Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Saturday, 07.05.2025, 01:34 PM (GMT)

Fatsa’da Altıntepe MadencilikŞirketiçalışma süresi dolmasına rağmen faaliyetlerine devam ediyor

Fatsa’da Altıntepe Madencilik Şirketi çalışma süresi dolmasına rağmen faaliyetlerine devam ediyor Ordu Fatsa’da siyanürle altın ayrıştırma işletmeciliği yapan Altıntepe Maden şirketinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ÇED İzin ve Denetleme Genel Müdürlüğü’nden aldığı Geçici Faaliyet Belgesi izni 9 Ekim’de sona erdi. Ordu Çevre Derneği (ORÇEV), şirketin çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) dosyasından elde ettiği belge hakkında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na süre dolmasına rağmen denetleme yapılıp yapılmadığını, yasal yaptırım uygulayıp uygulanmadığını sordu. Dernek Başkanı Ertuğrul Gazi Gönül, “Şu an şirketin hiçbir çalışma yapmaması gerekir. Şirketin çalıştığını biliyoruz. Çalışmasına izin verenler de denetim yapmayanlar da suç işlemeye devam etmekteler. Her zaman dediğimiz gibi, fiili mücadele şart. Yasal yollardan hesap soracağız” dedi. Ekoloji Birliği Eşsözcüsü Coşkun Özbucak da “Şirketler kâğıt üzerindeki yükümlülüklerini bile yerine getirmiyorlar. Keyfiyet devam ediyor. Bunları Kazdağı’ndan Artvin’e kadar her tarafta görüyoruz. Bugün Fatsa’daki siyanürle altın ayrıştırması yapan şirketin keyfiyetine karşı da hukuksal ve fiili mücadeleyi büyütmek zorundayız” diye konuştu. Cemil Ciğerim

Tokat ve Amasya'da sinayürle altın aranmasına izin verildi.Çevre sakinleri karara tepkili

Tokat ve Amasya'da sinayürle altın aranmasına izin verildi. Çevre sakinleri karara tepkili Kelkit Havzası, Boğalı ve Sakarat yaylaları Tokat ve Amasya illerinin, Erbaa ve Taşova ilçelerinin ve çevresindeki onlarca köyün can damarında siyanürle altın arama izninin verilmesine tepkiler çığ gibi büyüyor. Yeşil Erbaa Çevre Platformu’nda bir araya gelen bölge halkı, siyanür ile altın çıkarılmasıyla Kelkit Havzası, Boğalı ve Sakarat yaylalarının ölüm fermanının verildiğine, bölgede çevresel bir felaketin yaşanacağına dikkat çekti. Yeşil Erbaa Çevre Platformu Başkanı ve sözcüsü Dr. Saffet Akkaya, Fındıcak Ahbaz Derneği’nde bilgilendirme toplantısı yaptı. CHP Tokat Milletvekili Kadim Durmaz konuyu TBMM gündemine taşıyarak verdiği soru önergesinde yaşanacak çevre felaketi ile ilgili soruların yanıtlanmasını istedi. Sondajla altın araması yapılan Boğalı ve Sakarat yaylaları tescilli mera alanlarına sahip ve bölgedeki içme suyu kaynaklarının doğuş noktası. Erbaa Ovası ise 21 Temmuz 2017 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla “Büyük Ova” ilan edildi. Mehmet Menekşe

Enerji ve Tabii Kaynaklar BakanıFatih Dönmez,Çernobil faciasıyla uçak kazasınıbir tuttu

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Çernobil faciasıyla uçak kazasını bir tuttu Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda milletvekillerinin sorularını yanıtlarken, nükleer santralları savundu. Paris’in 50 kilometre yanında üzüm bağları olduğunu belirten Dönmez, “Bir sıkıntı yok. Bugün Fransa elektriğinin yüzde 70’ini oradan üretiyor” dedi. Bunun üzerine HDP’li Garo Paylan, “Çernobil” anımsatması yaptı. Dönmez, “Tarihte geçmiş bir iki kazadan dolayı bunu yapacaksak uçağa binmemeniz lazım Garo Bey” yanıtını verdi. Paylan’ın “Yapmayın...” demesi üzerine Dönmez, şöyle devam etti: “Yani Çernobil var ama dünyada 2 veya 3 tane böyle ciddi kaza var ama eskilerin deyimiyle hani ‘demirden korkan trene binmez’. Burada ilgili kurallara uyduktan sonra... Tabii ki kaza, bela olsun istemiyoruz. Çernobil zaten birinci nesil santral, şu anda üzerinde çalıştığımız santrallar 3, 4 ‘plus’. 3 ‘plus’ santrallardan bahsediyoruz...”‘İNSANLIĞI ETKİLER’Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, uçak kazası ile Çernobil faciasının bir tutulamayacağını vurguladı. Türkyılmaz, şöyle devam etti: “Bir nükleer santral kazası tüm insanlığı etkiler. Çernobil’de nükleer emisyon içeren bulutlar Türkiye dahil birçok ülkede çok sayıda insanın kanser olmasına neden oldu. Nükleer santral kazası bir tüpgaz kazası, tren kazası, uçak kazası değildir. Bütün toplumları, milyonlarca insanı etkileyecek bir risk” dedi. ‘RİSKİ KÜÇÜMSÜYOR’Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Ahmet Dursun Kahraman da dünyada açıklanmış ilk nükleer kazanın 1979’da Three Miles Island’da gerçekleştiğini, ikinci kazanın Çernobil, üçüncüsünün ise 2011’de Fukuşima olduğunu söyledi. Uzmanların bu üç kazanın da “öngörülebilir olmadığı” konusunda anlaştıklarına işaret eden Kahraman, “Bakan yaşanmış deneyimler ve uzmanların uyarılarına rağmen riski küçümsemektedir. Bu büyük riskin sonuçları ise bir hayli uzun süreli ve ağırdır.” 1986’daki Çernobil faciası yaklaşık 200 bin kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak ölümüne neden oldu. Facianın etkileri nedeniyle yüz binlerce çocuk engelli olarak dünyaya geldi. Mustafa Çakır

