News - Haberler
İmamoğlu:İstanbul depreminde kaçcanıkaybedeceğimizi hesaplamaktan korkuyorum
İmamoğlu: İstanbul depreminde kaç canı kaybedeceğimizi hesaplamaktan korkuyorum Van’ın Muradiye ilçesinde 24 Kasım 1976 tarihinde 3 bin 840 kişinin yaşamını yitirmesine, 9 bin 232 konutun da oturulamayak hale gelmesine yol açan 7.0 büyüklüğünde deprem meydana gelmiş ve ardından Beyoğlu Piyalepaşa Mahallesi’nde depremzedeler için 'Van Blokları' adıyla konutlar üretilmişti. Ancak söz konusu konutların, süreç içerisinde olası İstanbul depremine dayanmayacakları ortaya çıktı. Bunun üzerine dönemin İBB yönetimi, Beyoğlu Belediyesi ve iştiraki KİPTAŞ eliyle, 'Okmeydanı Kentsel Dönüşüm Projesi' başlatıldı. Projenin Piyalepaşa’daki Van Bloklarını da içine alan bölümü için 2018 yılının haziran ayında start verildi. O tarihte yıkılan binaların yeniden yapımına 2019 yılının ocak ayında başlandı. Ancak o dönemde yaşanan seçim süreçleri ve projeye yeterli bütçe ayrılmaması gerekçeleriyle inşaat sürecinde aksaklıklar yaşandı."ÇÖZÜM BULMA MECBURİYETİMİZ VAR"İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, göreve gelmesinin ardından Piyalepaşa’daki kentsel dönüşüm sürecini hızlandırdı. KİPTAŞ ve Beyoğlu Belediyesi’nin girişimiyle, İBB Meclisi’nden ek mali yardım kararı alındı. KİPTAŞ, İBB tarafından sağlanan finansmanla 80 konutun inşaatı tamamlandı. Beyoğlu Kaymakamı Mustafa Demirelli, Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız, KİPTAŞ AŞ Genel Müdürü Ali Kurt ve İBB üst yönetiminin de hazır bulunduğu anahtar teslim töreninde konuşan İmamoğlu, keyifli bir işe imza attıklarını söyledi.“Depremi ve kentsel dönüşümü en üst seviyede tartışmak, konuşmak ve bir çözüm bulma mecburiyetimiz var” diyen İmamoğlu, şunları söyledi:“Bu, tüm yöneticilerin kesinlikle asli bir sorumluluğudur. Bu manada, İstanbul'un her köşesinde, her kurum bir çaba içerisinde; bunu görüyorum. Ama büyük bir sorumluluk ve büyük bir seferberliğe dönüşmediği takdirde, gerçekten uzun yıllara ihtiyaç duyarız. Bunu, en güçlü şekilde, bir hızla yapmanın mecburiyet olduğunu da İzmir'de bile çok yakında yaşadık. Hayatını kaybeden vatandaşlarımıza rahmet diliyorum. Aynı zamanda, halen şifa bekleyen deprem mağdurlarına da acil şifalar diliyorum. Elbette belli prensipler var. Biz de bu prensiplerle hareket ediyoruz. Öncelikli alanlar, acil dönüşmesi gereken binalar… Elbette insan odaklı, elbette bir arada çözüm… Yaşadıkları yerlerde, yapılarına tekrar taşınabilmelerini sağlamak… Bunların hepsi kıymetli.” VAN’DAN İSTANBUL’A FARK ETMİYORPiyalepaşa’nın “bütüncül bir çözüm bulma sorumluluğuna bir örnek” olduğunun altını çizen İmamoğlu, “Niçin? Ta 1976'da, Van'da, Çaldıran'da deprem mağduru olan vatandaşlarımız, hemşehrilerimiz, 40 yılı aşkın önce, oradan, depremden kaçarak bir nevi, devlet eliyle yapılan bu yapılara yerleştiriyorlar. Aslında, ülkemizin dört bir köşesinde, olaya büyük bir sorumlulukla sarılmamızın temel göstergesidir. Van'dan İstanbul'a, fark etmiyor; tedbirli davranmazsanız, iyi bir temel atmazsanız, 40 yıl sonra bu değişimi yapmak zorunda kalmanız da işin başka bir boyutu. Burada 8 bloktan oluşan, 80 aileye teslim edilecek olan bu yapıların, bütün bu hemşehrilerimize, vatandaşlarımıza hayırlı olmasını diliyorum" dedi. "SİYASET MECRASINA DÖNÜŞTÜRMEK YANLIŞ"“Sürecin doğru olanı bu; yanlış olanı aslında işte depremi veya bu tür dönüşümleri bir siyaset mecrasına dönüştürmek” diyen İmamoğlu, şunları söyledi:“Bu, olmaz. Bunu yapmayacağız. Bundan uzak duracağız ve her aşamada her ortamda bu konuda samimi bir arayışın içerisinde olacağız. İstanbul'da, depremin ne kadar büyük tehdit olduğunu, sadece şuradan dönüp sağınıza, solunuza ya da karşı tarafa baktığınızda bile tehdidin boyutunu görebilme şansımız var. Uzaktan da olsa, bu riski hissedebiliyorsunuz. Tek başına hiçbir kurumun gücü yetmez. Bu işi bütüncül bir meseledir. Bakın her yerde söyledim, burada da söyleyeceğim: 5 Kasım'da Cumhurbaşkanlığı’nın yaptığı açıklamada, 18 yılda 975 bin bina yapıldı, ama dönüşüme muhtaç 6,5 milyon daha binanın olduğu ifade edildi. Bunun anlamı ne biliyor musunuz? Bu 18 yılda verilen büyük mücadelenin bile, aynısını yapmaya devam etsek, bize 110 sene lazım. Depremin ise ne zaman kapımızı çalacağını bilmiyoruz. Sadece İstanbul'da, 800 bin yapı var 1999 yılından önce yapılmış. Bakın, burada ‘Deprem Konutları’ diye 43 yıl önce yapılan binaları, ‘sakat’ diye değiştirmek zorunda kaldık. Fatura bu kadar acıdır, fotoğraf bu kadar nettir. Bunun bütüncül bir çalışmaya, bir seferberliğe dönüşmesinin tarafı, ne Cumhurbaşkanlığı’dır ne bakanlıktır ne Büyükşehir Belediyesi’dir ne Beyoğlu Belediyesi’dir. Tümüyle, bütün unsurlarıyla, milletimizin, devletimizin bir arada çalışma ve çabasıdır.”KENTSEL DÖNÜŞÜM ZENGİNLEŞME MODELİNE DÖNÜŞTÜBazı yerlerde kentsel dönüşümün bir zenginleşme modeline dönüştüğü uyarısında bulunan İBB Başkanı, sözlerini şöyle sürdürdü:"Geçtiğimiz yıllarda kavgalar verilmiştir; 1 daire yerine, 3 daire, 5 daire, 10 daire… Burada öyle bir şey yapılmadı. Ama bu neye sebep oldu? Hem İstanbul'a kötü bir yapılaşma modeline hem imar yoğunluklarına hem de Fikirtepe gibi, içinden çıkılmaz hal alan bir takım sorunlu alanlara dönüştü. Bütün bunları bertaraf edebilmek için hem vatandaşın sorumluluğunu anlayabilmesi hem kurumların hep birlikte mücadele edebilmesi için ben, hem İstanbulumuza hem de ülkemizin deprem ile mücadele eden her şehrine, birer Deprem Konseyi kurulmasının ve tek elden bu sürecin yönetilmesinin şart olduğunu buradan hatırlatmak istiyorum. 