesler dahi belleklerindeydi. Dünyalarında gündelik hayatla varoluş iç içe geçmişti. Savaşı yaşamdan bir kesit olarak anımsıyorlardı. İnsani olan, özü itibariyle gayriinsani olana galebe çalıyordu:- Y. Yermakova, muhabereci: “Piyade A. Strotseva, tabutun içinde yatarken nasıl da güzeldi… Gelin gibi… (...) Madalya alacağım ama sırtımda eski püskü bir asker gömleği… Gazlı bezden bir yaka diktim. Ne de olsa beyaz… O an kendimi öyle güzel zannediyordum ki. Bir aynacık da yoktu ki elimde bakınayım. Neyimiz varsa bombardımanda gitmişti…”- Anna Galay, tüfekçi: “Güzelliğim savaşta kaldı, ne acı… En iyi yıllarım orada geçti. Yanıp kül oldu. Sonra zaten çabucak yaşlandım…”- Mariya Nikolayevna Şelokova, çavuş, muhabere mangası komutanı: “Toprağın içinde yaşıyorduk…Köstebekler gibi… Yine de elimizde birkaç süs kalıyordu. Mevsim baharsa bir dal getirir koyuverirdik köşeye. İçimiz açılırdı. Kızlardan birine evinden yün elbise göndermişlerdi. Aslında elbise giymek yasaktı ama yine de imrenmiştik. Ben küpelerimi bir köşeye saklamıştım, geceleri takıp öyle uyuyordum… Üsteğmen pek yakışıklıydı. Bizim kızların hepsi birazcık âşıktı ona. Savaşta askere, yalnızca askere ihtiyaç olduğunu söylerdi bize. Askere ihtiyaç vardı… Bizlerse güzel olmak istiyorduk hâlâ…”- Nadejda Vasilyevna Alekseyeva, er, telgrafçı: “Bir vagon verdiler bize… Yük vagonu… Biz on iki kızız, kalanlar hep erkek. Tren on-on beş kilometre gidip duruyor. On-on beş kilometrede bir kör hatta giriyoruz. Ne su var, ne tuvalet… Erkekler molada ateş yakar, bitlerini silkeler, kurutur. Ya biz ne yapalım? Bir binanın arkasına saklanıp orada soyunuyoruz. Bir örgü kazağım vardı, her milimetresine, her ilmeğine bitler sinmişti. Attım kazağı, kaldım bir elbiseyle. Sağ olsun bir istasyonda yabancı bir kadın bana bir bluzla, eski ayakkabılarını verdi. Uzun süre trenle gittik, sonra uzun uzun yürüdük. Yürürken devamlı aynaya bakıyordum: Bir yerim donmuş mu diye. Akşama doğru yanaklarımın donduğunu gördüm. Ne aptalmışım… Yanaklar donunca bembeyaz olur diye duymuştum. Benimkiler al aldı. Hep donuk kalsalar diye düşünmüştüm. Ertesi gün kararmışlardı…” /Archive/2021/3/7/221634774-15-.jpg- Anastasiya Petrovna Şeleg, onbaşı, balon pilotu: “Güzel kızlarımız çoktu… Bir gün hamama gittik, içinde bir de kuaför var. Eh, birbirimizden göre göre hepimiz kaşlarımızı boyattık. Komutan verdi bize zılgıtı: ‘Savaşmaya mı geldiniz, baloya mı?’.- Stanislava Petrovna Volkova, asteğmen, istihkâm takımı komutanı: “Bana iki ömür sürmüşüm gibi geliyor bazen, birini erkek, diğerini kadın olarak… Harp akademisine girer girmez askeri disiplinle tanıştık: Tek duyduğumuz: “Konuşmayı kes!”, “Muhabbeti kes!” Akşamları azıcık oturmaya, bir şeyler işlemeye can atarsın… Kadınsı bir şeyleri hatırlamaya… Katiyen izin verilmezdi. Bir saat istirahat hakkımız vardı, onda da mektup yazardık; serbest dikilmek, konuşmak mümkündü. Ama öyle gülüşmeler, bağrışmalar yasaktı. Sanırım ben bunlara hiç alışamadım. Bir keresinde cephede ne oldu… Çizmelerim ayağıma üç numara büyüktü; yamulmuşlardı, toz içlerine işlemişti. Ev sahibi kadın iki yumurta vermişti bana: ‘Yolluk yaparsın, pek çelimsizsin, kırılıp gideceksin,’ diyerek. Gizlice, ona göstermeden o iki yumurtayı kırdım, küçücüklerdi, çizmelerimi temizledim. Karnım da açtı tabii ama kadınca kaygılar üstün geldi, o güzel olma isteği. O kaputlar insanın tenini nasıl keser bilseniz, nasıl ağırdır, nasıl erkek işi, kemer filan, her şey. En sevmediğim şey de kaputun sürtünüp boynumu kesmesiydi, bir de şu çizmeler. Adım atışımız değişiyordu, her şey değişiyordu… Mahzun olduğumuzu hatırlıyorum. Hep mahzunduk…”- Mariya Nikolayevna Stepanov