Erdoğan Ergenekon davasına ilişkin,‘Davanın savcısıyım demedim’demişti

Erdoğan Ergenekon davasına ilişkin, ‘Davanın savcısıyım demedim’ demişti İzmir’in Aliağa ilçesinde, Şakran Ceza İnfaz Kurumları kampusunda infaz ve koruma memuru olarak görev yapan Ali Yaşar hakkında, 2018 yılında sosyal medya hesabı Twitter üzerinden yaptığı, “Bunun hesabını o dönem o alçak kumpasların savcısıyım, hâkimiyim diyenler verecek. FETÖ ile kol kola girip ülkeyi soyup soğana çevirenler, ülkedeki liyakat ve ehliyet sistemini çökertenler verecek” paylaşımı nedeniyle ‘cumhurbaşkanına hakaret’ten hakkında adli ve idari soruşturma açıldı. Adli soruşturmada, savcı “Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar’ verirken, Adalet Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu tarafından yürütülen idari soruşturmada “cumhurbaşkanına hakaret” suçunun işlendiği sabit görülerek “devlet memurluğundan çıkarma” cezası ile cezalandırılması gerektiğine karar verildi. Adalet Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’nun gerekçeli kararında, Yaşar’ın sosyal medya üzerinden paylaşımlarının hepsinin ayrı ayrı değerlendirildiği belirtilerek şöyle denildi: “İnfaz ve koruma memuru Ali Yaşar’ın bir paylaşımı hariç yapmış olduğu tüm paylaşımların düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğu, ağır eleştiri sınırlarını aşmadığı şeklinde değerlendirilmiştir. Ancak; ‘Ergenekon kumpası çöktü...’ şeklindeki paylaşıma Ali Yaşar’ın ‘Bunun hesabını o dönem o alçak kumpasların savcısıyım, hâkimiyim diyenler verecek. FETÖ ile kol kola girip ülkeyi soyup soğana çevirenler, ülkedeki liyakat ve ehliyet sistemini çökertenler verecek’ şeklindeki paylaşımı ile Cumhurbaşkanı’nın muhatap alındığı, somut fiilde matufiyet koşulunun da oluştuğu tartışmasızdır. Anılan paylaşımla FETÖ silahlı terör örgütü ile bağlantı kurulup Cumhurbaşkanı’nın haksız menfaat temin eden, deyim yerindeyse hırsızlık yapan kişi olarak somut madde isnadı suretiyle yaftalanması başlı başına eleştiri sınırlarının aşıldığını ortaya koymuştur. Yaşar, ‘cumhurbaşkanına hakaret’ suçunu işlediğine dair hakkında bir dava açılmadığını, buna rağmen idari soruşturmayla meslekten ihraç edildiğini belirterek şunları söyledi: “Yazılı savunmamda, paylaşımımla Cumhurbaşkanı’nı değil, FETÖ’cü hâkim ve savcılardan bahsettiğimi söyledim. Paylaşımlarımda Cumhurbaşkanı’nın şahsına yönelik bir ifadem de bulunmamaktadır. Buna rağmen beni, sözlü savunma bile almadan ‘cumhurbaşkanına hakaret suçu işledin’ diyerek ihraç ettiler. Cumhurbaşkanı’nın kendisi bile ‘Ben bu davanın savcısıyım’ sözünü söylemediğini belirtirken, Adalet Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’nun bu cezayı vermesi o sözü Cumhurbaşkanı’nın söylediğini onayladığı anlamına geliyor.”CUMHURBAŞKANI’NA HAKARETTEN GÖZALTIEski Sağlık Bakanı ve Doğru Parti Genel Başkanı Rifat Serdaroğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret suçundan Esenboğa Havalimanı’nda gözaltına alındı. Doğru Parti Genel Başkanı, eski bakan Serdaroğlu hakkında “cumhurbaşkanına hakaret” iddiası ile soruşturma açıldı. Çeşme 1. Asliye Ceza Mahkemesi de Serdaroğlu’nun ifadesinin alınması için mevcutlu olarak en yakın savcılığa sevk edilmesi kararı aldı. İzmir’deki programını tamamlayarak dün saat 12.00’de uçakla Ankara’ya dönen Serdaroğlu, Esenboğa Havalimanı’nda uçak körüğünden çıktıktan sonra polis tarafından karşılandı. Bir polis memuru konuyu bildirdi ve “Üzerini arayacağız, seni savcılığa götüreceğiz” dedi. Bunun üzerine Serdaroğlu, “Ben bu ülkede bakanlık yaptım, parti siyasi parti genel başkanıyım. Üzerimi arayamazsınız. Bana da sen diye hitap edemezsin, benim senin yaşında oğlum var” dedi. Esenboğa Koruma Müdürlüğü’nden gelen rütbeli personel duruma el koydu. Serdaroğlu’nun üzeri aranmadı ve Çeşme Asliye Ceza Mahkemesi kararı uyarınca Çubuk Cumhuriyet Savcılığında ifadesinin ardından serbest kaldı.İKTİDARI ELEŞTİRDİ TUTUKLANDISokak röportajı sırasında ekonominin gidişatını ve iktidarı eleştiren İsmail Demirbaş hakkında önce ev hapsi kararı verildi, sonra da tutuklanarak cezaevine gönderildi. Antalya’da sokak röportajı sırasında yaptığı konuşmada iktidarı eleştiren 49 yaşındaki İsmail Demirbaş’ın evi 24 Ekim’de basıldı. Gözaltına alınan İsmail Demirbaş, adli kontrol şartıyla bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamada “Ülkemin geldiği duruma üzülüyorum. Ben bildiklerimi söylemeye devam edeceğim” dedi. Gazete Duvar’ın haberine göre, Demirbaş ikinci kez konuştuğu bir sokak röportajında yine iktidarı eleştirince bir kez daha gözaltına alındı. Demirbaş hakkında bu kez ev hapsi kararı verildi. Demirbaş ev hapsi kararına itiraz etmek için bir gün sonra adliyeye gitti. Burada dilekçe veren Demirbaş hakkında tutuklama kararı verildi. Demirbaş için CMK’den atanan avukat, Demirbaş’ın “Cumhurbaşkanına hakaretten” tutuklandığını söyledi. Demirbaş Antalya E Tipi Cezaevi’ne gönderildi. Babasının düşünceleri nedeniyle tutuklanmasına tepki gösteren Melih Demirbaş, “Babam kötü bir şey yapmadı. Düşüncelerini ifade ettiği için birçok şey yaşadı. Kendisi suç işlemedi. Maalesef yaşadığımız bu ülkede insanlar kendi düşüncelerini ifade ettikleri için tutuklanıyorlar. Bir an önce babamın serbest bırakılmasını istiyorum” dedi. Ece Piroğlu

1973, 27 Mayıs kazanımlarınıgeri püskürtmede her yol geçerli, haksız-hukuksuz davalar yılı