17-18 tane yönetmeliğe, kanuna baktığımızda, her biri depreme sanki hizmet eder durumda. Aslında öyle bir kaos var ki; her birisi birbirini ayağına basar durumda. Bütüncül bir düzenleme ile şehre göre ve mevziye göre bir ortak akılla, depreme ve dönüşüme hep beraber bir çözüm bulmak zorunluluğumuz vardır. Sadece İstanbul'da, 50 bin yapının, binanın -bakın daire demiyorum- yüksek şiddetli depremde, ne yazık ki tümüyle yıkılacağı tespit edilmiş durumda. Daha önceki yapılan araştırmalardan bahsediyorum. Şu anda İstanbul'un, pilot olarak Avcılar ve Silivri'de başladığımız bir tespit çalışmamız var ve bütün İstanbul'a bunu yaygınlaştırmak istiyoruz. Daha vahim bir tablo ile karşılaşacağımız ortadadır. 50.000 yapıda kaç insanın can kaybına maruz kalabileceğini varın siz hesaplayın. Ben, hesaplamaktan bile korkuyorum.”BİR YERDE YANLIŞ YAPIYORUZTürkiye’de yaşanan depremlerde, diğer ülkelere göre daha fazla can ve mal kayıpları yaşandığına dikkat çeken İmamoğlu, “Bir yerde yanlış yapıyoruz biz. Bunu düzeltmenin tek dili, tek aklı olmalı. Onu da ortak akılla bir masada sağlayabiliriz. Bir ombudsmanlık gibi çalışmalı. Efendim, A Partisi’ne B Partisi karşı çıkıyor… Yok öyle bir şey. Orada bir akıl var ve doğru ise hiç kimsenin ona karşı çıkma şansını farklı kurullarda veremeyiz. Bakın ben, hiçbir partiden bahsetmiyorum. Hiçbir partinin diğer partiye olan tavrından da bahsetmiyorum. Bu söylediğim prensiplere aykırı kim davranıyorsa, suçlu odur. Hepsini kınıyorum. İsterse kendi mensubu olduğum partim olsun. O bakımdan, depremi bu kadar üst dilden yönetebilmenin bir modelini, bir finansmanını, bir imalat biçimini bulamadığımız takdirde, yıllar geçer, aynı şeyi konuşur, dururuz. Bu kadar net. Onun için biz, bu Deprem Konseyi meselesini önemsiyoruz” diye konuştu. Konuşmaların ardından, 5 aileye sembolik olarak anahtarları teslim edildi. cumhuriyet.com.trAğzındançıkanıkulağıduymak
Ağzından çıkanı kulağı duymak Küçüklüğünde annesinden, “Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?” uyarısını almamış çocuk pek yoktur herhalde. Bu soru çoğumuzun kulaklarında çınlar. Şimdi düşünüyorum da ne önemli bir uyarıdır o, ağzından çıkan sözün ne anlama geldiğini düşünmeyi öğrenme uyarısı! Sözün büyü gibi bir şey olduğunu, savaş çıkarabildiği gibi, yılanı deliğinden çıkarabileceğini de bütün analar-babalar çocuklarına öğretir.Asla ama asla yan yana getirilemeyeceğini düşüneceğim iki sözcüğün, “dindar ve kindar” sözcüklerinin, yan yana getirildiğine tanık olduğum zaman kulaklarıma inanamadım, annemin yukardaki sorusu kulaklarımda çınladı, o sözü ben söylemişim gibi yüzüm kızardı. Kindar ne demektir? “Kin tutan, öç almak isteyen, düşmanlık güden” demektir. Benim bildiğim kadarıyla, bütün dinlerde “Komşunu sev”, denir, “Bağışlayıcı ol”, denir. “Komşundan nefret et, öç al, kimseye acıma, kimseyi bağışlama” denmez. İnsanlara düşmanlık gütmeyi öneren bir din olamaz ve yoktur. Dinin doğasına aykırıdır bu. Dinler insanlara, kötülüğe bile iyilikle karşılık vermeyi öğütler çünkü dünyanın yaşanmaz bir yer haline gelmemesi için vardır dinler. Ayrıca düşmanlık güderek, nefret ederek insan da olunamaz.*** Bazı kişisel hayat deneyimleri çok açıklayıcıdır. Bir laboratuvar deneyi gibi pek çok gerçeği gün gibi aydınlatır. Böyle çok aydınlatıcı bulduğum bir hayat deneyiminden söz edeceğim size, çok öğretici. Roman Polanski’nin “Piyanist” adlı filmini belki pek çoğunuz seyretti. Çok etkileyici bir filmdi. II. Dünya Savaşı sırasında Naziler Polonya’yı işgal ettikleri zaman, Yahudi bir piyanistin, Wladislaw Szpilman’ın başına gelenler anlatılıyordu filmde. Çeşitli kitaplardan ve filmlerden, işgal altındaki ülkelerde, başta Yahudiler olmak üzere, insanların ne felaketler yaşadıklarını, ne canavarlıklarla karşılaştıklarını aşağı yukarı biliyorduk ama bu filmde, filmin kahramanı olan piyanistin başına o bildiğimiz felaketlerin bin türlüsünün bini birden geliyordu. O durumda piyanistin bin kez ölmüş olması gerekiyordu ama o savaştan sağ kurtulmayı başarmıştı. Filmin kabaca öyküsü buydu. ***Ben bundan sonrasında, piyanistin hayat öyküsünde çok öğretici bulduğum bir şeye işaret etmek istiyorum. Piyanistin oğlu babasını anlatırken, “O korkunç savaş deneyiminden sonra babam solist olarak piyanistlik yapmak” istemedi diyor. Savaştan önce solo konser vermek piyanist için bir sorun değilken, savaştan sonra solo konser vermek istememiş. Neden acaba? “[S]olo konserlerin kendisinde çok fazla gerginlik yarattığını söylüyordu; daha sonra açıkladığına göre sahnede piyano çalma gücünü ona veren şey sahnedeki öteki müzikçilerin varlığıydı. Solo bir konserde tek başına olmanın yalnızlığına,” katlanamıyordu. Oğul, babasının yalnızlığa dayanamamasının nedenini de açıklıyor: : “savaştan sonra kentin yıkıntıları arasında yıllarca tek başına yaşadıktan sonra dünyanın çeşitli yerlerine tek başına yolculuk etmek istemiyordu,” diyor.Beni filmin kendisi kadar etkiledi bu ayrıntı. Savaştan sonra bu adam, başkalarıyla sahneye çıkmak yerine, tam tersine hep solo konser vermek isteyebilirdi, kendini öne çıkarmak, hatırlatmak, parlatmak, yıldızlaştırmak isteyebilirdi, ün, para, saygınlık gibi şeyler kazanmak isteyebilirdi (bunları kazanmaya yetecek yeteneği vardı) ama bunların hiç birini istememiş. Bunların yerine ne istemiş? İnsanlarla birlikte olmak istemiş, gerçek “insanlarla”, kendisinin kurduğu Varşova Piyano Beşlisi’nin üyeleriyle birlikte olmak istemiş sahnede çünkü insanın yaşama gücünü, ünden, paradan almadığını, ancak gerçek insanlardan aldığını öğrenmiş. Savaş sırasında en çok acısını hissettiği şey “insansızlık” olmuş. Bir daha yaşamak istemediği en önemli şey de bu, insansız ve dolayısıyla da bomboş bir dünyada yaşamak. “Kindar” nesiller yetiştirmekten söz edenlere sormak gerekiyor, “Siz hangi din adına konuşuyorsunuz?” Ülker İnceHerşeyiöğüten zaman
Her şeyi öğüten zaman /Archive/2020/11/16/185138735-kapakic1.jpgSÖYLEMEK İÇİN YAZMAKPhilippe Sollers minimal bir anlatıcı.Bunu da ardı ardına okuduğum üç romanına dayanarak söylüyorum.Stüdyo, Sabit Tutku, Venedik Karnavalı onun düşünce romancılığının örneklerini içeriyordu. Sollers, anlatılarında, klasik anlatı örgüsünü parçalasa da; okurda yeni bir algı yaratabilmek için, kişi/yer-mekân/olay birliğini bozmadan, eylem içindeki anlatıcı (karakter) figürünü öne çıkarıyordu.Roland Barthes, onun bu metin kurucu/bozucu yanını önemsiyordu. Bir yazı insanı olarak ona olan bu duygularını da bir mektubunda şöyle dile getirecekti:“Size hayranlığımın sonu gelmiyor - çünkü yazarla ilgili yeni yazdıklarınız doğruluk, mutluluk, gerçeklik bakımından tam anlamıyla hayranlık verici, ben de herkesin bu metni okumasını ve söylediklerine inanmasını isterim.”Sollers’in sözünü ettiğim öteki üç anlatısı; Medyum, Merkez, Güzellik birer romans. Onca dil/kurgu tayflarından geçen bir anlatıcı; hem kurguda hem anlatılanlarda hem de geliştirdiği söylemde arı bir bakışla minimal söyleyişi önceliyor.Evet, söyleşircesine yazıyor Sollers.Bir söylem kurmak, şaşırtmalar yaratmak yerine; yaşamsal olanın görünen yanlarını yalın, akıcı bir söyleyişle okura taşıyor.İşte orada yarattığı imgelem, açtığı algı pencereleri önemlidir.Barthes, o yanına da şöyle bakar:“Şunu durmadan söylüyorum, çalışmanız tam da avangard kavramının kendisini şiddetle altüst ediyor, çünkü ‘edebiyat’ın üstünden, estetik topluluğa değil de günümüzdeki tarihsel topluluk olarak adlandırılabilecek şeye karşılık veriyor.”Öyle ki; onun kendisi için dile getirdiği şu düşünceyi; “söylemek için yazıyorum yalnızca,” pekâlâ Sollers için tanımlamak yerindedir.“Söylemek için yazmak…”Demin altını çizdiğim de bu aslında.Minimal kurmaca bir anlatıda parça-bütün ilişkisi kısa ânların yansıtılmasını da içerir.Yaşamsal yazı, yaşamın yazısı… Bir yanıyla dönüştürücüdür Sollers, ele aldığı konu/izlek bağlamında anlattığında, öte yanıyla da “karanavalesk”tir.Biçim-bozucu, ama kendi biçiminin de kurucusudur. Ki; bu özgündür, etkileyici kaynaktır modern kurmaca için.Evet, söyleyen… Söyleyerek giden anlatıcı. Düşten düşünceye yönelirken “hakikat” düşüncesi ile “gerçeklik” duygusu arasında köprüler kurar. Ândaki gerçekliğe yönelişinin iki ucunda duran Merkez ile Güzellik anlatıları, bir bakıma da Sollers’in yazınsal düşünce uğraşının kotlarını da bize vermektedir.Edebiyatın dünyayı anlaşılır kılması, yaşadığımız ilişkilere anlam verebilmemiz için neden gerekli olduğunu sıklıkla hatırlatan bir anlatıcının bu iki romanı tam da onun anlatıcılığının işte bu sesini duyurur bize.Açıkçası her şeyi öğüten zamana karşı zihnin engellerini kaldırarak yaşamayı gösterir; bununla da çok şeyi hatırlatır bize Sollers.Üstelik metinlerarası ilişkiden, düşten düşünceye gezindiği geniş bir anlatı ekseni kurar.Kendi düşünce atlasınızı yaratarak kavramlarınızı oluşturup hikâyenizi bunun üzerine nasıl inşa edebileceğinizi de gösterir.İşte bu üçleyici anlatıları Medyum>Merkez>Güzellik öylesi bir içeriğe sahiptirler./Archive/2020/11/16/185148625-ic2.jpgYAZARIN YURDU DİLİDİR!Kuşkusuz yazarın yurdu dilidir. Ama onu var eden asıl yaşadığı zamanın ruhu, oluştuğu kültürel iklimdir. Bu da onun kiminle, nerede, nasıl karşılaşıp, ne tür bir etkileşim içinde yaşayarak yaratıcılığını var ettiğidir…Eğer bu zenginliklerden yoksunsanız kendinizi var edemezsiniz. O nedenledir ki, o iklimi oluşturamayan yazar gider; onu var edebilecek koşullara, zamana kendini açar.Görme, anlama, bilme, etkilenme; hatta karşılaşma yolculuğunu seçer.İşte Sollers bu soy yazarlardandır. Gitmeyi, karşılaşmayı seçen, ayıklayarak metinler arasında gezinen bir yazar…Güzellik’in ana figürü, dahası göndermelerin içerdiği öte-kahraman Hölderlin’e Hegel’in yazdıklarını okuyunca, bu etkileşimin nasıl olabileceğini de düşünüyorsunuz ister istemez:“Sen kendinle benim kendimle olduğumdan daha fazla barışıksın. Gürültü seni rahatsız etmiyor, oysa ben sessizliğe ihtiyaç duyuyorum. Ben de neşelenmiyor değilim, ancak sen neşeyi her yerde buluyorsun.”Böylesi bir etkileşim üzerine düşününce; ilkten Sollers’in tutkulu bakışıyla gezinen entelektüel düşüncesinin labirentlerinde kurulan roman(lar)ın neyi/nasıl yansıttığını gözlüyorsunuz.Geçişlerle, bağlantılarla, göndermelerle var olabilen bir anlatının ana eksendeki düşünsel tözü başka seslerle çoğalarak sorgulayıcı bir metne dönüşüyor. Bir yanda anlatılan bir “hikâye”, süren bir anlatı zamanı; ötede de çağrışımlarla/hatırlamalarla yüklü taşıyıcı imgeler, sözler, düşünceler, metinsel geçişler.Tüm bunlar da Sollers’in anlatılarını “entelektüel anlatı” kılarken; “çoksesli roman”a kapı aralar. Yani, “yeni roman”a itirazları olan bir romancının söylemi belirir.Sürekli duygu diliyle konuşan anlatıcı, kendi zihin haritasında gezinirken hatırlayış imlerine döner yüzünü. Oradaki imgeler/sözler/düşünceler adeta çoksesli koro gibi metne akışkanlık kazandırır. Burada da anlam-sorgu iç içedir.Bu anlamda Philippe Sollers kendine “özel okur” arayan bir romancı olarak karşımıza çıkar dersek, abartı sayılmamalı!