1973, 27 Mayıs kazanımlarını geri püskürtmede her yol geçerli, haksız-hukuksuz davalar yılı Gazetemizde öne çıkmış davalardan örneklerle estirilen yıldırma, sindirme, dehşet ortamına dair ancak fikir verebiliriz. Trajikomik, kitlelere bu kadar ağır bedeller ödetilerek yaratılan havanın sonrasında, 1973 yılı sonrası delil yetersizliği üzerinden bu davaların düşürülmek zorunda kalınması. Olan olmuş yaşamın her alanına dönük 27 Mayıs Anayasası, yasaları ile gelmiş toplumsal kazanımlardan önemli geri dönüşler sağlanmıştır.Kültür Sarayı’nı yakmak, Marmara yolcu gemisi ile Eminönü araba vapurunu batırmak suçlarından açılan Sabotaj davası sanıklarına dönük en ağır işkencelerle alınmış ifadeler sonrası 17 kişinin idamı, diğer sanıklar için ağır hapis isteminden sonra sahte senaryoya dayalı olduğu gerçeği ortaya çıktı. Yılın sonunda savcı tüm sanıkların beraatını istemek durumunda kaldı./Archive/2020/11/13/034042575-sukran1.png6 MART’TA İDAMLAR İSTENDİKültür Sarayı’nı yakmak, Marmara yolcu gemisi ile Eminönü araba vapurunu batırmakla suçlanan 22 kişinin yargılandığı dava 5 Mart günü başladı. İstanbul 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde açılan davada, savcı 17 kişi için idam, 5 kişi için de 5-15 yıl arasında ağır hapis istemişti. 89 sayfalık iddianamede kundaklama ve sabotajlar için gerekli 400 bin lirayı Osman Koper ve Ergun Saraç’ın MBK üyesi İrfan Solmazer’den aldıkları ileri sürüldü. İddianamede, sabotaj eylemleriyle devlet hazinesine 163 milyon 307 bin lira zarar verildiği, gizli bir örgütten 1 milyon 165 bin lira aldıkları belirtildi. Yöneticileri suçlanan sendikanın da kapatılması istendi. Dava sürecinde sorguları yapılan sanıklar, ilk sorgularında alınmış ifadelerin baskı altında verildiğini belirterek suçlamaları peş peşe reddetmişlerdir. Arkadaşlarını suçlayan tanıklar ise tüm sıkıyönetim komutanlıklarının ellerinde olduğu tehdidi ile, baskı altında söz konusu ifadeleri vermeye zorlandıklarını söylemişlerdir. Kontrgerilla’da işkence gördükleri yolunda ifade veren sanıklar ise ifadelerinden sonra salondan çıkarılmışlardır. Olayın üzerine söz alan başka sanık, çoraplarını çıkararak hâlâ sökülmüş tırnaklarının gelmediğini göstermiş, o da mahkeme başkanı tarafında salondan çıkarılmıştır.14 KASIM’DA SAVCI TÜM SANIKLARIN TAHLİYESİNİ İSTEDİTüm sanıkların ifadelerinin alınması, tanıkların dinlenmesi oturumlarından sonra, 14 Kasım 1973 günü yapılan duruşmada savcı tüm sanıkların beraatını, tahliyelerini istemiştir. Çok sayıda askeri hâkim ve savcının da izlediği duruşmada, sanıkların bir kısmının aldıkları ifadesini verdikleri külliyetli miktardaki paranın da bulunamadığının altını çizmiştir. Duruşma bir kısmı için hemen verilen tahliyenin yanında diğer sanık ve avukatlarının savunmaları için 27 Kasım tarihine ertelenmiştir./Archive/2020/11/13/034044184-sukran2.pngKÜLTÜR SARAYI DOSYASISabotaj davasının düşmesi sonrası, 20 Şubat 1974 ve 21 Şubat 1974 tarihlerinde gazetenin 5. sayfasında “Kültür Sarayı Dosyası” başlığı ile yayımlanan iki günlük diziyi sizinle paylaşmalıyım. 24 yılda 47 milyon liraya yapılan İstanbul Kültür Sarayı, 27 Kasım 1970’te yanmıştır. Suçlusu bulunamayan devlete 75 milyon liraya mal olan yangının unutulmuş sigorta, elektrik tesisatı, ısınmadan.. yandığı hâlâ bilinmemektedir. Binayı kullanmış olan bütün kültür alanları etkinliklerinin yöneticileri de açılan davalar sonunda beraat etmişlerdir. Sabotajcılar da beraat edince suçun sorumluluğu boşlukta, bilinmez kalmıştır. Raporlar, yangın söndürmeye dönük sistemin de çalıştırılamadığını ortaya koymuştur. Taksim su deposunun da vanasının arızalandığı ortaya çıkmıştır./Archive/2020/11/13/034042200-sukran3.pngDosyamızın ikinci gününde ise yangının sorumluluğunu üstlenen olmamasına karşın, binayı paylaşma yarışının sürdüğü gerçeğinin altı çiziliyor. Ortada bir sigorta çıkmazı da var. Atatürk Kültür Merkezi’nin sahipliği tartışılıyor. Merkezin kullanılması hakkının verildiği kültür kurumları, sanat etkinlikleri belli ama sahipliğinin tartışmaları sürüyor. İnşaat yıllar boyu sürüyor, tamamlanamıyor. Bir daha bir daha yeniden yapılması gündeme geliyor. O günler için geçerli gelişmeler, inanılır gibi değil ama bu günlere aynen taşınmış görünüyor. Atatürk Kültür Merkezi inşaatı, sahipliği tartışmalarına nokta konulamıyor../Archive/2020/11/13/034043137-sukran4.png256 SANIKLI THKP DAVASI BAŞLIYORAralarında Yusuf Küpeli ve Yılmaz Güney’in de bulunduğu 256 sanıklı THKP davası, Selimiye’de özel olarak hazırlanan salonda 16 Nisan 1973 tarihinde başlıyor. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi adlı gizli örgüt sanıklarının ilk günkü oturumda ancak 123’ünün kimlik tespitleri yapılabiliyor. Duruşma ilk günün fotoğrafı ile 17 Nisan günlü gazetemizin birinci sayfasında yayımlanıyor. Yılmaz Güney’in karesini görüp, çok sayıda yerli ve yabancı gazeteci izleyici notunu da görünce, daha önce Cumhuriyet okurları ile paylaştığımız 12 Mart’ın ilk operasyonlar döneminden kimi anıları anımsatmak gereğini duyuyorum. Turhan Selçuk’un 12 Mart’ın ilk ünlü pazarı, sokağa çıkma yasağı üzerinden yapılmış büyük operasyonlar ve işkencelerin geçmişinden kimi satır aralarını paylaşmak gerekiyor.. Turhan Selçuk’un bir gözünün kaybı ile akciğerlerindeki zar yapışması, kaburga kırıklarına mal olan 1. Şube’deki işkence günleri, kendi el yazısı ile tanıklık notlarına dönüşümüzde, aynı ortamda işkence gören Yılmaz Güney ile Ruhi Su’yu unutmak olanaksız.. Davaya düşünce özgürlüğü, insan hakları ekseninde dünya basınının ilgisini de açıklıyor.DURUŞMALAR İLERLEDİKÇE AĞIR İŞKENCE, KONTRGERİLLA İFADELERİ ARTIYORYılmaz Güney 5 Temmuz günü Cumhuriyet’te yayımlanan ifadesinde, açık ya da gizli bir örgüte üye olmadığını söylüyor. Sorgulamalarında yapılmış suçlarla uzaktan yakından ilişkisi olmadığını, dava kapsamındaki birkaç öğrenci liderini önceden tanımanın ötesinde bir bağın kurulamayacağını vurguluyor, 11 Temmuz tarihli Cumhuriyet’te Çayan’ları ihbar ettiğini söyleyen Kızıldere muhtarının ifadesi var. Ertuğrul Kürkçü, muhtarın ifadesi üzerinden sorulan soruyu yanıtlarken, silahla tehdit ettikleri iddiasının doğru olmadığını söylüyor. 17 Temmuz tarihli oturumların 18 Temmuz tarihinde yayımlanan haberinde, Hava Teğmeni Mehmet Alkaya her tür işkenceye uğradığı ifadesini verir. Bir kez MİT’te, 3 defa savcılıkta toplam 4 defa ifade verdiğini, üç ay hücrede kaldığını anlatıyor. Avukat tutmasına izin verilmediğini, 6-31 Mart tarihleri arasında MİT’te elektrikten falakaya, her türden küfre, arkadaşlarının işkencelerine tanıklık ettirilmeye kadar ağır maddi ve manevi işkenci gördüğünü ifade ediyor. Emekli Yüzbaşı İzzet Aydoğdu, ne sivil ne de askeri merkezlerde ifadesinin alındığını söylüyor. “Gözlerim bağlı, ellerim ve ayaklarım sicimli bilmediğim bir yerde sorgulandım” dedikten sonra, sabah evinden alınıp götürenlerden “kontrgerilla” sözünü duyduğunu vurguluyor. Orada yaşadıklarından sonra, hazırlık soruşturmasında yer alan ifadeleri imzaladığının altını çiziyor. Bu koşullarda verdiği ilk ifadelerini kabul etmiyor.HATİCE ALANKUŞ’UN ÖLÜMÜ ÜZERİNE 258 SANIKLI DAVADA OLAY ÇIKIYOR25 Temmuz tarihli Cumhuriyet’in haberinde Hatice Alankuş’un ölüm haberi üzerine olay çıktığı duyuruluyor. 24 Temmuz tarihli duruşmada, bir gün önce bağırsak düğümlenmesinden hastaneye kaldırılan mimar Hatice Alankuş’un ölüm haberinin yayılması üzerine çıkan olaylara yer veriliyor. Sanık Ülkü Ahmet söz alarak can güvenliğinin kalmadığını, geçmiş olayların gelişmesi üzerinden ayrıntılarıyla açıklıyor. Salon gazetecilere kapatılıyor. Savcı ve sanıklar arasında sert tartışmalar yaşanıyor. Salona jandarma alınıyor. Mahkeme duruşmalara 30 Temmuz’a kadar ara verilmesi kararını alıyor.ASKERİ YARGITAY, İSMAİL BEŞİKÇİ’NİN CEZASINI ONAYLADINokta konulamayan, yıllar içinde yenisi gelen yargılamaların örneği olarak, 7 Mart 1973 günü verilmiş, 8 Mart günlü gazetemizin birinci sayfasından yayımlanmış bir İsmail Beşikçi mahkûmiyetine daha yer vermek istedik. Haberin içeriği Askeri Yargıtay’ın İsmail Beşikçi’nin 8 yıl 4 aylık cezasını onaylıyor. Haberi verilen davaya göre Beşikçi Erzurum Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’ndeki dersinde, sosyoloji konusunun dışına çıkarak, öğrencilerine Marksist-Leninist ideolojiyi benimsetmeye çalışmış. Mahkeme temyiz isteklerini reddederek 141-142 173. madde suçlarını işlemiş, cezası onaylanmış.TÖB-DER GENEL BAŞKANI ILE 11 ARKADAŞI BERAAT EDİYOR15 Nisan 1973 günü yayımlanan Cumhuriyet’in haberinde yer verildiği üzere, TÖB-DER Genel Başkanı Ali Bozkurt, sekreter Nural Gürsal ve 10 arkadaşları hakkında açılmış davada, başkanın aksine oy vermesine karşın, Ankara Sıkıyönetim 1 No’lu mahkemede beraat kararı veriliyor. 22 Eylül tarihli sayfamızda yer alan haberde ise, TÖB-DER’in ilerici ve Atatürkçü öğretmenlerin tasfiye edilmesine ilişkin haber yayımlanıyor. Öğretmen okullarından yursever, Atatürkçü öğretmenler tasfiye edilerek öğretmenlerin halkı uyandırma görevini yapmalarının engellendiğinin altı çiziliyor. Son yıllarda gittikçe artan öğretmen kıyımlarından örnekler veriliyor. Danıştay ve mahkeme karararının gereğinin yerine getirilmediğinin altı çiziliyor. 10 Kasım tarihli Cumhuriyet’in haberinde ise, TÖBDER’in Başbakan Talu’ya başvurarak öğretmenlere yapılan saldırıların önlenmesini istediğinin açıklaması yapılıyor. Yaşanan somut olaylardan örnekler sunuluyor. Yeri gelmişken, oldubitti anayasa değişikliği ile TÖS’ün kapatılması sonrası, 12 Mart yönetimi döneminin içinde yaygın bir biçimde TÖB-DER yönetimleri ve kadrolarının faaliyetlerinin hedef tahtasına alındığı, çok sayıda yargılama, işkence örneklerinin, ülkenin her yerinde yaşandığını dava dosyaları da içlerinde olmak üzere gündeme taşımak gerekiyor./Archive/2020/11/13/034044528-sukran5.pngLİSELİLERİN YARGILANMASISöz öğretmen ve öğrencilerin yetiştirilmesine karşı baskılardan açılmışken 5 Haziran 1973 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanmış haber ve kupürünü geçmemek gerekiyor. Lise öğrecileri ile öğretmenlerinin birlikte yargılandıkları davanın fotoğraflı haber kupüründen görüleceği üzere öğrenci ve öğretmenleri için 5-20 yıllık hapis cezaları isteniyor. Bolu lisesi ve dengi okullara ilişkin açılmış davanın haberinde, “Dev-Lis”in kurulmuş olması suç sayılıyor. Yargılama askeri mahkemede yapılıyor.CAN YÜCEL VE ARKADAŞLARI HÜCREDEN ÇIKIYORCumhuriyet’in 17 Eylül tarihli birinci sayfasında yer alan haberi okurla paylaşmamak olmaz. Adana Cezaevi’nin siyasi hükümlüler kısmında, olayın yaşanma tarihine göre 19 gün önce yaşanan olayda mahkûmlar arasında çıkan kavga sonrası verilen disiplin cezası ile Can Yücel de hücreye kapatılma cezası alıyor. Haberin yayımlanmasından bir gün önce de arkadaşlarıyla birlikte hücreden çıkarılması, gazetemizde yayımlanan haberin konusu oluyor. Can Yücel ve 17 arkadaşı, 17 kişinin bulunduğu daha iyi bir hücreye alınıyorlar. Kendilerinin daha rahat orkuyup yazabilmeleri olanağının sağlanması için çare arandığı bile vurgulanıyor. İlhan Selçuk durur mu? 30 kasım 1973 tarihli köşesinde, Can Yücel’den bu tarihten sonra gelen iki şiir eşliğinde “Şaka-Maka” başlıklı köşesinde okurları ile paylaşıyor.. “Can Yücel’den bir mektup aldım. İçinden iki şiir çıktı.. ‘Şaka-maka değil,/ Yüz bin mahkûmla bir milyon işçi/Af diye, iş diye, inim inim/Dışarı çıkmayı beklerken hacet kapılarında,/Şu bizim devleti yönetenler/Bir kabine bile kuramıyorlar kırk gündür!’ Can, Adana Cezaevi’nde döktürüyor. Yazar ile cezanın hali budur: İçeride tek durmaz, dışarda tek durmaz; konuşur da konuşur; sussana be adam!... Can Yücel’in! Adana’dan gönderdiği ikinci şiirin adı: HAPİSHANECİLİK. “Tam bir yıl oldu bugün, bu şerefli uğraşa başlıyalı./Şu ana kadarki sicilim, eh oldukça başarılı./Ama bu, benim kişisel yeteneğimden çok,/ Toplumca hapse düşkünlüğümüzden olmalı” Şiirin altındaki tarih 25 Kasım 1973 Yıllardan beri çalkalanan toplumda aydınları hapse atmakla hiçbir davanın çözülemeyeceğini 14 Ekim seçimlerinde algıladık. Tutuculuk ve gericilik yollarında her zorlama, kafasını ister istemez duvarlara çarpacaktır... Kural budur... Şükran Soner