“Özel”den kastım, düşünen/soran/sorgulayan/bilen meraklı okur…Her romancıda göremeyeceğimiz bir birikimin yansıması yalnızca düşüncede değil, kurgu yetkinliğinde, söylem üretme bilincinde yatar. Öyle ki, Sollers arayışın romancısı olarak da mitolojiden psikiyatriye, tarihten felsefeye, bir yerden mekâna gezinen anlatıcı olarak karşımızdadır her dem.Mimar Christian de Portzamparc ile yaptığı konuşmada yazınsal yaratıcılığını nasıl bir imbikten geçirdiğini şöyle dillendirecektir:“Yazılmış olanlar, yaşanmış olanlar. Bana gelince, beni ilgilendiren şey bundan kurtulmak. Peki nasıl? Hemen her zaman, yaşanmaz olanın açığa çıkarılması yoluyla. Bitmiş, tamamlanmış olandan kurtulma arzusuyla. Yavaş yavaş anlatı, daha ferah, daha rahat bir konuma ulaşıyor; bu da bize, şurada burada, kentlerde, yolculuklarda, inziva köşelerinde yol gösteriyor. Zamanın doğası değişince mekânınki de değişir.”İşte Philippe Sollers, bize bu zamanın ruhunu anlatır, bu çağın değişiminin romanının nasıl yazılması gerektiğini de gösterir.Size “bozguncu, pırıltılı, nüanslı, kıpır kıpır” bir romancıdan söz ediyorum sevgili okurum. Her yere taşıyabileceğiniz, her dar/açık zamanınızda okuyabileceğiniz bir yazardan…/Archive/2020/11/16/185157938-ic3.jpgOKUMA ÖNERİLERİPhilippe Sollers:• Stüdyo, Çev.: Esin Talû-Çelikkan; 1999, YKY., 166 s.• Sabit Tutku, Çev.:Pınar Yasemin Akan; 2004, YKY., 220 s.• Venedik Karnavalı, Çev.: Aysel Bora; 2007, YKY., 194 s.• Medyum, Çev.: Aysel Bora; 2016, YKY., 106 s.• Merkez, Çev.: Nilgün Tutal; 2019, Alfa Yay., 89 s.• Güzellik, Çev.: Nilgün Tutal Cheviron; 2020, Alfa Yay., 188 s.• Roland Barthes’ın Dostluğu, Çev.: Sema Rifat; 2017, YKY., 162 s.• Christian de Portzamparc / Philippe Sollers, Görmek ve Yazmak, Çev.: Cem İleri; 2010, YKY., 137 s.• Julia Kristeva / Philippe Sollers, Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, Çev.: Aysel Bora; 2015, YKY., 98 s. Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki3 sağlıkçıdaha Covid-19 nedeniyle yaşamınıyitirdi
3 sağlıkçı daha Covid-19 nedeniyle yaşamını yitirdi Sivas’ta görev yapan Eczacı Bekir Mutlu, Urla ilçesinde Aile Hekimi olarak görev yapan Dr. Cengiz Çil ve Kahramanmaraş İl Sağlık Müdürlüğü görevlisi, verem savaş dispanseri çalışanı Sururi Coşkun bugün Covid-19 nedeniyle yaşamlarını yitirdi.Türk Tabipleri Birliği'nin sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, "Sivas’ta görev yapan Eczacı Bekir Mutlu’yu Covid-19 nedeniyle kaybettik. Ailesine ve tüm sağlık çalışanlarına başsağlığı dileriz" denildi.İzmir Tabip Odası da "Ölüyoruz, Yönetemiyorsunuz" ifadesiyle İzmir'in Urla ilçesinde Aile Hekimi olarak görev yapan Dr. Cengiz Çil'in yaşamını yitirdiğini duyurdu. Kahramanmaraş İl Sağlık Müdürlüğü resmi twitter adresinden yapılan açıklamada da "İl Sağlık Müdürlüğümüz personellerinden Şef Sururi Çoşkun tedavi gördüğü hastanede vefat etmiştir...Sağlık Camiamızın Başı Sağ Olsun" denildi. cumhuriyet.com.trNaipaul’un varoluşsal yolculuğu
Naipaul’un varoluşsal yolculuğu /Archive/2020/11/16/184802409-kapak.jpgYarım Hayat ve Büyülü Tohumlar (Yapı Kredi Yayınları), Trinidad’da doğan, Oxford’da eğitim gören, Afrika’da uzun yıllar yaşayan 2001 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi V.S. Naipaul’un da şüphesiz yakından tanıdığı, kendi kaderini çizmek, önyargıların baskısından kurtulmak için çıkılan uzun bir varoluşsal yolculuğu dürüstlükle anlatıyor./Archive/2020/11/16/184752018-ic1.jpgYARIM HAYATYarım Hayat, Hindistan’da “yanlış” bir evlilikten doğan Willie Chandran’ın kendi kaderini çizmek, önyargıların baskısından kurtulmak için çıktığı yolculuğun hikâyesi.Birbirleriyle konuşmaları bile kabul edilemeyecek iki farklı kasta mensup bir anne babanın çocuğu olan Willie Chandran ülkesinde kendisini hep dışlanmış, farklı biri olarak görür. Ne annesini gerçekten tanır ne babasını. Onlara başka insanların gözünden bakar.Ne olacağını, hayatın kendisini nereye sürükleyeceğini bir türlü kestiremez. Sonunda çıkışı (okuduğu misyoner okulunun da etkisiyle) farklı bir ülkeye “kapağı atmak”ta bulur./Archive/2020/11/16/184734331-ic3.jpgBÜYÜLÜ TOHUMLARBüyülü Tohumlar bir devam kitabı değil, Yarım Hayat kitabındaki Willie’nin hikâyesinin diğer yarısı.V. S. Naipaul, 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü akademi yetkilisinin şu açıklamasıyla almıştı: “Ortak amaçlı, zekice kurgulanmış anlatıları ve sağlam gözlemciliğiyle bizleri bastırılmış tarihlerin varlığını görmeye mecbur ettiği için.”Diğer yandan, 1932 doğumlu Naipaul, romanları ve özellikle gezi yazılarında üçüncü dünya ülkelerini sevimsiz, hatta yıkıcı bir biçimde betimlediği için sertçe eleştiriliyor.