Yunus NadiÖdülleri, gazetemizde düzenlenen törenle sahiplerini buldu

Yunus Nadi Ödülleri, gazetemizde düzenlenen törenle sahiplerini buldu Yunus Nadi Ödülleri’nde Öykü dalında 143, Roman dalında 99, Şiir dalında 112, Sosyal Bilimler Araştırması dalında 23, Karikatür dalında 67, Fotoğraf dalında 21 olmak üzere toplam 465 yapıt değerlendirildi. 6 dalda 8 isime ödül verildi.ROMAN ÖMER F. OYALHep anlamlı kitaplarRoman dalında ödülün “Gemide Yer Yok” (Yapı Kredi Yayınları) adlı kitabı ile Ömer F. Oyal’a verilmesine karar verildi. Oyal, ödülünü Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Aykut Küçükkaya’nın elinden aldı. Oyal, “Yunus Nadi Ödülleri benim hep takip ettiğim bir ödül serisi. Her verilen ödülde de aslında anlamlı buluyorum okuduğum kitapları. O yüzden bu ödülü kazanmak benim için çok onur verici oldu. Bir de bu kitabımla almak benim için çok onur verici oldu. Herhalde, edebi anlamda en çok beğendiğim kitabım bu. Hem sade hem yoğun olduğu için, bir arada zor bir kitap. O yüzden ‘Gemide Yer Yok’ ile almak benim için çok gurur verici oldu” dedi.FOTOĞRAF ZEHRA ÇÖPLÜKadınların başarısı...Fotoğraf dalındaki ödülün sahibi Zehra Çöplü oldu. Çöplü’ye ödülünü Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Turan Karakaş verdi. Çöplü, “6 dalda verilen 8 ödülün yarısının kadınlara verilmesi beni mutlu etti. Kadına yönelik fiziksel-psikolojik-cinsel şiddet, kadın cinayetleri, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ile ilgili olaylarla üzücü bir şekilde yüzleşiyoruz... Bu olumsuz süreci yaşarken, kadının başarısının takdir edildiği, ödüllendirildiği, ortaya koyduğu eserinin değerli bulunduğu bu platformdaki 4 kadından birisi olmak gurur verici... Bu değerli ödülü, Türkiye’nin ilk kadın fotoğrafçıları Naciye Suman, Semiha Es, Maryam Şahinyan, Yıldız Moran ve daha birçok değerli kadını saygıyla anarak alıyorum.”ŞİİR GONCA ÖZMENİnsan yoldaş bir tür...Yunus Nadi Ödülleri’nde “Şiir” dalında ödülü “Bile İsteye” (Kırmızı Kedi) adlı yapıtı ile Gonca Özmen kazandı. Ödülünü Cumhuriyet Vakfı Genel Sekreteri Işık Kansu’nun elinden alan Özmen, “Evrensel ve toplumsal bir büyük travmayı deneyimlediğimiz, basından televizyona muhalif medyanın, aydınların, akademisyenlerin, sanatçıların, hak savunucularının susturulmaya çalışıldığı bir karanlık, bir virüslü dönemde, 75 yıldır inat ve kararlılıkla sürdürülen, bilimden sanata ve şiire farklı disiplinleri kapsayan bu değerli ödülün bana verilmesi gönendirici. Yunus Nadi Ödülleri’ni, şiirin sesinin daha geniş bir kitleye duyurulmasındaki etkisi açısından da önemsiyorum. Gittikçe yalnızlaşan, bencilleşen, doğadan kopan, duyarsızlaşan, acımasızlaşan insanlarla dolu bu kör, bu sağır dünyada şiir, yaşamı ve insanı savunmanın biricik yolu. Zorlu bir dil uğraşı olan şiir, bir itiraz, bir diklenme biçimi. Her türlü baskıya, otoriteye başkaldırı şiir - insana direnç, insana umut veren. İnsanı biçimleyen, insanı güzelleyen, insana bir başka göz ekleyen bir olanak. İnsana yoldaş bir tür. O nedenle okuyarak, yazarak ve paylaşarak bir güzel yarın düşünü birlikte büyütmekten mutluyum. Bu ödülü, ‘Bile İsteye’ için söz düşüren, onu okuyup çoğaltan, onu büyüten, paylaşan, kendinin kılan kıymetli okurlarıyla paylaşmaktan sevinç duyuyorum. Daha da çoğaldığımı hissediyorum” dedi.SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMASI ŞADUMAN HALICIKalemini namus olarak görenlere...Sosyal Bilimler Araştırması dalında ödülün sahibi ise “Yüzellilik Gazeteciler” adlı araştırma dosyasıyla Prof. Dr. Şaduman Halıcı oldu. Halıcı’ya ödülünü Cumhuriyet Vakfı Başkanı Alev Coşkun verdi. Alev Coşkun ödülü sunarken, “Yunus Nadi Ödülleri’nin 75. yıldönümü. Bu yıl da ‘Sosyal Bilimler Araştırması’ ödülünü vermekten büyük mutluluk duyuyoruz” diye konuştu. Şaduman Halıcı ise ödül konuşmasında şu ifadeleri kullandı: “Bu araştırmamda birçok gazeteciyle kâğıtlar üzerinden tanışma fırsatı buldum. Onlar içerisinde kalemini vatanı, milleti için kullannan da vardı; bunlardan biri Yunus Nadi’ydi. Bazıları da emperyalistler için oynattı. Ben emperyalistler için kalemini oynatanları yazmayı tercih ettim. Çünkü onları tanırsak geleceğimizin karanlığını aydınlatabileceğimizi düşündüm. Yunus Nadi’nin gazetesinden böyle bir ödülü almak da benim için büyük bir onur oldu. Kalemini namusu olarak gören bütün fikir emekçilerine sonsuz saygı duyuyorum.”ŞİİR MEHTAP MERALHayatımızda yeşerecekŞiir kategorisinde “İncirin İçindeki Arı” (Mona Kitap) yapıtı ile ödül kazanan Mehtap Meral’e ödülünü gazetemiz Kültür Servisi Şefi Yazgülü Aldoğan verdi. Aynı zamanda müzisyen de olan şair Meral, ödülün ardından “Türkiye’nin en köklü ödüllerinden birini almış olmanın mutluluğu içindeyim. Cumhuriyet gazetesine ve bu ödül de katkısı bulunan herkese teşekkür ederek başlamak isterim sözlerime. Şiirin hayatımızın bu kadar dışına itildiği bir dönemde böyle kıymetli bir ödülün ‘İncirin İçindeki Arı’yı daha çok insana ulaştıracağına inanıyorum. Pandemiden dolayı maalesef gerçekleşemeyen ödül töreni yapılmış olsaydı şu cümleleri söylemek isterdim: Bu ödülü ince şeyleri anlayacak vakti olanlar, kırılsa da suçsuzluğuna dokundurmayanlar, dünyanın bütün kırılganları, ötekileri, uyumsuzları adına alıyorum. Şiir bir çiçekle konuşabilenlerin duyarlığıyla hayatımızda yeşerecek” diye konuştu.ÖYKÜ KADRİ ÖZTOPÇUKıymetli eserler bıraktıÖykü dalında ödülü “Kimsenin Bilmediği İnsanlar” (Can Yayınları) adlı kitabıyla Kadri Öztopçu kazandı. 1 Mart’ta yaşamını yitiren Öztopçu’nun adına ödülü eşi Perran Öztopçu, Cumhuriyet Vakfı Genel Saymanı Hüseyin Yıldız’ın elinden aldı. Perran Öztopçu, “Kadri’nin bu ödülü almasını çok isterdik. Kadri, çok az konuşan bir insandı. Kısa ve öz yazmayı seven bir insandı. Edebiyat dünyasına kıymetli eserler bıraktığına inanıyorum. Çok duygusal bir günümdeyim. Hem mutlu hem üzgünüm” diye konuştu.ÖYKÜ MURAT ÇELİKEnkazdan ödüle...Öykü ödülünü Eve Dönmeyen Hayvan” (Everest Yayınları) adlı kitabıyla kazanan Murat Çelik’e ödülünü Işık Kansu verdi. Çelik, ödül konuşmasında, “Bu ödülü Kadri Öztopçu’yla birlikte almayı isterdim” diyerek şöyle devam etti: “Çok mutluyum. Takdir edilmek çok güzel bir duygu. Jüriye teşekkür ediyorum, yayınevime hem emekleri hem de bu kitabı basma cesareti gösterdikleri için teşekkür ediyorum. Aslında bugün (dün) ilginç bir tarih: 12 Kasım. Düzce Depremi’nde enkazdaydık. 21 yıl sonra bugün bu tarihte ödül alıyorum.”KARİKATÜR ÖNDER ÖNERBAYToplumun ortak yarasıKarikatür dalındaki ödül Önder Önerbay’ın yapıtına verildi. Önerbay ödülünü Şükran Soner’in elinden aldı. Önerbay ödül konuşmasında, “Yunus Nadi Ödülleri, Türkiye’nin en prestijli ödüllerinden biri. Bu ödülün tek bir kazananı var. Birincisi ya da üçüncüsü yok. Bu beni daha da mutlu ediyor. Prestijli bir ödüle sahip oldum. Bu sayede karikatür adına da bir şeyler yaptığımı düşünüyorum. Karikatürün konusu “Kadın” idi. Sadece bizim toplumumuzun değil, tüm toplumların ortak yarası kadına şiddet. O kanayan yaraya parmak basmak istedim. Tercüman olmak istedim. Elimden geleni yapmaya çalıştım” dedi. Orhun Atmış