Örneğin Edward Said, onun “bilerek ve isteyerek Batılı savcılar için Doğu aleyhinde şahitlik” ettiğini söylemişti./Archive/2020/11/16/184841987-ic5.jpgKASTÇILIK VE IRKÇILIKLA SUÇLANDIKarayip Denizi’nin en büyük adası Trinidad’da doğan Hint asıllı İngiliz yazar Naipaul, üçüncü dünya ülkeleri hakkındaki görüşleri yüzünden kastçılık ve ırkçılıkla da suçlanıyor.Destekçileriyse onun üçüncü dünyanın kalkınmasını amaçlayan daha gerçekçi görüşleri savunduğunu, tek güdüsünün kitaplarında anlattığı ülkelerin gelişmesi için duyduğu tutkulu arzu olduğunu söylüyorlar.Bir yandan da, kendisini hiçbir kültüre ait hissetmeyen ve hissetmek istemeyen köksüz bir göçmen gezgin kimliğiyle, gittiği gördüğü her yer hakkındaki idealleştirilmiş görüşleri daha sert ve muhalif düşüncelere yer açmak için çekinmeden, acımasız ve kırıcı olmak pahasına yıkmaya çalışıyor.Fakat Naipaul’u sevenler de sevmeyenler de yazarın İngiliz dilini büyük bir yetkinlik ve ekonomiyle kullanan büyük bir romancı, özgün bir ses olduğu konusunda hemfikir./Archive/2020/11/16/184832049-ic4.jpgVAROLUŞSAL YOLCULUKYarım Hayat ve Büyülü Tohumlar, Trinidad’da doğan, Oxford’da eğitim gören, Afrika’da uzun yıllar yaşayan Naipaul’un da şüphesiz yakından tanıdığı uzun bir varoluşsal yolculuğu şaşırtıcı bir dürüstlük ve açıklıkla anlatıyor.Willie Chandran, belki de Naipaul’un silik bir gölgesi; onun gibi karmaşık bir göçmen kimliğiyla doğuyor ama ataları rahipler kastına ait olan Naipaul’un aksine Willie’nin annesi dokunulmazlardan biri.Naipaul gibi Willie de bursla İngiltere’ye gidiyor ama yazar gibi Oxford’da değil, kimsenin adını bilmediği küçük bir kolejde eğitim görüyor. Willie de bir hikâye kitabı yazıyor ama kitabının edebi bir zafer olduğunu söylemek zor.Yine de Willie ile Naipaul arasındaki belki de en derin ve dokunaklı benzerlik birinin ufak, diğerinin muazzam edebi başarısı: hikâye kitapçığı olmasa Willie erkenden yok olup gidecekti; “Ben kitaplarımın toplamıyım,” diyen Naipaul için de aynısını söylemek mümkün./Archive/2020/11/16/184903252-ic6.jpgSIR VIDIADHAR SURAJPRASAD - V.S. NAIPAUL: 1932’de Trinidad’da doğdu. Britanya İmparatorluğu sömürgeciliğini irdeleyen romanlarıyla tanınan yazar, 1950’de burslu olarak İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi’nde geçirdiği dört yılın ardından yazmaya başladı ve o günden sonra başka bir işle uğraşmadı. Naipaul’un Mistik Masör, Nehrin Dönemeci, Taklitçiler, Yarım Hayat, A House for Mr. Biswas (Mr. Biswas’a Bir Ev) gibi romanları ve An Area of Darkness (Karanlık Alan), The Loss of El Dorado (El Dorado’nun Yitimi), India: A Wounded Civilization (Hindistan: Yaralı Bir Uygarlık) gibi belgesel kitapları da var. J.M. Coetzee’nin “modern İngiliz edebiyatının ustası” diye tanımladığı Naipaul, Booker, Kudüs ve David Cohen gibi ödüllerin yanı sıra 2001 Nobel Edebiyat Ödülü’nü de kazandı. Cumhuriyet Kitap Eki'Sus' genelgesini bizzat Süleyman Soylu göndermiş
'Sus' genelgesini bizzat Süleyman Soylu göndermiş ANKA'nın edindiği bilgiye göre bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun imzasıyla 81 İl Valiliğine 23 Ekim 2020 tarihinde "Afet ve Acil Durumlarda kamuoyunun Bilgilendirilmesi" konulu genelge gönderildi. Afet ve Acil durum Müdahale Hizmetleri Yönetmeliği'ne göre kamuoyununun bilgilendirilmesinde illerde valiliklerin yetkilendirildiğinı anımsatan Bakan Soylu'nun genelgesi şöyle:GEREKÇE: DAHA SAĞLIKLI KRİZ İLETİŞİMİ "Özellikle yaşanan hadiselerin ilk anından verilen ve teyitli olmayan bilgiler kamuoyunda yanlış anlaşılmalara, vatandaşlarımızda paniğe ve spekülasyona neden olmakta, afetin yönetimini güçleştirmektedir. Bu sebeple afet bölgesinde kriz iletişiminin daha sağlıklı yürütülebilmesi açısından açıklamaların valileklerimiz tarafından yapılmasını, belediye başkanlırımız, muhtarlarımız ve diğer kamu görevlilerimiz tarafından basın yayın organlarına açıklama yapılmamasını önemle rica ederim."İzmir Vali Yardımcısı Mustafa Yıldız da bu genelgeye atıf yaparak, 7 Kasım 2020 tarihinde il içinde resmi kurumlara benzeri içerikli talimat göndermişti. ANKABir Levanten Semti Galata - Pera
Bir Levanten Semti Galata - Pera /Archive/2020/11/16/184329521-ic1.jpgGalata ve Pera, araştırmacılar tarafından gözde konular olarak sıklıkla ele alınmış olsa da bölgenin tarihinde önemli yer tutan ve ekonomik, siyasal, kültürel katkıları bugün de devam eden Levantenlerin yerleşimine dair yapılan çalışmaların sayısı azdır.Levantenlerin tarihi, 10’uncu yüzyılda İtalyan kolonilerin deniz ticareti yapmak amacıyla Haliç'in sağ yakasına göç etmeleriyle başlar. Levantenler, Latin cemaatinin yükselme dönemi olan 19. yüzyılda Osmanlı topraklarına yerleşerek kendilerine tanınan ticari serbestlik ve inanç özgürlüğü sayesinde hayatlarını rahatlıkla sürdürürler.Rinaldo Marmara’nın, Osmanlı Başkentinde Bir Levanten Semti Galata – Pera adlı kitabının ana konusu da; Galata ve Pera'nın sokakları, kiliseleri ve 19. yüzyılda Osmanlı topraklarına yerleşerek ticari serbestlik ve inanç özgürlüğü sayesinde hayatlarını sürdüren Levantenlerin dilleri, dini yaşamları ile ticari faaliyetleri./Archive/2020/11/16/184338224-kapakic2.jpgRinaldo Marmara, kitabında Levantenlerin tarihini farklı bir bakış açısıyla ve Vatikan Gizli Arşivi, Propaganda Fide Tarihi Arşivi gibi daha önce ulaşılmamış kaynaklara, Latin kiliselerinin arşivlerine dayanarak ele alıyor.Levantenlerin tarihine ışık tutarken Osmanlı hoşgörüsünün bir kanıtı niteliği de taşıyan incelemede; Latin kilise arşivlerinden derlenen eğitim, sağlık ve gündelik yaşam konularında Levantenlere dair kesitler sunan 20. yüzyılın başlarında çekilmiş fotoğraflar ile Rinaldo Marmara'nın dedesi Policarpo Giudici'nin koleksiyonundan bazı kartpostallara da yer veriliyor.Osmanlı Başkentinde Bir Levanten Semti Galata – Pera / Rinaldo Marmara / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 296 s. Cumhuriyet Kitap EkiSartre nasıl yaşadıveöldübilmek isterdim