Son nefesini vermek için sergisini bekledi

Son nefesini vermek için sergisini bekledi Hangi eğilimde olursa olsun her sanatçının beslendiği kaynaktır doğa. Yaşanan çevrenin izdüşümü belleğin girişik kanallarında birikip arınarak, ayıklanarak kendini açığa vurur. Açığa vuruş ya da dışavurum. Adına imge dediğimiz büyülü biçimlerin ortaya çıkışı kolay değil. Yeni yolları denemek, kapalı kapıları zorlamak için uzun gözlem ve araştırmalara gereksinim duyulması zorunlu. Lütfü Günay’ın (d. 1924) Sevgi Sanat Galerisi’nde açılacak desen sergisini hazırlık aşamasında gezerken bir yandan da sanat kavramının tamamlayıcısı olan “sanatçı” tanımlaması üzerine sorgulamaya çağırıyor izleyenleri. Güzel Sanatlar Akademisi Zeki Kocamemi Atölyesi’nde 1944-49 yılları arasında gördüğü eğitimini “Yüksek Resim Bölümü”nde tamamlar. Atılımcı ve yenilikçi düşünceye sahip oluşu ülkemizdeki sanat alanında bir ilke imza atmasını sağlamıştır. Arkadaşı Adnan Çoker ile ilk soyut resim sergisini 1953 yılında açtılar. O günden beri sanatçının yol haritası iki yoldan ilerleyecektir. Bir yandan soyut anlayış geleneğini sürdürürken öte yandan tutkuyla bağlandığı doğa görünümleri vazgeçilmezi olur. Başta memleketi ÇanakkaleKilitbahir olmak üzere yaşadığı coğrafya tuvalinden eksilmez. Bilinen bir gerçekliği anımsamak gerek. Her sanatçı için ilk ve tek başvuru kaynağı olan doğanın gözlenmesiyle yola çıkılır. Ve bu yolculuk sanatın her evresi için mutlaka geçerlidir. Günay’ın desen sergisinde onun yaşamda yolculuğuna tanıklık ediliyor. Yarım yüzyıl gerilerden başlayarak gezilen kentler, görülen doğa parçaları anlık izlenimlerle kayıt altına alınmış. Doğası gereği hızla alınmış izlenimlerin ayıklanmış görüntüleri sanat yapıtını kurgularken izlenmesi gereken yöntemi göstermesi açısından birer ders niteliğinde. Kullanılan malzeme çeşitliliği yanında çoğu küçük ölçekli kâğıtlardaki çizimleri usta bir sanatçının yıllarıyla yoğrulmuş birikimlerini barındırıyor. Hemen ekleyelim ki sanatta ölçek konusu değil nitelik sorunu vardır. Sanatın ne olduğu konusunda düşünmek isteyenlerin buradaki desenlerle sanatçının tuvalleri arasındaki yolun nelere karşı aşıldığını görmesi bakımından iyi bir fırsat. Ne yazık ki sanatçımızı uzun süreden beri çektiği rahatsızlığı sonunda 11 Kasım gecesi yitirdik. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltraşlar Derneği’nin 1970 yılında kurucu üyelerinden olan Lütfü Günay’ın ertesi günü açılacak desen sergisini göremeden aramızdan ayrılışı sanatımız adına büyük bir eksiklik olduğu kadar acı bir rastlantı da. O artık bıkmadan betimlediği doğasına kavuştu. A. Celal Binzet

Tokyo pandemi dinlemedi

Tokyo pandemi dinlemedi Kırmızı halıda mesafeyi belirleyen şeffaf plastik panolar, üst üste takılan maskeler ve siperlikler eşliğinde gerçekleşen 33. Tokyo Uluslararası Film Festivali, pandemi döneminin seyircili yapılan en büyük sinema etkinliği olarak öne çıktı. 31 Ekim-9 Kasım arasında yani 10 gün boyunca 138 film gösterildi, sinemalarn kapasitesi yüzde 50 azaltılsa da 40 bin 500 izleyici salonlara koşturdu. Covid-19 önlemleri nedeniyle uluslararası konuklarını ağırlayamadığı için jürilerini iptal eden ve üç ayrı yarışmasını Tokyo Premiere 2020 başlığı altında toplayan festivalin bu yıl tek ödülü ise seyirciye emanetti ve Japon kadın yönetmen Akiko Ohku’nun “Hold Me Back” adlı romantik komedisi İzleyici Ödülü’nü kazandı. Filmin 30’lu yaşlarındaki yalnız genç kadın karakterinin kafasında oluşturduğu “akıldaşı” ve can dostuyla kurduğu yarenlik ilişki, kuşkusuz bu tuhaf pandemi günlerindeki izole ruh halimize pek denk düşüyor. Yönetmen Ohku mevzuyu ağırlaştırmadan, çalışan bekâr bir kadının modern Japon toplumundaki gündelik sıkışıklığını ve romantik şartlanmalarını resmediyor. Yine öne çıkan bir başka film olan kara komedi türündeki “Mr. Suzuki: A Man in God’s Country”nin sadece Japonya değil, her yerde yaşanabilecek bir temayı yani ataerkil düzendeki kadınların açmazını gündeme getirmesiyle önemli. Festivalin en önemli filmlerinden birisi ise bu küresel gerçeküstü halimize tercüman olan “Apple” (Mila) oldu. Yunan Tuhaf Dalga’sının örneklerinden sayılacak, ünlü Yorgos Lantimos’un asistan yönetmeni olarak çalışan Christos Nikou’nun ilk sinema filmi, hafıza kaybının viralleştiği bir toplumda “kendini hatırlamaya” çalışırken yeni başlangıçlar ihtimaliyle hayata tutunan bir adamın absürt hikâyesini anlatıyor. Film, Lantimos’un aksine karakterlerine şevkatle yaklaşmasıyla hoş bir değişiklik.BİZDEN ‘AF’ VARDIBizden ‘Af’ vardıUluslararası sinema yazarlarını da bu yıl “online” ağırlamak zorunda kalan festivalin Tokyo Premiere 2020’de yer almayı başaran bizden tek filmi olan “Af”ı kaçırsak da sanal sohbete yetiştik. Festivalin baş programcısı Kenji İzhizaka, dünyanın dört bir yanından gelen soruları anında genç yönetmen Cem Özay’a iletirken “yeni normallerimizin” standartları şaşırtamadı. Baskıcı bir babanın iki oğlu arasındaki yıkıcı ilişkisini anlatan film, yaşanmış bir olaydan esinlenilmiş. Yıllar önce bir set çalışanının yaşadığı olaydan çok etkilendiğini söyleyen Özay, bu ilk sinema filminin öyküsünü yıllar içinde kafasında olgunlaştırmış. Seyircinin “Habil ve Kâbil” yorumu yerine anne babaların çocukları arasında kurduğu dengesiz ilişkiden söz açmayı tercih eden yönetmen, Macit Koper gibi profesyonel oyuncuların yanı sıra başrolde amatör çocuk oyuncuları tercih etmiş. Esin Küçüktepepınar