Sartre nasıl yaşadı ve öldü bilmek isterdim 1. Simone de Beauvair “Bütün yaşamı boyunca Sartre, hep kendini tartışma konusu yapmayı, kendisini yeniden gözden geçirmeyi sürdürdü.” diyerek başlıyor “Veda Töreni” adlı kitaba. Bu yapıt, Sartre’ın hakkında eleştiri yapamayacağı, fikir bildiremeyeceği tek çalışmasıydı Beauvair’ın. Ölümünden sonra yazılan bu kitap, son günlerini nasıl geçirdiğine dair Sartre’ın; kimine göre nesnel, kimine göre öznel değerlendirmeler içeriyor. 2.Yazarlar –büyük sanatçılar- hakkında ne bilmeliyiz, ne kadar öğrenmeliyiz üstüne hep düşünen biri olarak, yapıtla yazar arasında mesafe tartışmalıdır kafamda. Sartre, kendi düşüncesinin karşısına, yine kendini koymayı beceren bir düşünür. Bazı yazarlar hep görünür olmak zorundadır, çokça fikir söylemek, yeryüzünde tüm olaylar karşısında tutum takınmak gereğini hissederler. Elbette Sartre bu türden “aydın” tarifinin tipik örneği, öncüsü. Özel yaşamı bizi neden, ne ölçüde ilgilendirsin ki? 3.İnsan merak eden, düşünen varlık; hele de tanınmış kişilerin gizlerini bilme duygusu kaçınılmaz! Daha çok popüler kültür kişileri gözlenir, izlenir sanıyoruz; oysa dikkatli bakarsak, entelektüel dünyaya dair elimizde daha çok, sağlıklı -verimli- kaynak olduğunu fark ederiz. Anı, biyografi kitapları, farklı metinlerden edindiğimiz izlenimler merak ettiğimiz yazar, sanatçı hakkında hayli bilgi sağlıyor. Burada sorun şu; okur neden, örneğin Sartre’ın son yıllarında kimi zaman idrarını tutamadığını bilsin? Buradan estetik, düşünsel haz ya da kazanım edinmek mümkün müdür?Simon ile sürdürdükleri ilişkinin, tüm dünyada olumlu ya da tersi tartışmalı karşılığı var elbette. Ömürlerini sevgili, yoldaş, entelektüel, yazar olarak iç içe geçirmiş kimseler; peki, bunca yakın birinin, diğerinin söz hakkı olamayacağı, apaçık “mahrem” sayılacak bilgileri paylaşmasını doğal bulabilir miyiz?/Archive/2020/11/16/184758503-enver-e-simon-sartre.jpg4.Her meraklı okur gibi, ben de ilk gençliğimde “varoluşçuluk” felsefesinden çok etkilendim. Camus, Sartre ilişkisi üstüne de okudum. Yaşamın “saçma” diye tarif edilen halini birçok kimse “umursamazlık”, “gamsızlık”, “serserilik” sayıyordu. Oysa bu insanlar, içinde bulundukları dünyayı bilgelikle kavramaya çalışırken, temel soruna kafa patlatmaktaydılar: “Özgürlük nedir?” ve elbette “İnsan özgür olabilir mi?” diye sorarak. Biri –Camus- yoksul, yaşamın içinde yolunu bulmak konusunda daha çetin sınav veriyordu. Sartre tam bir entelektüel yaşam sürüyor, daha korunaklı bir yerde kalem oynatıyordu. Yolları kesişti, ayrıldı. Sonunda ikisi de Nobel’e layık görüldü. Biri –Camus- ev sahibi olmak için kullandı o ödülünden kazandığı parayı. Buna gereksinimi vardı, muhtemelen hep göçebe olmaya son vermek istiyordu. Sartre ödülü reddetti. İki dev de tarihe geçtiler. 5.Beauvoir’dan öğreniyoruz, Sartre son dönemlerinde hepimiz üzerinde etkisi olan “aydın” tarifine eleştirel yaklaşıyor. Anlaşılan o ki, aydın kimsenin bir yanının hep toplumdan kopuk olması rahatsız ediyor Sartre’ı. İşçinin, genel anlamda söylersek halkın, içinden bir yerden seslenmek gerektiğine inanıyor. Bu mümkün mü acaba? Entelektüel birinin, bilinç, dil, kaygıları itibarıyla tamamen toplumla örtüşmesi. Gerçi Sartre de tam anlamıyla bunu söylemiyor, öyle olsaydı hiç de geniş kalabalıkların ilgisini çekmeyecek olan üç ciltlik “Flaubert İncelemesi” yazmazdı. Ben inatla Sartre’ın ilk tarifine yakın duruyorum: “aydın” hiçbir ödülü olmadığını bildiği halde, garip mahlûk olarak dünyanın tüm meselelerine kafa patlatır, sorumluluk hisseder.İleri yaşında, son derece ağır sağlık sorunları yaşarken, neredeyse gözlerini yitirdiği zaman bile, bildirilere imza koyması, eylemlere, söyleşilere gitmesi bundandır Sartre’ın…6.Sürekli eylem halinde olmak, uzun yaşamak “hata” riskini arttırır. Kişi salt kendi yaşamını etkileyen konularda karar vermek durumunda olsa, kusurları başka kimseyi etkilemez; oysa yazar –aydın- sürekli bu sorumluluğu taşır, risk altındadır. Geniş kesimler tarafından onay görmez, genellikle vicdanı dışında bir ülkesi olmadığı için de yalnız kalır. İşte o soru yine gelir: “Yaşamın anlamı nedir?” Sartre bunu “saçma” üzerine süren tartışmalarda sıkça yanıtlar. Esasen bu özgürlük arayışı, açıkça “anlam” sorunu üstüne düşünmektir. Yaşama hakiki “anlam” ile bakma çabasıdır.Son yıllarında ömrünün, üstelik beden, zihin koşulları pek buna uygun olmasa da, yazmaya –yaratmaya- tutunması bundandır Sartre’ın. Bize Simon zihninin bazen bulanık olduğundan söz açıyorsa da, anlaşılan kendine tam da kendiyle karşılaşarak, içten bir tartışmayı yürüterek bakma çabası son nefesine dek sürmüştür.7.“Sartre nasıl yaşadı, öldü?” doğrusu bilmek istediğim türden sorudur. Benim son çeyreğini yaşadığım yüzyılın en önemli sürecine damga vuran, tartışmalı yazarın düşüncesinin nasıl biçimlendiğini elbette merak ediyorum. Artık ileri yaşında, yorgunlukla -belki de bedeni pes ettiği için- dingin olduğu gözleniyor Sartre’ın. Ömrünü paylaştığı yazar için şöyle yazıyor Simon:“Gerçekte hangi dinginlik? Bilginin kibirli razı oluşu muydu? Yaşlı bir adamın ilgisizliği mi? Bir başkasına yük olmama istenci mi? Ne demeli bilmem ki? Deneyimlerle biliyorum ki bu tür ruh durumları sözle anlatılamaz. Kibir, bilgelik, çevresindekilerin tasası, hatta kendi içinde bile olsa Sartre’yi yakınmaktan alıkoyuyordu. Ama etle deri arasında, acaba ne hissediyordu? Buna hiç kimse yanıt veremezdi, hatta kendisi bile.” Enver Aysever/KurşunkalemKorkunun ve dehşetin romanı