Yeni bir ergen beraberliği

Yeni bir ergen beraberliği 20 yılı aşkın bir süredir “Sitcom”dan “Kumun Altında”ya, “Havuz”dan “Kadın İsterse”ye, “Evde”den “Genç ve Güzel”e, “Yeni Kız Arkadaşım”dan “Frantz”a dek yıllardır nerdeyse her filmini seyrettiğimiz, farklı cinsellik sorunlarıyla karışık sorunlu aile hallerinden, çatışmalı evlilik ve kadın hikâyelerine dek, dramdan komediye, vodvilden parodiye çeşitli türlere el atarak çektiği ve kendine özgü bir tarzı yakalayan, 1967 doğumlu, senarist-yönetmen François Ozon, kuşkusuz son dönem Fransız sinemasının önemli isimlerinden biri. Artık 50’li yaşların olgunluğuna da erişmiş Ozon’un son Cannes festivaline seçilmiş, Alexis ve David adlı iki ergenin eşcinsel beraberliğini hikâye eden ve bizde sessiz sedasız gösterime çıkmış yeni filmi “Ete ‘85 Yazı”, üslubu, anlatımı, temaları bakımından yönetmenin eski eserleriyle bağlantılar kuran ve öncelikle Ozon’un “yeni keşfi” iki genç oyuncusunun (özellikle de David rolündeki Benjamin Voisin’in) enerjik performanslarıyla dikkati çeken ama doğrusu meraklısını hiç de tatmin edemeyen bir film.BİR YAZ GECESİEdebiyat öğretmeninin hikâye yazmaya teşvik ettiği, kafasını ölüme takmış ama denizde oldukça acemi Alex’i (Felix...) küçük sörf teknesi suda ters dönmüşken Hızır gibi yetişerek kurtarıyor yakışıklı David (Benjamin Voisin) ve biraz tutuk Alex, onu evine götürüp denizci kocasını erkenden yitirmiş, müşfik annesiyle (Valeria Bruni Tedeschi) de tanıştıran David’e fena halde tutuluyor. Yaz mevsiminin sıcak tatil atmosferinde sıkı dost olan, sabah akşam beraber iki gencin yakınlığı, David’in bir gece Alex’e hiç bilmediği tatlı heyecanlar yaşatmasıyla giderek tutkulu bir cinsel birlikteliğe dönüşüyor. Ancak Alex’in Fransızcasını geliştirmek isteyen İngiliz kızı Kate’le (Philippine Velga) David’i tanıştırmasıyla David o karşı konmaz cazibesiyle Kate’i de baştan çıkarıveriyor bir başka yaz gecesinde de. Kate iki delikanlının arasına girince kıskançlıklar patlak veriyor ve sürat tutkunu David motosikletiyle hız yaparken kaza sonucu ölüyor, genç yaşta. Alex’in ilişkileri doruk yapmışken David’in ısrarlı üstelemeleriyle David’e söz verdiği gibi David’in mezarı üstünde dans etmesiyle sonuçlanan bu çalkantılı ergenlik dramının finalinde, ölüm ve cenazeye ilişkin kimi Yahudi adetlerine de yer vermiş François Ozon.OLMAMIŞ...Yönetmenin Alex’e yeni bir David buldurduğu beylik bir finale bağladığı “Ete 85”, bir kitaptan uyarlanmış klişe senaryosunu nispeten çekilir kılan oyuncu performanslarına, başarılı görselliğine, Rod Stewart klasiğinin öne çıktığı 1985’in tutmuş şarkılarından oluşturulmuş müziklerine, kimi anlatım becerilerine ve ustalıklı mizansenlerine karşın üretken Ozon’un artık kendini tekrarlamaya başladığını örnekleyen, kariyerinin sıradan ve baştan savma işlerinden biri izlenimi bıraktı bende özetle. En son seyrettiğimiz, rahiplerin istismarda bulunduğu çocukların hikâyelerini anlatan, o sert ama gerçekçi ve eleştirel filminden sonra bu film doğrusu hiç olmamış kariyeri açısından. Sungu Çapan

Balkançingeneleriyle bir saatlik mutluluk

Balkan çingeneleriyle bir saatlik mutluluk Hele sahneye çıkan NewYork Gips King All Stars grubunun bir üyesi sadece bu konser için bir günlüğüne NewYork’dan gelmişse bu çifte kavrulmuş haberdir. Ve hele sahneye çıktıklarında o bir günlüğüne NewYork’tan gelip çalan İsmail Lumanowski kırık bir Türkçeyle, “Geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Çünkü 7 aydır sahneye çıkmıyorduk, çok heyecanlıyız, çok mutluyuz” diyorsa haber çifte kavrulmuş kaymaklıdır! Üstelik biz salonun yarısını bile doldurmayan dinleyiciler, çok çok şanslıydık. Çünkü son dönemde 18.00 ve 20.00’de olmak üzere birer saatlik iki konser uygulaması yapılıyor ve arada salon dezenfekte ediliyor. (Ne yazık ki son önlemler çerçevesinde 65 + için düzenlenen bu 18.00 seansı da kaldırıldı) Biz ikinci grup olduğumuz için sanatçılar iyice coşmuş, sahne amirine kaçamak bakışlar atıp bis yerine iki şarkı fazladan çalmaya karar vermişse! Ama ısrarlı alkışlara dayanamayıp bir küçük bis daha yapmışlarsa, gerçekten çok şanslıydık. Şimdi diyeceksiniz ki yakalan virüse de gör şansı. Hiç bu kadar sağlıklı ortamda konser dinlemedim. HES kodlarımız alınıyor, ateşimiz ölçülüyor, sağımız solumuzda boş koltuklar, dezenfekte edilmiş bir salon, maskelerimiz takılı, mesafemiz ayarlı. Bir saat müziğimizi dinleyip itişip kakışmadan çıktıktan sonra sakınca yok. Asıl sıkıntı, yemeğe, içmeye gidip, mecburen maskeleri çıkarıp yakın oturarak konuşmakta. Müzik yazısı, pandemi yazısına dönüştü. Balkan çingene müziğinin yenilikçi ustaları diye tanımlanan grubun üyeleri İsmail Lumanowski klarnet, Tamer Pınarbaşı kanun, Burç Şensezli klavye, Panagiotis Andreou bas, Engin Günaydın davul’dan oluşuyordu ve grup bir saatte çaldıkları biribirinden hareketli, zaman zaman romantik, zaman zaman lokal müzikle, üzerimize sinen pandemi tedirginliğini, ekonomik ve siyasal krizi unutturmayı başardılar! Müzikten başka ne beklenir ki? Yazgülü Aldoğan