Korkunun ve dehşetin romanı /Archive/2020/11/16/183855633-ic4.jpgJosh Malerman’ın Malorie - Bir Kafes Romanı, insanların delirmesine sebep olan yaratıkların doldurduğu bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir anneyle iki çocuğunun macerasını anlatıyor.Tekinsizlik kişinin kendini bir dehşet hâli içerisinde bulması ve kontrol kaybı yaşamasıdır. Dehşet ise insanın hazırlıksız bir durumda ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya gelmesidir. Öte yandan kaygı, bilinmeyen tehlikeye karşı tedbir almak, zihni sürekli bununla meşgul etmektir. Korku ise bir bilinen gerektirir.Josh Malerman’ın Netflix filmi Bird Box’a ilham veren Malorie - Bir Kafes Romanı isimli kitabı bu kavramlarla örülü bir metin olarak karşımıza çıkıyor. Zira bir gün dünyaya birtakım gizemli yaratıklar gelmiştir ve onlara bakıldığı takdirde insanlar en büyük korkularıyla yüzleşerek akıllarını yitirmektedirler. Hatta delirmek için onlarla temas etmenin yeterli olacağını düşünenler de vardır.Bu delilik haliyse insanların hem kendilerini hem de birbirlerini öldürmelerine sebep olur. Bu yüzden, Tom ve Olympia isimli iki ergen çocuğuyla sürekli gözbağıyla dolaşmak zorundadır Malorie. Hatta uzun kollu kıyafetler giyerler ve eldiven takarlar./Archive/2020/11/16/183831774-ic2.jpgDEHŞETLİ BİR TEKİNSİZLİK!Bu tekinsizlik ortamında dehşete düşerek kontrolünü kaybettiği için kontrolcü bir anneye dönüşmüş hatta yer yer paranoyaya kapılmıştır. Oysa Freud, Jung, Lacan gibi psikanalistler paranoya, hezeyan, halüsinasyon, şizofreni gibi durumların bir delilik hâli değil, aksine zihnin kendini savunma mekanizması olan ikinci semptomlar olduklarını belirtir.Malorie’nin zihnini kaygı (anksiyete) kuşatmıştır çünkü yaratıklar bilinmeyendir. Ayrıca korku içerisindedir çünkü onu sürekli takip eden, bilinen bir düşmanı da vardır: Gary. Dehşet ise her taraftadır.Ancak bir gün, yaratıkların içeri sızacağı tek bir boşluğun dahi olmadığı, her tarafın örtüldüğü bir kulübede Kamp Yadin’de sürdükleri güvenli hayatları kapılarına gelen bir yabancıyla değişir. Yabancı, onlara nüfus idaresinden geldiğini aklını yitirmeyen insanları kaydettiğini ve yaratıklarla ilgili duyduğu, gördüğü her bilgiyi not alarak bir külliyat oluşturduğunu söyler.Kuzeye giden bir “kör tren”den bahseder. Kaygı ve korku içerisindeki Malorie bu yabancı adamı içeri almaz fakat adam kâğıtları yine de kapının önüne bırakır. Bu kâğıtları Tom ve Olympia okur:“Tüm teorilerden haberdardı. Annesinin de aralarında olduğu çoğu kişi, yaratıkların insan algısının ötesinde olduğuna inanıyordu. Onlardan birine bakmanın boşluğa, sonsuzluğa ya da Tanrı’nın cemaline bakmaktan farksız olduğuna.”Notlardaki pek çok bilginin içinde yaşayan insanların arasında Malorie’nin anne ve babası da vardır. Annesinin ve babasının yaşadığını öğrenmenin verdiği duygusal etkiyle Malorie, çocuklarıyla birlikte kör trene gitmeye karar verir.../Archive/2020/11/16/183840227-kapakic3.jpgMALORIE VE PARANOYA!Romanın başlıca karakterlerine gelirsek; Malorie’nin ruh hâlini yinelenen bir motif olarak karşımıza çıkan şu cümle en iyi şekilde anlatıyor: “İçeride birisi varsa az sonra bıçaklanacak.”Malorie, bir kulübeyi kolaçan ederken yahut bir tehlikeyle karşı karşıya geldiğinde hep bu cümleyi söyler, paranoya içerisindedir. Oğlu Tom, adını aldığı Büyük Tom gibi sürekli icatlarla uğraşmaktayken, yaratıklara bakmanın, onları bulmanın bir yolunu aramaktayken Olympia ise gizli gizli kitap okumaktan haz alır.Trenden indikten sonra üçünün hayatı da değişecek, Olympia’nın sırrı da ortaya çıkacaktır. Malorie’nin zihninden hiç çıkmayan, görme engelli olmasına rağmen deliren Annette de okurun merakını kamçılar. Yaratıkları görmemesine rağmen nasıl delirmiştir?.. Annette bir semboldür fakat umudu mu yoksa umutsuzluğu mu temsil ettiğini okur kitabın son bölümünde anlayacaktır:“Kör olmasına rağmen aklını kaçıran Annette’i düşündü. Evet, eski usul delirmiş de olabilirdi. Fakat Malorie o yaratıkların saçtığı deliliğin nasıl göründüğünü bilirdi. Annette öylece tozutmuş değildi. Hele ki göremediği de düşünüldüğünde… acaba ne olmuştu?”/Archive/2020/11/16/183823211-ic1.jpgZİHNİN SINIRLARINDAKitabın kurgusu da içinde barındırdığı korku, kaygı ve dehşet kavramlarına uygun düşen yüksek bir tempoyla ilerliyor. Nitekim betimleme pek yok romanda, sürekli olaylar var ki tempo bir an için bile olsa düşmüyor. Bu da kitabı okur için tek solukta okunacak kitaplardan biri yapıyor.Öte yandan insan zihninin sınırlarında dolaşan bir roman Malorie - Bir Kafes Romanı. Delilik olarak adlandırılan psikozun sebebi insanın en büyük korkularıyla yüzleşmesi olarak belirtiliyor.İnsan, büyük bir korkuyla karşı karşıya kaldığında bir travma geçirir ve bu denli büyük bir travmaya sebep olan yaratıkların neden dünyada oldukları bilinmez. İşte bu karşılaşma hâli okuru sorgulatır.Malorie’nin çocuklarına ısrarla gözbağlarını takmalarını tembih etmesi modern bireyin de hayatında pek çok gözbağı taktığını, travmalarıyla yüzleşmekten kaçtığını, bu yüzden de ona rahatsızlık veren bu travmaları bir türlü iyileştiremediğini, sürekli “mış gibi yapma” hâli içerisinde bulunduğunu gözler önüne serer:“Körler okulundaki diğer insanların iddia ettiği kadar sert ve oğlunun bir öfke patlaması esnasında yüzüne vurduğu gibi kısmen paranoyak olmasına rağmen, var oluşuna eşlik eden karanlıkta yaratıklara, kamplara, yaşama ve ölüme yer yokmuş gibi davranmakta da epey hünerliydi.”Malorie - Bir Kafes Romanı / Josh Malerman / Çeviren: Aslı Dağlı / İthaki Yayınları / 336 s. Metin Yetkinİlyada Destanı’nıbir de Briseis’ten dinleyin!
İlyada Destanı’nı bir de Briseis’ten dinleyin! /Archive/2020/11/16/183512963-ic.jpg“Onu görmeden önce sesini duydum: Çığlığı surlarımızın içinde yankılanıyordu. Tanımak için onu görmenize gerek yoktu, şanı savaşacağı yerlere önceden gelirdi: Yüce ve zeki Akhilleus, tanrılara benzeyen Akhilleus… Ondan bahsederken bu isimlerin hiçbirini kullanmazdık. “Kasap” derdik biz ona.Beni kendi şehrimden, tahtımdan kopardığı gün eski hayatıma dair her şey ardımda kaldı. Troya’yı almak üzere yola çıkmış bir ordunun kölesi, kardeşlerimi ve kocamı öldürmüş Akhilleus’un odalığıydım artık. Kim olduğunu önemsemediği bir ganimettim onun için, fazlası değil. Neyi mi önemserdi peki? Şanını… çünkü pazarlık böyle yapılmıştı, hilekâr tanrıların ona verdiği söz buydu: Troya surları altında erken bir ölüme karşılık ebedi şan ve şeref. Ve ölümü yakındı, bunu biliyordu…” Romandanİlyada ve Odysseia destanlarının edebi olarak yeniden yorumlandığı “Ben, Kirke” ve “Akhilleus’un Şarkısı”ndan sonra, zincirin Pat Parker imzalı üçüncü halkası 19 Haziran Cuma günü yine İthaki etiketiyle okurlarla buluşuyor: “Kızların Suskunluğu / Silence of the Girls.”Guardian’ın, “21. yüzyılın en iyi 100 kitabından biri” olarak seçtiği; ABD’li yazar Diana Gabaldon’ın, “Savaşa ve savaşın ardında bıraktıklarına ilişkin başkaldıran ve tüyler ürperten bir roman. Tek kelimeyle muazzam,” dediği; The Economist’in, “Neredeyse Homeros'un yazdıkları kadar görkemli. Meşhur olaylar ve mitolojik isimler bu kitapta büyülü biçimde yeniden hayat buluyor. Dokunaklı ve usta işi bir roman,” olarak tanımladığı Pat Parker’ın “Kızların Suskunluğu”, İlyada Destanı’na yepyeni bir bakış açısı getiriyor:Man Booker ödüllü İngiliz yazar Barker, Troya Savaşı’nı Akhilleus, Odysseus ve Agamemnon gibi intikam peşindeki erkeklerin değil, onların gölgesinde kalan bir kadın olan Briseis’in gözünden anlatıyor:“Kızların Suskunluğu, Briseis'in hayal ettiği yeni şarkı: Savaşın kadınlar için ne anlama geldiğini anlatan bir anlatı… Ama bu hikâye savaşın nasıl şanlı olduğunu, erkeklerin ne kadar cesurca çarpıştığını anlatmayacak… o defalarca yapıldı. Hayır, bu, tarihte unutulmaya zorlananların hikâyesi. Yine de unutulmayacağız, yıllar sonra bile anneler çocuklarına Troya şarkılarını söyleyecek, biz de onların rüyalarından eksik olmayacağız… kâbuslarından da.”/Archive/2020/11/16/183521073-kapak-.jpgPAT BARKER: 1943’te doğan İngiliz yazar Pat Barker, Man Booker ve Guardian ödüllerine layık görülmüş Regeneration Üçlemesi’yle edebiyat dünyasında önemli bir yer edindi. Eserlerinde genellikle savaş, hafıza, travma ve hayatta kalma gibi konulara değinen yazar, dolaysız, lafını sakınmayan üslubuyla dikkat çekti. Son romanı Kızların Suskunluğu (2018) ile Women’s Prize ve Costa Kitap Ödülü’ne aday gösterildi, Guardian’ın seçtiği 21. Yüzyılın En İyi 100 Kitabı listesinde kendine yer buldu. Yazar, Durham, İngiltere’de yaşamını sürdürüyor.Kızların Suskunluğu / Pat Parker / Çeviren: Seda Çıngay Mellor / İthaki Yayınları / 320 s. Cumhuriyet Kitap Ekiİdlib yolu
İdlib yolu 3 Kasım 2020 günü, GazeteDuvar’da, Hale Gönültaş’ın kaleminden bir haber yayınlandı. Habere göre, Suriye’deki cihatçı örgütler, Türkiye’de yaşayan, Türkmenistan vatandaşı göçmen ev işçisi kadınlarla bağlantı kurdu. 4 Türkmen ve göçmen kadın, temmuz ayının ilk haftasında yasadışı yollarla Suriye’ye geçti.Ağustos 2020’nin sonlarında, BM Terörle Mücadele Başı olan Vladimir Voronkov, Irak ve Suriye'de aktif olarak faaliyet gösteren 10.000'den fazla IŞİD savaşçısı olduğunu ve bu grubun dünyanın dört bir yanına dağılmış farklı bölgesel iştiraklerine katılmak için göç ettiğini belirtmişti. Temmuz 2018’de yayınlanan bir araştırmaya göre -International Centre for the Study of Radicalisation- IŞİD’in gücünün en yoğun olduğu dönemde, 80 ülkeden 42 bin yabancı savaşçı, IŞİD’e katılmıştı. Bugüne geldiğimizde, yapılan operasyonların sonucunda, katılan sayısının yarı yarıya azaldığı, IŞİD’den ayrılan farklı fraksiyonların olduğu ancak yine de IŞİD’in hem Ortadoğu hem de ötesinde bölgesel istikrara bir tehdit oluşturduğu bilgileri farklı kaynaklarda yer alıyor.Temmuz ayında Suriye’ye giden Türkmenistan uyruklu kadınlara internet üzerinden ulaşıldığı bilgisi yer alıyor haberde. Covid – 19 sürecinde işsiz kalmaları, karantina nedeniyle ülke kapılarının kapatılması, parasızlık, yoksulluk ve açlığın psikolojik etkilerinin internet üzerindeki sohbetlere ve ikna sohbetlerine yol açtığı ifade ediliyor. Sohbet edilen kadınlarla, önce İslam dini üzerinden bir diyalog kuruluyor. Kadınlara, kendi işlerini yapacakları, para kazanacakları ve huzura kavuşacakları bir yaşam vaat ediliyor. Giden kadınlar, İdlib’e yakın bir yerde olduklarını, yanlarında “gençler”in olduğu ve oraya bir “taksici” ile gittiklerini anlatıyor. Ankara’dan Antakya’ya kadar olan seyahatlerinin de rahat geçmesini “taksici” sağlıyor.http://192.168.1.232:5432/Archive/2020/11/16/182320424-ozgeye-foto-idlip-yazisina.jpgİdlib'in kuzey kırsalındaki Hazano kasabası yakınlarında yerinden edilmiş Suriyeliler kamp çadırında... /AFPIŞİD’in ve bir çok yer altı kuruluşunun, Covid – 19 salgınını, yeniden örgütlenme için kullandığını önceki bir yazımda aktarmıştım. IŞİD’in Covid – 19’dan kaynaklanan yeni eşitsizlikleri propaganda yöntemleriyle kullandığı yine farklı haber kaynaklarında yer alıyor. Artan ekonomik zorluklar ve artan sosyal güvensizlik ortamı, işsizlik, derinleşen yoksulluk ve enflasyon, radikalleşme potansiyelini de derinleştirmeye başlıyor. Rusya’nın BM Büyükelçisi Vasily Nebenzya, yine Ağustos ayında, IŞİD’in savaş potansiyelini geliştirmeye devam ettiği, saldırıların alanı ve kapsamını genişletmeye devam ettiğini de söylüyor.2 Kasım akşamı, Viyana’da 6 ayrı noktaya silahlı saldırı düzenlendi. Reuters’in haberine göre, saldırıda 7’si ağır 15 kişi yaralandı. Avusturya İçişleri Bakanı, saldırganın IŞİD sempatizanı olduğunu ifade edip: “Radikalleşmiş olan bir kişinin IŞİD’e kendini çok yakın hissettiğine dair ipuçları var.” açıklamasında bulundu. Öldürülen saldırgan 20 yaşında, Makedonya kökenli ve Kuzey Makedonya ve Avusturya vatandaşlığına sahip. Saldırganın, IŞİD’e katılmak üzere Suriye’ye gitmeye çakışırken hüküm giydiği ve sekiz ay sonra, 2019’un Aralık ayında tahliye edildiği de açıklanan bilgiler arasında yer aldı.IŞİD’in, "dünyanın çeşitli ülkelerinde ve bölgelerinde yoğun olarak buluduğu” ve uyur hücreleri ile "özerkliğine sahip bir ağ yapısına tamamen dönüştüğü" belirtiliyor. Covid-19 salgını hayatımızı derin bir biçimde etkiledi. IŞİD’i de deyim yerindeyse yeniden diriltmesini bekler miydik?2020’de neler olmadı ki… Özge Mumcu Aybars/ Statik Enerji