Çocuklar‘doğruluğun ve güvenin’izini daha iyi sürüyor

Çocuklar ‘doğruluğun ve güvenin’ izini daha iyi sürüyor Çocuk deyip geçenler dikkat. Sosyal öğrenme becerileri sanıldığından çok daha güçlü. Kendinden emin kişilerden öğrenmeyi yeğliyorlar. Üstelik bununda da yetinmeyip o kişinin kendinden emin tavrının geçmişte söylediklerinin doğruluğu ile ne denli eşleştiğinin izini de sürüyorlar. Bunu 4-5 yaşındakiler bile rahatlıkla yapıyor. Ayrıca yeni bir şeyler öğrenme konusunda, geçmişte kendilerinden aşırı düzeyde emin bir tavır sergileyen kişilerden de kaçınabiliyorlar. PLOS ONE dergisinde yayımlanan yeni bir araştırma, küçük çocukların insanları izleyerek ve karşılaştırmalar yaparak bir ölçümlemeye gittiklerini ortaya koyan türünün ilk örneği oldu. Araştırma kapsamında, yaşları 3 ile 12 arasında değişen 662 çocuğa üç aşamalı bir deney uygulandı. Çocuklara hem kimi oyuncuların kendinden emin olduklarının haklı ve haksız gerekçelere dayandırıldıkları video kayıtları hem de kimi oyuncuların kararsızlıklarının da haklı ve haksız gerekçelere dayandırıldığı kayıtlar izletildi. Ve çocuklardan kimlerden yeni sözcükler öğrenmeyi yeğlediklerini ve kimleri daha zeki bulduklarını belirtmelerini istediler. Deneylerin ardından araştırmacılar çocukların, bir kişinin kendinden emin olup olmadığını haklı gerekçelere dayandırma (kendi bilgi düzeyleriyle eşleştirme) konusunda daha atik davranabilecekleri, ancak bir kişinin sergilediği kararsızlığın da haklı bir gerekçesi olabileceğini öğrenme konusunda biraz daha zorlanabilecekleri sonucuna vardılar.İPUÇLARINA ODAKLIBunun nedeni son derece önemli. Çünkü çocuklarda beyin yanlış bilgilerden çok, ipuçlarına odaklanmak üzere programlanmış durumda. Bir başka deyişle, çocukların haklı olarak kararsız davranan kişilere güvenmeyi öğrenmeleri herhangi bir gerekçe olmaksızın kendilerinden emin davranan insanlara güvenmemeyi öğrenmelerinden çok daha güç olabiliyor. Araştırmayı yürüten British Columbia Üniversitesi ruhbilim doçentlerinden Susan Birch, “Artık çocukların başkalarından bir şeyler öğrenme konusunda sandığımızdan çok daha becerikli olduklarını biliyoruz” diyor. Birch, çocuklara özgü bu becerinin onların yanlış bilgiler edinme olasılığını azalttığına ve sonuçta en doğru bilgilere ulaşmalarına olanak tanıdığına dikkat çekiyor. İlginç bir biçimde, böylesine incelikli akıl yürütme becerilerine sahip olmalarına karşın, küçük çocukların yine de güven ve onun karşıtı olan kararsızlık kavramına sekiz yaşına geldiklerinde bileyetişkinlerden farklı bir anlayışla yaklaştıkları görülüyor. Birch, “Görünüşe bakılırsa çocuklar kararsızlığı, kendinden emin olmanın karşıtı olarak değil, farklı bir kavram olarak ele alıyorlar. Kararsızlığın ne demek olduğunu tam anlamıyla kavrayamadıklarından, bir kişinin kendinden emin olup olmadığını değerlendirmek amacıyla başvurdukları çıkarsamalar kararsızlık için geçerli olmuyor” diyor. Araştırmadan elde edilen bu veriler ışığında, uzmanlar ana babalara ve eğitmenlere yalnızca çocuklara aktardıkları bilgilere özen göstermekle kalmayıp, aynı zamanda bu bilgileri onlara nasıl aktardıklarına da önem vermelerini öneriyor ve bunun uzun erimde güvenilirliklerini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceğine dikkat çekiyorlar.Young Children Prefer to Learn from Confident People / Science Daily Özlem Yüzak

9 bin yılönceki kalıntılarda ortayaçıktı

9 bin yıl önceki kalıntılarda ortaya çıktı Kaliforniya Üniversitesi’nden Randy Haas ve ekibi bir metreden az bir derinlikte buldukları diş ve kemiklerin karbon tarihlendirmesini yaptılar. Çalışmalar sonucunda bu insan kalıntılarının yaklaşık 8 bin 700 ile 9 bin yıl önce -aralarında mızrak uçları, kasap bıçakları ve sepi bıçaklarının olduğu- 24 parçalık av donanımıyla birlikte gömülen 17-19 yaşlarında bir genç kadına ait olduğu yönünde “somut” kanıtlar elde edildi. Kazı bölgesinde bulunan doğranmış And geyiği, deve, alpakanın yabanıl bir türü olan “vicua” ve lama kalıntıları da kadının avlandığı hayvanlar konusunda birtakım ipuçları veriyordu. Kadın avcıyı özel bir durum olarak değerlendirmek yerine, “Alaska’dan Arjantin’e” en az 8 bin yıl önce av donanımıyla birlikte gömülen insan buluntularının incelendiği başka bilimsel çalışmaları da gözden geçiren Haas, kimlikleri belirlenen 27 kişinin hemen hemen yarısının kadın olduğunu gördü. Daha önceki çalışmalarda kadın iskeletlerinin yanında beklenmedik bir biçimde av araç ve gereçlerinin de yer aldığına tanık olan araştırmacılar, genelde ya buluntuların cinsiyetini yanlış belirlemiş olabileceklerini ya da onların pişirme gereçleri olduğunu düşünmüşlerdi. Ancak bu doğru değildi. Bilim insanlarını bile böyle düşünmeye yönelten unsur toplumlarda cinsiyetlerin üstlendikleri görevler konusuna kalıplaşmış önyargılar. Elde edilen bulgular karşısında kendisinin de “dehşete düştüğünü” belirten Haas, “En ileri görüşlü ve feminist bilim insanları bile kadınların genelde avcılıkla uğraşmadıkları görüşünün doğruluğuna körü körüne inanıyorlardı” diyor. Haas’ın yeni bulguları yaklaşık 5 bin yıl önce Kaliforniya’da ve yaklaşık 1500 yıl önce Moğolistan’da savaşçı kadınların yaşadığına işaret eden son kanıtlarla da örtüşüyor. Kentucky Louisville Üniversitesi kazıbilimcilerinden Ashley Smallwood da günümüzün avcı-toplayıcı topluluklarındaki cinsiyet rollerinin eski çağlarda yaşayan bu tür topluluklar için geçerli olamayacağına dikkat çekerek, “Eski çağlarda büyük hayvanları avlayan kadınları “aykırı” ya da “sapkın” kişiler olarak değerlendirmekten vazgeçmenin zamanı çoktan geldi” diyor. Rita Urgan




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter