Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Saturday, 05.03.2025, 09:01 PM (GMT)

Fransa'da genel güvenlik yasa tasarısıülke genelinde protesto edildi

Fransa'da genel güvenlik yasa tasarısı ülke genelinde protesto edildi figure > Fransa’da hükümetin tartışmalı genel güvenlik yasa tasarısı ve son aylarda yaşanan polis şiddeti ülke genelinde protesto edildi. Fransa’da hükümetin tartışmalı genel güvenlik yasa tasarı ve son aylarda yaşanan polis şiddeti ülke genelinde protesto edildi. Sendikalar, insan hakları örgütleri ve medya kuruluşlarınca çağrısı yapılan “Genel Güvenlik Yasasına Hayır” ortak eylemine önceki gün ülke çapında iki yüz binden fazla kişi katıldı. Yeni yasa, polis şiddetini yansıtan görüntülerin yayımlanmasının önlenmesini de içeriyor. Başkent Paris’te Republique (Cumhuriyet) Meydanı’nda toplanan binlerce eylemci, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u istifaya çağırdı, “Yaşasın özgürlük”, “basın özgürlüğü yoksa demokrasi yoktur” yazılı pankartlarla Bastille Meydanı’na doğru yürüdü. Bazı gruplar Merkez Bankası binasının giriş kısmını, araçları ateşe verdi. Polis eylemcilere biber gazı ve tazyikli su ile sert müdahalede bulundu. Boyun Eğmeyen Fransa Partisi Genel Başkanı Jean-Luc Melenchon da tasarıya tepki gösteren isimlerden. “Bu iktidar milletvekillerinin sahte bir parlamento girişimidir. Polise ve jandarmaya daha fazla denetim imkânı vermek hedefleniyor” dedi.MEDYA DA KATILDIÇıkan olaylarda aralarında ödüllü, AFP ve Polka dergisi için çalışan Suriyeli fotomuhabir Ameer Alhalbi’nin de olduğu çok sayıda kişinin yaralandığı belirtildi. Alhalbi’nin polis copuyla başından yaralandığı belirtildi. Polis şiddetine karşı düzenlenen bir protesto sırasında ödüllü Suriyeli serbest fotoğrafçı Ameer Alhalbi’nin yaralanmasını kınamak için Fransız medyası da protestolara katıldı. İçişleri Bakanlığı ise çıkan olaylarda 62 polisin de yaralandığını, 81 kişinin gözaltına alındığını duyurdu. Lyon’da da geniş çaplı protestolar düzenlendi. Eski Cumhurbaşkanlarından Sosyalist Parti’den François Hollande, tasarının bazı maddelerine tepki gösterdi, geri çekilmesi çağrısında bulundu.VALİ İÇİN SUÇ DUYURUSUSınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF) Genel Sekreteri Christophe Deloire ise geçen hafta mültecilerin Cumhuriyet Meydanı’nda yaptıkları eylemlerde polislerin gazetecilere sert davranmasının ve Paris Valisi Didier Lallement’nun insansız hava aracı ile göstericilerin kimliğini tespit ettirmesinin yasalara aykırı olduğunu vurguladı. Deloire, Vali Lallement hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu. Süleyman Tosunoğlu

İlk başkan Börekçizade Rıfat Efendi’den Ali Erbaş’a

İlk başkan Börekçizade Rıfat Efendi’den Ali Erbaş’a figure > Diyanet İşleri Başkanlığı, en tartışmalı devlet kurumu olma özelliğini devam ettirmektedir. Kurumun, hilafetin lağvı ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması yasalarıyla eşzamanlı olarak ihdas edilmiş olması anlamlıdır. Çok partili döneme kadar devlet aygıtı içinde dinin denetim altında tutulması işlevini sürdüren kurum, 1950’lerden sonra önemli dönüşümlere sahne olmuştur. 1961demokrasisine kadar, cumhuriyetin kurucu ideolojisi karşısında uyumlu resmi İslamı temsil eden Diyanet örgütü, İslamcılık akımının güçlenmesine koşut olarak gittikçe siyasallaşmıştır. Özellikle son iki başkanın görevde bulunduğu dönemde, siyasi iktidar ile bir devlet kurumu olarak “Diyanet” arasındaki organik ilişki iyice belirgin hale gelmiştir. PROF. DR. RIDVAN AKIN GALATASARAY ÜNİVERSİTESİCumhuriyet rejiminin dayandığı zemini belirleyen en önemli kanunlar Devrim kanunlarıdır. Bu üç kanun (429, 430, 431) radikal içerikleriyle eski rejimden kopuşu sağlayan düzenlemelerdir. 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Milli Mücadele döneminde var olan Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâletleri lağvedilmiş, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat yasası ile bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair 431 sayılı kanun ile de hilafet lağvedilmiştir. Bu yasalar günümüz İslamcı çevrelerde nefretle anılan düzenlemelerdir. Ama kanımca asıl bundan sonra Cumhuriyet Devrimi’nin gerçek konsolidasyonu başlamıştır. Milli Kurtuluş Savaşı başladığında, İstanbul’daki Şeyhülislamlık makamı ve Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin hükümet içindeki işlevini görmek üzere Ankara’da Şeriye Vekâleti kurularak İcra Vekilleri Heyeti’ne (Hükümete) alındı. Cumhuriyet’in ilanı, başlangıçta ne İcra Vekilleri içinde yer alan Şeriye vekilinin konumunda ne de Birinci Meclis tarafından 1922’de Hilafet makamına seçilen Abdülmecid Efendi’nin konumunda bir değişikliğe yol açmıştı. Asıl devrimci değişiklikler, 1924 Mart-Nisan aylarında gerçekleşti. Bunlar ‘Devrim Kanunları ve 1924 Anayasası’dır. 429 sayılı yasa, din işleri örgütünü siyaset alanından çıkararak siyasi otoritenin emrine verdi. Şeriye Vekâleti yerine, başvekilin inha cumhurbaşkanının ise tasdik ettiği bir makam olarak Diyanet İşleri Reisliği ihdas edildi.RIFAT BÖREKÇİ DÖNEMİBence Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurma kararının iki yönü vardır: Din gibi bir alanı devletten özerk bir kurum olarak düşünememesi veya belki de bunu bir risk olarak görmesi birinci nedendir. İkincisi ise Osmanlı resmi ideolojisi olan Sünni İslamı bir Türk İslamı haline dönüştürmeyi hatta, Türk Ulus Devleti’nin bir “rüknü” olarak tasavvur etmiş olmasıdır. Ama kanımca gerçek neden Türk tarihinin en büyük devrimcisinin bile bürokratik devlet geleneğinin “kodlarının” bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkmış olmasıydı. Rıfat Börekçi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, din ve din adamı telakkisi büyük ölçüde bu düşüncelerimi teyit eder niteliktedir. Türk laikliği, İslamı Arap öğelerinden tamamen arındırarak, bir Türk-İslamı yaratmak istemiştir.TEK PARTİ DÖNEMİErken dönem Cumhuriyet laikliğinin bir Türk-İslamı inşa ederek, Arap kültür-din dairesinden kopmak amacının var olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. 1932’de Türkçe ezan, 1934’te Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, 1941’de Türk Ceza Kanunu’nda Türkçe ezan ve kamet zorunluluğunu ihlal edenlere (Arapça yasağı) 3 ay hapis cezası getiren bir madde eklenmesi gibi... Bir başka boyut da din eğitimi konusudur. Bir dönem ilahiyat fakültesi ve imam hatip okullarının da kapatılmasından sonra, İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü dışında din eğitim ve öğretimi ile ilgili hiçbir kurumun kalmadığını belirtmek gerekir. İzinsiz din eğitiminin şiddetle takibi, gayri müslim yurttaşları da etkilemiş, örneğin Yahudilerin çocuklarına evlerinde İbranice eğitim vermeleri kovuşturmaya konu olmuş, Türkiye’de yaşayan ama Türk vatandaşı olmayan rahipler ceza kovuşturmasına uğramıştır. Yine Alevilerin Osmanlı’dan beri yarı gizli sürdürdükleri cem ayinleri Cumhuriyet döneminde de yasadışı bir dini faaliyet olarak algılanmıştır.KATI UYGULAMALARDAN VAZGEÇİLMESİBu alanda ilk emareler, Şerafeddin Yaltkaya’nın vefatından sonra, Diyanet’in başına getirilen Ahmet Hamdi Akseki döneminde başlamıştır. Bu emareler sırasıyla, hacca gidenlere döviz tahsisi ve izin verilmesi (1947) ilahiyat fakültesinin tekrar açılması ve ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında seçmeli din dersine izin verilmesi gibi kararlardır. (1949) En önemli adım ise, CHP’nin 1950 seçimlerinden (iktidardan düşmeden) önce 29.4.1950 tarihli 5634 sayılı yeni bir Diyanet Teşkilatı yasası çıkarmış olmasıdır. Bu yasa ile Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiş bulunan imam hatip ve kürsü vaizliği kadroları Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmıştır.ÇOK PARTİLİ DÖNEMAtatürk döneminin Diyanet İşleri Başkanı Börekçizade Rıfat Efendi’nin vefatından sonra Milli Şef İnönü bu göreve sırasıyla M. Şerefeddin Yaltkaya ve A. Hamdi Akseki’yi getirdi. Her ikisi de tek parti yönetiminin din telakkisi ile uyumlu bir çizgi izlediler. Demokrat Parti’nin başkanlığa getirdiği Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Halk Fırkası grubunda tam bir cumhuriyetçi portre çizmiş görünüyor. Her ne kadar, DP dönemi, Ticanilik, Süleymancılık ve Said-i Nursi ile popülist kaygılarla temasın olduğu bir dönem olduysa da tarikatların “Resmi İslam”a nüfuz etmelerine izin verilmemiştir. Bunda DP yöneticilerinin CHP’den “çıkma” olmalarının önemi vardır düşüncesindeyim.27 MAYIS SONRASIMilli Birlik Komitesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na, din kurumu üzerinde kendi anlayışlarına uygun bir simayı getirdi. Bu isim İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Bilmen 1943’ten beri İstanbul müftüsü ve çok tanınmış bir din alimi idi. Bununla birlikte 27 Mayıs yönetiminin radikal kanadı İnkilap Mahkemeleri, kültür ve eğitim reformu, korporatif nitelikli bazı kurullarla toplumu örgütleme planlarının yanı sıra, tek parti radikalizminin nostaljisi ile ezanın ve ibadetin Türkçeleştirilmesi, dinde reform gibi söylemleri gündeme getirmek istedi. Bu gelişmeler, siyasi irade karşısında daima “muti olan” Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın emekliliğini istemesi ile sonuçlandı. Bu talebin gerçekte bir istifa olarak değerlendirilmesi daha doğru olur.GERÇEKER’İN BAŞKANLIĞIİnönü’nün 1964’te göreve getirdiği Mehmet Tevfik Gerçeker’in babası TBMM’nin birinci döneminde Şeriye vekili olan Karacabey müftüsü Mustafa Fehmi Efendi’dir. Gerçeker, Yüce Divan ve Danıştay üyeliği yapmış 1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra Danıştay Genel Kurulu tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmiştir. AYM’den yaş haddinden emekli olduktan sonra, İnönü’nün son koalisyon hükümeti devrinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmesi, kuruma İnönü bakışını açıklar niteliktedir.AP’NİN DİYANET POLİTİKASIAP’nin 1965 seçimlerini kazanıp tek başına iktidara gelmesinden sonra, göreve gelen bütün Diyanet İşleri başkanlarının görev sürelerinin kısalığı, başkanlığın parti politikalarının etki alanına girdiğini gösterir. Bunlar içinde AP’nin göreve getirdiği üçüncü Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın daha sonra, MSP, RP, AKP gibi İslamcı partilerin seçkinleri içinde yer alması, İslamcılığın AP iktidarı eliyle, Diyanet içinde önce nüfuz alanını sonra, hegemonyayı ele geçirdiğini gösterir niteliktedir.70’LERİN KAOS ORTAMI1977’de Ecevit’in Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı’na getireceği Dr. Lütfi Doğan’ın önemli bir özelliği var. Dr. Doğan, 12 Mart Ara Rejimi döneminde göreve getirilmişti. Selefi Lütfü Doğan ise 1968’de Adalet Partisi iktidarı tarafından başkanlığa atanmıştı. Ara rejim hükümetleri kendi anlayışlarını yakın bulmadıkları Lütfi Doğan’ı tebdil etmiş olmalıdırlar. Dr. Lütfi Doğan ise Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerine kadar tutucu-İslamcı çevrelerin dışında bir çizgi ile başkanlık görevini sürdürdü.İKİ DENGE ADAMITayyar Altıkulaç’ın İslamcı çevrelerden ziyade Adalet Partisi’ne ve Demirel’e yakın olduğunu ifade etmek gerekir. Bir denge adamı olduğunu gösteren en önemli karine, 12 Eylül Ara Rejimi döneminde yerini korumuş olmasıdır. Aynı yargıyı Mehmet Nuri Yılmaz için de söylemek mümkündür. O da Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde başkanlık görevini sürdürmüştür. Devletin kurucu ideolojisiyle çatışmaktan kaçınan bir anlayışa sahipti.İSLAMCILIK ANLAYIŞIDiyanet Teşkilatı’nın İslamcılığın etki alanına girişi Turgut Özal’ın başbakanlığı ve ANAP iktidarı dönemine tekabül eder. Özal, Nakşibendi tarikatıyla yakın ilişkileri olan bir siyasi kimlikti. Özal’ın, Tayyar Altıkulaç’ın yerine Prof. Mustafa Said Yazıcıoğlu’nu getirmesi İslamcı kadroların Diyanet’i ele geçirme yolundaki ilk hamle sayılmalıdır. Yazıcıoğlu, halen aktif olarak AKP’de siyaset yapmaktadır.AKP İKTİDARIAKP’nin ilk iktidar döneminde, her alanda olduğu gibi, Diyanet yönetimi alanında da temkinli başladığı açıktır. Bu dönemde tam angaje bir Diyanet İşleri Başkanı atayamamasının iki nedeni vardır: Birincisi Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olması, ikincisi de kamuoyunu tedirgin edecek nitelikte atamalardan kaçınma siyaseti. Ali Bardakoğlu, AKP’nin göreve getirdiği ilk başkandır. AKP dışında olmamakla birlikte, siyasetten sakınma çizgisini görevi boyunca sürdürdü.DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜTürkiye, AKP iktidarının ikinci döneminden itibaren ciddi bir dönüşüm sürecine girmiş olup bu süreç hâlâ devam etmektedir. 2002’den beri iktidarda bulunan AKP’nin 2007 sonrasındaki hamlelerini bir siyasi partinin olağan icraatları olarak yorumlamak zordur. Türkiye, bir taraftan gittikçe kapitalistleşip, çarpık da olsa kentlileşirken bununla koşut olarak taşrada İslami sermayenin (özellikle tarım ve ticaret sermayesi) toplumun diğer kesimleriyle (proletarya ve köylüler) din üzerinden bir diyalog kurmakta oldukça başarılı olduğu gözlemlendi. İslamcı burjuvazi ve onun partisi, ideolojisi “din” olan bir örgütlenme ve kadrolarını devşirme siyaseti yürürlüğe koydu ve burada büyük bir başarı sağladı. Sonuç itibarıyla, AKP iktidarının meşrulaştırılması ve siyasal gücün “konsolidasyonu” Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütülmektedir. “Eski resmi devlet ideolojisi” laikliğe alternatif ideolojinin üretimi, yaygınlaştırılması ve pekiştirilmesi alt, orta ve yüksek bürokratik kadrolarıyla Diyanet örgütü aracılığıyla yürütülmektedir. Laiklik, Cumhuriyet tarihi boyunca elinde tuttuğu resmi üstünlüğünü kaybetmiş, din fiilende facto henüz de jure değil yeni hegemonyanın ideolojisi oldu.MEHMET GÖRMEZ VE ALİ ERBAŞSon 10 yılda, Diyanet İşleri Başkanlığı iktidar partisinin egemenliğinde, “yeni devletin” ideolojik hegemonya aygıtına dönüştürüldü. Sonuç olarak, Diyanet İşleri örgütünün “yeni devletin” en güçlü ideolojik aygıtı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.SONUÇLARKURULUŞ AMACINDAN BAŞKA BİR NOKTADATürk devrimi önderliğinin, dini denetim altında tutma ve Türk ulus devletinin pekiştirilmesinde işlevsel bir kurum olarak tasavvur ettiği Diyanet İşler Başkanlığı, kuruluş amaçlarından bambaşka bir noktada bulunmaktadır. Kamusal alandaki görüntüsüyle Başkan, adeta meşrutiyet döneminin şeyhülislamı rolünü üstlenmiş görünüyor. Bu durum, anayasa, kuruluş ve görev yasaları ile bariz bir şekilde çelişmektedir. Ayasofya’nın “Cumhuriyet hukukuna” aykırı bir kararla Diyanet’e devredilmesi, Başkan’ın hutbeye kılıç ile çıkması, minberin hilafet sancaklarıyla donatılması, anayasal düzenle ve devrim kanunlarıyla açıkça çelişmektedir.BÜYÜYEN BÜROKRASİBilindiği üzere, AKP iktidarı döneminde, devlet kurumlarının hemen hepsi yürütme lehine güç kaybetmiş ve gerilemiştir. Buna karşılık 2002 sonrası, “çıtayı en çok yükselten” kurum Diyanet örgütüdür. Örgüt, 130 bin personeli ile iktidarın en çok kolladığı ve organik ilişki içinde bulunduğu bir kuruma dönüşmüş; Başkan, devletin değil, siyasi iktidarın dinsel politikalarından sorumlu bir aktör rolünü oynar hale gelmiştir. Diyanet, gittikçe büyüyen bürokrasisi ile kamu harcamaları bütçesinden pek çok önemli bakanlıktan daha fazla tahsisat almaktadır. Bu durumu, yurttaşların din hizmeti alma ihtiyaçlarının artması ile ilgili olduğunu ileri sürmek mümkün değildir.HER ŞEYE KARŞI...Diyanet teşkilatı, toplumdaki bütün muhalif siyasal partilere, statüko karşıtı eğilimlere, özellikle sol, sosyalist, feminist, yeşiller hatta liberal her türlü düşünce ve siyasal akıma karşı “pozisyon” almaktadır. Kanımca, Diyanet’in fetvaları da kuruluş ve görev kanununa aykırıdır. Laik hukuk açısından son derece sakıncalı olan bu durumun, iktidar dışındaki sağ partiler tarafından olağan karşılanması, muhalif kanat açısından ise kanıksanması endişe vericidir. Bu haliyle kurum, demokratik siyasal hayatın, çoğulculuğun, serbest düşüncenin önünde ciddi bir engele dönüşmüştür. Daha açık bir ifade ile Diyanet İşleri, demokratik, çoğulcu siyasal hayatı kısıtlayıcı, teokratik-otoriter bir yapının inşasına hizmet eden bir örgüte dönüşmüştür.AYRICALIKLI OLMAMALITürkiye’nin seküler güçleri, diyanet işlerine yönelik “alternatif bir politika” ortaya koymak zorundadır. Türkiye, diyanet ve kamusal hayattta dinin yerini çoğulcu demokratik bir platformda tartışıp çözmeden gerçek hürriyetçi rejimi yaşayamaz, güçlendiremez. Bunun en akılcı yolu, Diyanet’in “genel idare” içinde yer alan ayrıcalıklı bir kamu kurumu olmaktan çıkarılmasıdır. Dinin, diğer düşünceler karşısında “özel himaye görmeme” durumu, kurulacak gerçek laikliğin ve sağlam bir demokrasinin, hür düşüncenin, açık toplum ve açık rejimin teminatı olacaktır. cumhuriyet.com.tr

AKP’nin kurucularından CHP MilletvekiliŞener:‘Elim kırılsaydıda Erdoğan’a oy vermeseydim’diyenler var

AKP’nin kurucularından CHP Milletvekili Şener: ‘Elim kırılsaydı da Erdoğan’a oy vermeseydim’ diyenler var figure > Halen CHP Konya milletvekili olan Abdüllatif Şener, AKP’nin beş kurucu üyesinden biri. Hükümette devlet bakanı ve ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görev yaptı. “Özelleştirme bana bağlıydı, akçeli işlerde özelleştirmeyle ilgili bazı yönlendirmeler yapılıyordu ve yolsuzluklar vardı. Aramız açıldı. ‘Alın sizin olsun, bana gelmeyin’ dedim” çıkışıyla partisinden ilk kopuşa imza atan isim oldu. Son olarak Albayrak ile Arınç’ın istifası ve özellikle de kasasında 16.2 milyar TL nakit varlığı bulunan Borsa İstanbul, İstinyePark gibi Katar’a yapılan satışlar büyük tartışmalara yol açtı, bize de Şener’e sormak kaldı.. - Birinin varlığı, Erdoğan’ın varlığını tehdit ettiği zaman bütün kabahatleri onun üzerinde bırakır. Berat Albayrak’ın varlığı nedeniyle böyle bir durum ortaya çıkmış olabilir.- Kemal Unakıtan ne yaptıysa Sayın Erdoğan’ın talimatı üzerine yaptı. Kamuoyunda çok yıprandı. Artık taşıyamayacak gibi olunca, bütün kabahatli oymuş gibi dışarı bıraktı.- 17-25 Aralık’ta dört bakan yolsuzluklarla anıldı, biri “Kendiliğimden bir şey yapmadım. Ne yaptıysam başbakan istediği için yaptım” dedi, o dört bakanı yıpranmışlığıyla bıraktı.- İstifada sadece koltuğunuzu bırakmıyorsunuz.. sosyal çevrenizi bırakıyorsunuz. Yeri geliyor, cenazenize katılacak olmuyor, düğününüze davet edecek kimseyi bulamıyorsunuz.- Sayın Erdoğan hukuk ve ekonomi reformundan bahsedince, Arınç durumdan vazife çıkararak puan alacağını düşündü. Şunu göremedi: Bir gün başka, ertesi gün başka şey söylüyor!- MHP tabanının çok önemli kesimi sayın Erdoğan’ın siyaset biçiminden hoşlanmıyor. O kadar çok “Elim kırılsaydı da oy vermeseydim” diyen var ki. Yıllarca desteklemiş, pişman… - MHP’nin Erdoğan’a mecbur olduğunu düşünmüyorum. Ama Erdoğan’ın MHP’ye mecbur olduğunu düşünüyorum, MHP seçmenini gözden çıkararak geliştirebildiği hiçbir alternatif yok. - Artık Erdoğan hükümetlerinin, ne ekonomi ne hukuk reformu yapma kabiliyeti kalmıştır. Bu hükümet o kadar çok kanunsuzlukla yoluna devam ediyor ki Türkiye şeffaf olamaz bir kere./Archive/2020/11/30/024659332-abdullatif-sener-27112020-14.jpg- AK Parti’nin kurucu fotoğrafına bakıyorum: Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Ali Babacan, Bülent Arınç ve siz… 2007’de bu fotoğrafta “trenden inen”lerin başında geliyorsunuz… Kırılma noktanız neydi?Belli bir umutla Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurmuştuk. O sırada partinin programını hazırlama görevi bendeydi. Program çalışmaları 4-5 ayrı komisyondan geçti. Her seferinde komisyon üyeleri değişiyordu ama komisyon başkanı olarak ben değişmez isimdim. Çağdaş, demokratik değerlere vurgu yapan bir program hazırladık. Ve bu çizgide bir siyaset bekliyorduk. Özellikle “3Y” vurgusu önemliydi. Erdoğan’ın Siirt’ten 2003 Mart seçimlerinde milletvekili seçilip başbakan olması hem partinin, hem hükümetin başında bulunması sonrasında en azından benim idealize ettiğim siyasetin gerçekleşmeyeceğiyle ilgili kesin kanaatler belirdi. Bunlar derinleşti. Aslında partiyi bırakmayı çok daha erken tarihlerde kararlaştırmıştım. Erdoğan ile aramızda hiç kırıcı bir şey geçmedi. Bana hayatım boyunca en nazik davranan insanlardan biri odur. Terslik yaptığım, istediklerini yapmadığım çok oldu. Her seferinde basın “Bakanlar Kurulu’nda kavga edecekler” diye kurulun bitmesini bekledi, fakat benim oluşturduğum gerginliklerde bile o daha alttan, yumuşak cümlelerle hitap etti bana.- Yani?Olay bana karşı iyi davranması değildi. Bir Türkiye idealim var, bir siyaset anlayışım var; bunu orada bulacağımı umut etmişim ama iş farklı gidiyor. Çok önceden bırakma kararı vermeme rağmen tarihini de “bazı etik değerlere uygun düşsün” diye seçim zamanına getirdim, çünkü size oy veren seçmen, size bir şey emanet etmiş. Verdiği vekâlet dönemini yarıda kesip ben yokum diye ortaya çıktığınızda sorgular diye düşündüm. İnsanlar bırakma işini kolay zannederler…- Değil midir?Çok zor bir şeydir. Sadece koltuğunuzu, unvanlarınızı bırakmıyorsunuz. Bütün sosyal çevrenizi bırakıyorsunuz. Yeri geliyor, cenazenize katılacak insan olmuyor. Yeri geliyor, düğününüze davet edecek kimseyi bulamıyorsunuz. Ömrünüzü o sosyal çevreye harcamışsınız ve ben burada yokum dediğinizden itibaren, hele ki eleştirmeye de başlamışsanız bütün dostlarınız sizden uzaklaşıyorlar. - Size de öyle mi oldu?Evet, elbette. Bütün bu riskleri göğüsleyerek hayır diyorsunuz. - Bugün ‘hayır’ diyemeyenler bundan mı korkuyor?Hayır değil. Benim gördüğüm kadarıyla insanlar çıkarlarına çok düşkünler. Sizden etik davranış bekleyenler bile incir çekirdeğini doldurmayan çıkarlarını karşılamadığınız zaman aleyhinize dönüyorlar. Bazı şeyleri 60 yaşına geldikten sonra öğrendim. Bir yandan iyi mücadele ettiğim için beni takdir ediyorlar, sonra da “Senin orada tanıdıkların vardır, bizim şu işi bakanlıktan halleder misin” diyorlar. İnsanlar böyle, politikacılar da böyle… Çıkarlarından vazgeçmiyorlar. Ben eskiden insanların dini olur, inancı olur, çizgisini ona göre belirler veya ideolojisi olur, hayatını ona göre belirler diye düşünürdüm. Meğer büyük oranda insanların çıkarları varmış, o çıkarlarına hizmet ettiğin zaman dini ya da ideolojisi bir anlam ifade edermiş. Dolayısıyla diğer AKP’den kopan arkadaşlarla ilgili bir değerlendirme yapmak istemiyorum ama benim kopuşum, hiçbirinin kopuşuyla benzemiyor. /Archive/2020/11/30/024536911-abdullah-gul-ali-babacan-ve-abdullatif-sener-erdoganin-kurtlar-sofrasi-fotografi-sosyal-medyada-gundem-oldu-ejj9.jpg- Ne fark var?Ben ilkesel olarak baktım ve yanlış gittiğine karar verdim…- Onlar da öyle diyor efendim…Kimseyi sorgulamak istemiyorum. Ben milletvekiliydim, başbakan yardımcısıydım, siyasi protokolde üçüncü sıradaydım. O konumdayken bıraktım… Bırakacağım dediğim zaman Erdoğan’a baş başa söyledim. Bir akşam Başbakanlık’taki bir toplantıdan sonra Abdullah Gül’ü de çağırdı ve beni ikna etmek için uğraştı adaylık için. Erdoğan beni kapıya kadar kendisi yolcu etti. Hem devlet, hem parti unvanları üzerimdeyken, aniden bir kızgınlık göstermeden, önceden haber vererek ve partinin en önemli toplantısına katılıp istifa ettim. Yani partinin içine girecek konumda değilken, bütün sıfatlar üzerinizden düştükten sonra bırakmış olmak başka, benim konumum ayrı. Üstelik ben yanlış bulduklarımı başbakan yardımcısıyken de söyledim. Özelleştirme nedeniyle Başbakan Erdoğan bana iki ay küstü. Telekom’un özelleştirmesine karşı çıktım, Galataport projesi ihalesini doğru bulmadığım için işlemi iptal ettim.- Kısa bir süre önce Berat Albayrak, bir anda görevinden istifa etti, hem de sosyal medya üzerinden… Bu istifayı bekliyor muydunuz?Hayır, beklemiyordum. - Sizi şaşırttı yani…Siyasette hiçbir şey beni şaşırtmaz, yine de beklemiyordum. Erdoğan’ın hiçbir zaman Berat Albayrak’tan vazgeçemeyeceği gibi bir kanaatim vardı, çünkü ülkenin tüm parasını aile olarak yönetiyorlardı. Aile ekonomisi gibi bir hal almıştı. Kendisi hükümetin başında, birtakım bakanlara havale ettiği işlerin tepesinde zaten. Ama Maliye’yi, Hazine’yi, Türkiye Varlık Fonu’nu tüm hükümetin parayla bağlantılı işlerini damadına vermişti ve bu yapıyı değiştirmesini beklemiyordum fakat Erdoğan’ın şöyle bir özelliği vardır. Birinin varlığı, kendi varlığını tehdit ettiği zaman bütün kabahatleri onun üzerinde bırakır. Bunu vaktiyle Kemal Unakıtan’da gördük. Kemal Unakıtan ne yaptıysa Sayın Erdoğan’ın talimatı üzerine yaptı, ama kamuoyunda özelleştirmeler nedeniyle çok yıprandı. Artık onu taşıyamayacak gibi olunca, bütün kabahatli oymuş gibi dışarı bıraktı. 17-25 Aralık’ta dört bakan yolsuzluklarla anıldı, bakanın biri “Ben kendiliğimden hiçbir şey yapmadım. Ne yaptıysam başbakan istediği için yaptım” dedi, buna rağmen o dört bakanı yıpranmışlığıyla dışarıda bıraktı. Muhtemeldir ki Berat Albayrak’ın varlığı nedeniyle de kendi varlığını tehdit eden bir durum ortaya çıktı ve ona “seni görevden alacağız ya da görev değişikliği yapacağız” demiş olabilir. Bu bir politikacı için çok kırıcı bir şeydir. Birini alıp, minarenin tepesine çıkarıyorsunuz, sonra oradan aşağı atıyorsunuz. Her tarafı kırık, yara bere içindedir. O da buna itiraz etmiş ve sert tartışmalar çıkmış, istifa etmiş olabilir. Hiç görünmemesi aklıma başka şeyler getiriyor ancak bunları nezaketen söyleyemeyeceğim. - Özel konular olduğu için girmek istemiyorsunuz, doğru mu anlıyorum?Hayır, özel konular değil de, niye hiç görüntü vermiyor? Berat Albayrak damadıdır, torunlarının babasıdır, kızının kocasıdır, buna rağmen bu kadar kopuk bir istifa bir birikimin değil, ani bir olayın ortaya çıktığını düşündürtüyor bana. - Merkez Bankası’nın başına Naci Ağbal’ın getirilmesinde anlaşamadıkları söylendi…Bu tip şeyler hükümet içinde her zaman olabilir. Hatta sayın Erdoğan’ın şöyle bir huyu vardır: Kime yetki verirse, onu aşağılardan birine bazen tokatlattırır ki, gücün kendisinde olduğunu hissetsinler diye. Onun bir yönetim biçimidir bu. Etrafındaki insanların buna alışmış olması lazım. Bu tip bir şey vuku bulduysa bile istifa sebebi değildir. Sebep, çözemediğimiz başka konulardır ve ucunda mutlaka Erdoğan’ın varlığını tehdit eden bir şeyler olmalı. - Kemal Unakıtan ile ilgili bir örnek verdiniz. Bülent Arınç’ın sözlerini bu anlamda değerlendirir misiniz?Cumhurbaşkanı’ndan bağımsız söyleyip söylemediği çok tartışıldı…Sayın Erdoğan’ın ikinci bir özelliğini söyleyeyim: Partideki isimleri sürekli değiştiriyor. Yani partinin ve iktidar döneminin hafızasında kendisinden başka kalıcı kimsenin olmasını istemiyor, çünkü bu, kendi varlığına risk oluşturabilir. Hatta bırakacak olsa bile bıraktıktan sonra partiyi dizayn etmek ister. Popüler olan isimleri kenara alıyor, ama bunun Berat Albayrak için söylemiyorum. Bülent Arınç’ın işi zaten daha önceden bitmişti. Verdiği görev önemli bir görev sayılmaz. Sayın Erdoğan hem partiden uzaklaştırır, kenara atar, hem de attıklarından çok az bir kısmını, diyelim yüzde beşini bir süre sonra tekrar önemli yerlere getirir. Partide daha önce önemli yerlerde bulunmuş, dışarıda kalmış yüzde 95, “Bir gün bana da bu şans döner” diye umut eder. Onlar da iktidarda kalmanın isteği ve iştahıyla partiden kopamazlar ama Bülent Arınç, bu konuda da bence Erdoğan açısından işi bitmiş bir siyasi figürdü. Arınç, bana kalırsa Erdoğan’ın görevlendirmesiyle böyle bir açıklama yapmadı. - Ne oldu peki?Sayın Erdoğan hukuk ve ekonomi reformundan bahsedince, Arınç durumdan vazife çıkararak atak geliştirdiğini ve puan alacağını düşündü. Halbuki şunu göremedi: Sayın Erdoğan her şeyi söylüyor, bir gün başka, ertesi gün başka bir şey söylüyor. Çok iddialı kavramlar kullanıyor, hiçbir zaman altını da doldurmuyor. Erdoğan, kendisine yönelik kişiliğini incitecek açıklamalar yaptı ve Arınç istifa etmek durumunda kaldı, ama dikkat ediyor musunuz hâlâ partiden istifa edemiyor. - Bunu neye bağlıyorsunuz?Dediğim gibi insanlar her şeye rağmen iktidarın içinde olmayı dünya çıkarları için gerekli görüyorlar. KATAR SERMAYESİNİN GİZLİ ORTAKLARI MI VAR?- Borsa İstanbul’un yüzde 10 hissesinin Katar’a satılmasını nasıl karşılıyorsunuz? Türkiye için ne anlama geliyor?Artık hesap vermeyen bir hükümet var. Şeffaf değil. Bu dönemde nelerin yapıldığını kimse hayal bile edemez. Öyle bir çark var ki, bu çarkın dönüşünü kurgulamaya çalışanlar bile sadece küçük bir kısmını yakalayabiliyor. Yeterli açıklama yapılmadığı için inceleyemiyoruz fakat Katar sermayesi dediğiniz zaman ben biraz ihtiyatla bakıyorum. Bu neyin nesidir, Türkiye’ye Katar bağlantılı giren sermayenin, paraların, kaynakların gizli ortakları mı var, kimler olabilir? Bunları bilmiyoruz. Bakıyorsunuz Borsa İstanbul, İstinyePark’ın önemli bir hissesi, Antalya Limanı… Pakette birçok şey var…- Bir Alman, İngiliz sermayesi geldiğinde neden bunu düşünmüyoruz. Yani Katar sermayesine ihtiyatlı yaklaşmanızın sebebi olmalı?..Bakın, eğer bu ülkenin cumhurbaşkanı “500 milyon dolarlık bir uçağı Katar bana hediye etti” diyorsa, Katar sermayesine soru işareti koyacaksınız. Savunma sanayiine giriyor, uçak hediye ediyor, bunun adı hediye midir, o ayrı konu… Birçok şey Katar sermayesine satılıyor. Alınan paranın 300 milyon dolar olduğu gibi bir rivayet var. Hediye edilen uçağın değerinden daha az bir parayla bu kadar çok şey nasıl verilmiş, bunu bilmiyorum. İncelenmesi lazım. - Çok stratejik bir kuruluş olan Türkiye Varlık Fonu’nda Albayrak’ın yerine yine Kartal İmam Hatip Lisesi’nden bir ismin, Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi Başkanı Ahmet Burak Dağlıoğlu’nun atanması da tartışma yarattı…Kartal İmam Hatip, biliyorsunuz çocuklarının okuduğu yer. Oradan bir çevre edinmişler. O çevreyi de dediğim gibi kendilerine bağlı, güvenilir hissediyorlar. Kadro seçileceği zaman Erdoğan’ın kafasında liyakat diye bir kavram olmadığı için, talimatlarını yerine getireceği kişilere bakıyor. Ona baktığı zaman bu çevredeki bağlılık göstergelerini atama için yeterli şart olarak görüyor. Bir ara THY’de oradan mezun ne kadar kişi var diye bir liste dolaşıyordu, ben korktum. Türkiye’de başka okul mu yok… ERDOĞAN HÜKÜMETİNİN REFORM KABİLİYETİ KALMADI- Reform çıkışlarının ABD’de başkan değişikliğiyle ya da AB’nin yaptırım hazırlığıyla bir ilgisi var mı?Artık Erdoğan hükümetlerinin ne ekonomi ne hukuk reformu yapma kabiliyeti kalmıştır. Türkiye’nin ekonomi ve hukuk reformuna ihtiyacı vardır, bu ihtiyacın karşılanması ancak ve ancak Erdoğan hükümetleri döneminin bitmesiyle mümkündür. Bir kere bu hükümet o kadar çok kanunsuzluk, hukuk dışılıkla yoluna devam ediyor ki, Türkiye şeffaf olamaz bir kere. Hesap verebilirliği kabul edemez. Nasıl reform yapacaksınız? İkincisi sayın Erdoğan’ın bundan sonra daha çok seçime odaklı olacağını düşünüyorum. Önümüzdeki seçimler önemli. Ekonominin gidişatı kendi oyuyla seçim almasını mümkün kılmıyor. Böyle bir ortamda ister istemez ortağını yanında tutma ihtiyacı var. Bu nedenle de oradan gelen taleplerle çelişmemeye çalışıyor. Bu sürecin ABD seçimleriyle ilgisi olabilir mi; elbette dış dünyada meydana gelen değişiklikler, iç dinamiklerle birlikte hükümet edenlerin pozisyonlarında etkiler meydana getirir. Biliyorsunuz ABD’de ailenin mal varlığı ve Halkbank davasıyla bağlantılı dosyalar vardı. Trump ile kurduğu özel ilişki yoluyla bu dosyaların askıda kalmasını sağlamıştı. Hangi tavizleri verdi, bu noktaya nasıl geldi, bilmiyoruz. Her tarafa yüksek perdeden konuşan Erdoğan, Trump’ın hakaretlerini duymazdan geldi. Şimdi bir iktidar değişiyor. Durdurduğu dosyalar var Erdoğan’ın. Tekrar mesai harcayacak. Ne taviz verecek, hangi atakları geliştirecek, bunu bilmiyoruz ama önünde zor bir süreç var. - Ortağı MHP ile birlikte Batı söylemini tutturması mümkün mü? Bir kere MHP’den öte Erdoğan, yapbozlarla yürüyen bir siyasetçi. Bir şeyi önceden planlayıp, stratejisini ona göre belirleyip, satrancın taşlarını ona göre oynayan bir insan değil. Bunu beceremiyor da… Onun yönetim biçimi şöyledir: Bilyeleri saçar, sonra dizip tasnif etmeye başlar. Yapbozlar her zaman ülkeye bedel yüklüyor. Bakın bir Merkez Bankası başkanını faizleri yükseltti diye düşürdü, ondan sonra geleni faizi düşüreceksin diye görevlendirdi, en son atadığı Merkez Bankası Başkanı’na da faizleri yükselt diye görev verdi. Ne oldu? Hem faizler, hem dolar kuru arttı. Dış politikada da bu işler böyle… Hollanda’yla niye kavga ettiydin diye sorsan, belki kendi bile hatırlamaz. Yapbozların tekrar düzelteceğiniz zaman size ve ülkenize maliyetleriniz vardır. İLK ONLAR TERK EDECEK- Gelinen noktada, “AK Partililerin çoğunluğu kendilerini, müttefikleri olan Bahçeli’ye daha yakın hissediyor” tespitine katılır mısınız? Bir de tabanların birleştiğini düşünenler var. İlk milletvekili olduğum andan itibaren, seçim bölgemin kırsal alanı genişti, köylerde, kasabalarda dolaşıyorum. Bakıyorum işte o zaman Refah var, MHP, DYP, ANAP var. İnsanların hepsinin siyasete bakışı aynı. Ama hepsi başka partiden. Bunu yaşamış biri olarak, şimdi seçmenlerin birbirine yakınlığı dediğiniz zaman, zaten hiçbir seçmenin o partinin tapulu malı olmadığını bilmek lazım. İnsanların siyasetten beklentileri var, duygusal bağlar var. Yer değiştirebilir. Uzun süredir aynı ittifak çatısı altında olmak da bazı yakınlaşmaları sağlamış olmakla birlikte, ben biliyorum ki MHP tabanının çok önemli bir kesimi sayın Erdoğan’ın siyaset biçiminden hoşlanmıyor. O kadar çok insana rastlıyorum ki, “Elim kırılsaydı da Erdoğan’a oy vermeseydim” diyen. Yıllarca peşinden gitmiş, desteklemiş ama şimdi pişman… - Erdoğan bunun farkında mı?Bence farkında. Çok anket yaptırır, piyasaya çıkmayan, deneyimiyle toplumdan doğru verilerin gelmesini sağlayan anketler yaptırır. Sadece kime oy vereceksiniz diye değil, söylediği bir cümlenin beğeni kazanıp kazanmadığını bile sorar. Bunu görüyor, gördüğü için de çözüm arıyor. Seçimi kaybedeceğini görüyor. - Sonuçta “AKP ve MHP birbirine mecbur iki parti” diyebiliriz  miyiz?Ben MHP’nin Tayyip Erdoğan ve AKP’ye mecbur olduğunu düşünmüyorum. Ama Tayyip Erdoğan’ın MHP’ye mecbur olduğunu düşünüyorum, çünkü kendi oyları yeterli değil. Tamamen MHP seçmenini gözden çıkararak geliştirebildiği hiçbir alternatif yoktur. - Ekonomik krize, partinin içinden Gelecek ve DEVA diye iki parti çıkmasına rağmen, hâlâ anketlerde Cumhur İttifakı’nın yüzde 45-48 bandında kalmasının sırrı ne?Böyle olduğunu düşünmüyorum. Çok daha düşük olduğunu düşünüyorum oyunun… - Seçim arifesinde sertleşen bir ayrışma söz konusu olabilir mi?Şunu bekliyorum: Erdoğan’ın etrafındaki kimsenin onun varlığından mutlu olduğunu düşünmüyorum. Gideceğini anladıkları zaman, şu anda belki kendisine muhalefet edenlere, eleştirenlere kızıyor olabilir. Güvendiği kişiler sürekli yanlışlarına alkış tutuyor ancak bu davranışlarının arkasında sadece Erdoğan’ın gücü sayesinde ulaşabileceği menfaatlar vardır. Erdoğan’ın gidecek olduğunu hissettikleri an, o bağlılık göstergelerinin bir anlamı kalmayacak. İlk onlar terk edecektir… VAKTİ GELMEDİ- Cumhurbaşkanı adayı olacağınız doğru mu?Vakti gelmeyen konularda konuşmam… İpek Özbey

Üretici ve sanayiciyi artan maliyetler, tüketiciyi de zamlar vurdu

Üretici ve sanayiciyi artan maliyetler, tüketiciyi de zamlar vurdu figure > Bu yılki mevcut koşulların 2021’de de değişmeyeceğini öngördüklerini belirten SETBİR Başkanı Tezel, “Artçı ekonomik dalgalara da göğüs gerebilecek önlemler alınması gerektiğini düşünüyoruz” diye konuştu. Salgının derinleştirdiği ekonomik kriz, hem üretici ve sanayiciyi hem tüketiciyi vurdu. Sanayici son bir yılda yüzde 27 artan maliyetlerle, üretici ise yükselen maliyetlere rağmen çiğ süt fiyatlarının sabit kalmasından dolayı mağdur. Son bir yılda yalnızca içme sütüne gelen yüzde 13.4’lük zam da vatandaşın kişi başı yıllık süt tüketiminin yüzde 8.7 azalmasına yol açtı.TÜKETİM DÜŞTÜTürkiye Süt, Et, Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği (SETBİR) Başkanı Tarık Tezel, bu yılki mevcut koşulların 2021’de de değişmeyeceğini söylüyor. Tezel, “Özellikle gıda sektöründe ev dışı kanalın neredeyse kapanması önemli bir sorundu. Sektörün ticaret hacminin yüzde 30’una denk gelen bu tıkanıklık, beraberinde ciddi bir finans yükü de getirdi. Sektörde ortalama maliyetler yüzde 27 yükseldi. Koşulların 2021 yılında da çok değişmeyeceğini öngörüyoruz. Buna hazırlıklı olunması, hatta artçı ekonomik dalgalara da göğüs gerebilecek önlemler alınması gerektiğini düşünüyoruz” dedi. “Şu anda ve önümüzdeki dönemde en temel sorun finansman kaynağı” diyen Tezel, “Bu döneme özel de olsa, özellikle temel gıda ürünlerinde katma değer vergisi oranlarının gözden geçirilmesine ve sanayi üretiminin maliyetlerinin düşürülmesine yönelik temel tedbirlere ihtiyaç var” diye konuştu. Tezel’in Cumhuriyet’e yaptığı açıklamalardan bazı satırbaşları şu şekilde:- Bu yıla özgü artmayan tek kalem, çiğ süt fiyatları. Üreticilerimizin çektiği sıkıntının farkındayız. - 2020 sonu itibarıyla ortalama kişi başı süt tüketimimizin 240 litre olması öngörülüyor. 2019’da tüketilen ortalama kişi başı 276 litre süt tüketimi yüzde 8.7 düştü. - 2020’nin ilk yarısında, sanayi tarafından toplanan inek sütü miktarı 4 milyon 250 bin ton civarında. Bu miktarın toplam çiğ süt üretimine oranı maalesef yüzde 43. Yani kayıt dışı pazar, payını artırmaktadır. 2019 yılı ilk altı ayında bu miktar 4.9 milyon ton civarında idi. - SETBİR olarak temel beklentimiz, kamu iradesi, üreticilerimiz, sanayicilerimiz ve perakende satış kanalları ile uzlaşma içinde, asgari müştereklerde birleşen ve kalite bilinci ile ortak hedeflere birlikte inanmış bir sektörel iklime kavuşmak. Gamze Bal

2002’de kişi başına 1000 TL olan borç, bugün 61 bin TL

2002’de kişi başına 1000 TL olan borç, bugün 61 bin TL figure > Amasya’da üretim yapabilmek için Tarım Kredi Kooperatifi’ne borçlanan, ancak faizle büyüyen borçları ödeyemediği için traktörü haczedilen 19 çiftçinin ardından, tarımdaki borç yükü tekrar gündeme geldi. Tarım Kredi Kooperatifi’ne olan borçların çiftçi üzerinde ağır bir yük olduğunu söyleyen CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, “Tarım Kredi Kooperatifi artık iktidarın şirketi gibi oldu. Çiftçinin 180 milyar TL borcu var. Bu borçlar yapılandırılmalı” dedi. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın icralık çiftçi sayısını açıklamadığını söyleyen Sarıbal, “Bu konuda verilen soru önergeleri ‘bankacılık sırrı’ denilerek açıklanmıyor” diye konuştu. Amasya’da yaşanan haciz işleminin tüm Türkiye’nin yansıması olduğunu kaydeden Sarıbal, “2002’de 2.6 milyon çiftçimizin resmi borcu yaklaşık 2.5 milyar TL iken, BDDK’nin 2020 Eylül verilerine göre, 2 milyon 110 bin çiftçinin bankalara borcu 125 milyar TL borcu var. Çiftçilerin, Tarım Kredi Kooperatifi’ne olan 12 milyar TL ve özel sektör borçları dahil edildiğinde 180 milyar TL’ye yakın borcu bulunuyor” diye konuştu. Bugün yalnızca bir çiftçinin yaklaşık 61 bin TL borcu olduğuna dikkat çeken Sarıbal, “Çiftçinin 2002’de kişi başına yaklaşık bin TL olan borcu bugün 61 bin TL civarında. Çiftçilerin kullandığı 128 milyar TL kredinin yüzde 73’ünü kamu, yüzde 9’unu yerli ve yüzde 18’ini yabancı bankalardan kullanıyor” diye konuştu. Sarıbal, “2004 Aralık’ta takipteki borç miktarı 209 milyon TL iken aradan geçen 16 yılda 24 kat arttı. Geçen hafta çıkarılan yeni torba yasa ile kamu alacakları yapılandırılırken çiftçi borçları yapılandırılmadı” dedi. Leyla Kılıç

İstanbul’daki 3 bin fırının yarısı, ekmeği olmasıgerekenden pahalıya satıyor

İstanbul’daki 3 bin fırının yarısı, ekmeği olması gerekenden pahalıya satıyor figure > Temel besin ekmeğin yüksek fiyattan satıldığı belirlendi. Gazetemizin bir ay önce “Sessiz zam” manşetiyle duyurduğu fiyat artışı saptanmış oldu. Zam talebi karşılanmayan fırınların ekmeği istedikleri fiyattan sattıkları anlaşıldı. İstanbul’da 2 bin 892 fırından 1571’inin ekmeği 1.5 lira olması gerekirken 2 liradan sattığı saptandı. İstanbul’da 2 bin 892 fırında “gramaj-fiyat” denetimi yapan İstanbul Valiliği, 1571 fırının ekmeği olması gerekenden pahalıya sattığını duyurdu. Gazetemizde 13 Ekim’de yayımlanan “Ekmeğe sessiz zam” başlıklı haberimizde, 240 gram ekmeğin 1.75 TL’den satılması gerekirken, yasal olmayan bir şekilde 2 liradan satıldığını yazmıştık. Fırıncıların gerekçesi sürekli artan maliyetlere rağmen kabul edilmeyen zam talepleri olurken, kaç fırının bu duruma başvurduğu valilik tarafından yapılan denetimlerle sayıca tespit edilmiş oldu. Konuyla ilgili İstanbul Valiliği’nden yapılan açıklamada, şu ifadelere yer verildi: “Fırınlarda ekmek fiyatlarının İstanbul Ticaret Odası (İTO) ve İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği (İSTESOB) tarafından açıklanan azami ekmek fiyat tarifesinde yer aldığı gibi 1 kg ekmek fiyatının azami 7.50 TL’ye (200 gram ekmek 1.5 TL) denk gelecek şekilde satılıp satılmadığı, haksız fiyat artışı olup olmadığı kontrol edildi. Denetimlerde, 1321 fırının standartlara uyduğu, 1571 fırında azami ekmek fiyat tarifesine göre 1.5 lira olması gereken 200 gram ekmeğin daha yüksek fiyatla satıldığı tespit edildi.” cumhuriyet.com.tr

Gökçeada’da hastanede yeterli ekipman olmadığıileri sürüldü

Gökçeada’da hastanede yeterli ekipman olmadığı ileri sürüldü figure > CHP, eski Gökçeada ilçe başkanı İsmail Bulmuş'un oğlu Okan Bulmuş, babasının ölüm sebebini hastanedeki yetersizliklerden kaynaklı olduğunu iddia etti. CHP, eski Gökçeada ilçe başkanı İsmail Bulmuş, 9 Kasımda oğlu Okan Bulmuş tarafından Gökçeada Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Kalp krizi geçirdiği belirlenen Bulmuş, daha sonra sevk edildiği Eceabat Devlet Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. Babasının ihmaller zinciri sonucu yaşamını yitirdiğini savunan Bulmuş’un oğlu avukat Okan Bulmuş, “Hastanede yeterli ekipman yok. Elle kalp masajı yaptılar. Hastanede şok cihazı olmadığı için kullanamadılar. Hava ambulansı çağrılmadı. Başhekim hakkında suç duyurusunda bulunacağım” dedi. Avukat Bulmuş, “İhmaller zincirinden dolayı babam yaşamını yitirdi. Başka insanların da benim yaşadıklarımı yaşamaması için Gökçeada’daki sağlık sorununu çözmeye çalışacağım. Hava ambulansının Çanakkale yerine Gökçeada’da kalması gerekiyor” dedi. İddiaların doğru olmadığını belirten Gökçeada Devlet Hastanesi Başhekimi Uzman Dr. Özlem Çırpan, “Hastanemizde 4 şok cihazı mevcuttur. Hastanın tamamen kalbi durmadığı için şok cihazı kullanılmadı. Dizilerde kalp krizi geçiren hastaya hemen şok cihazı uygulandığını yurttaşlar görüyor. Ancak bu durum böyle değil. Neden bizler hastayı kurtarmak için elimizden geleni yapmayalım? Hava ambulansı istendi ancak hava muhalefeti nedeniyle gelemedi” ifadelerini kullandı. Çırpan, “Hasta acile 16.05’te giriş yapmış. Sonrasında da 16.25’te de hava ambulansı istenmiş. Hava şartlarının kötü olması nedeniyle hava ambulansı gelemedi. Askeri ambulans ise hastaneye bir buçuk saatte geliyor. Bu hastanın bir an önce anjiyo olması için bizler onu botla başka bir hastaneye gönderdik. Bana ve hastaneye yöneltilen iddialar doğru değildir” diye konuştu.‘BİNA YAPMAK YETMEZ’CHP Çanakkale Milletvekili Özgür Ceylan da İsmail Bulmuş’un adada şok cihazı bulunmaması, gece uçuşu yapabilen helikopterin kaldırılamaması nedeniyle yaşamını yitirdiğini kaydederek “Adalıların söylediğine göre kalp krizi nedeniyle ölen 8. kişiymiş. Devlet bir tek bina yaparak sağlık sorununu çözemez. Devletin bir an önce bu sorunu çözüp hastanelerdeki eksik ekipmanları temin etmesi gerekiyor” diyerek yetkilileri göreve çağırdı. Kübra Köklü

Karikatürükelimelerleçizmek

Karikatürü kelimelerle çizmek figure > İzel Rozental her pazartesi Açık Radyo, Açık Gazete’de Haftanın Karikatürü’nü anlatıyor. Bu ay, 25 yılı geride bırakan Açık Radyo’nun sevilen programı Açık Gazete, ünlü şiarı, “Kâinatın tüm seslerine, renklerine, titreşimlerine ve şimdi de çizimlerine” diyerek, karikatürist İzel Rozental’ı “karikatür anlatmak” için davet edeli 2.5 yıl oldu. Rozental, her pazartesi, seçtiği editöryal karikatürleri anlatarak ya da kelimelerle çizerek dünya da bir ilki gerçekleştirmeye devam ediyor. Bugün Ömer Madra, Özdeş Özbay, Feryal Kabil ve Robılınd Tayar’ın hazırladığı Açık Gazete, her ne kadar bir radyo programı olsa da sonuçta bir gazete de olması gereken her köşeye sahip. “Haftanın Karikatürü” köşesi, Rozental’ın yorumsuz, usta anlatımıyla karikatüre görebildiğimizden daha derin bir anlam katıyor. Kendisiyle karikatürü, karikatür anlatmayı konuştuk.- 30 Nisan 2018’de başladığınız o ilk programda, önce karikatürün çok tehlikeli bir iş olduğunu ve karikatür anlatmanın daha da tehlikeli olduğunu söylüyorsunuz. Öncelikle karikatür neden tehlikeli?Onu bana değil de doğrusu bilmiyorum da kime sormak lazım. Ama bugün değil, yaklaşık bir on yıldır tehlikeli bir iş oldu. Cumhuriyet gazetesine bakacak olursak, bugün yazılı basında en çok karikatür yayımlayan gazete. 17 Kasım’daki programda Murat Sayın’ın çizimini haftanın karikatürü seçtik. Gazetenin birinci sayfasında gayet de görünür bir şekilde, sayfanın ortasında, haberin içinde kullanılması, beni çok eskilere götürdü. Eskiden yazılı basında, büyük gazeteler karikatürsüz olmazdı.SOSYAL MEDYA, HIZLI İLETİŞİM- Evet, o yayında “Editoryal ve siyasi karikatürün, evrensel medyadan da silindiği bu dönemde, bu boyda bir karikatür görmek, umut verici” diyorsunuz. Ve “Karikatür gazetelerin vazgeçilmez bir unsuruydu, giderek yok oldu” diye de ekliyorsunuz, sizce, tehlikeli olmasından dolayı mı gazetelerin ilk sayfalarından silinmeye başladı?Tesadüf az önce telefonda, Fransız Le Monde Gazetesi’nden karikatürist Plantu ile konuşuyorduk. Hal hatırdan sonra, “Ne oluyor” dedik. Şimdi şöyle bir şey var değişen, sosyal medya ve hızlı iletişim. Eskiden mesela bir karikatürden hoşlanmayan bir okur, üşenmezse mektup yazardı. O mektubun gelmesi, editöre ulaşması, gazetenin sorumlu müdürüne ulaşması zaman alırdı. Gelene kadarda konu soğurdu. Şimdi öyle değil. Bugün artık birisi tetiklemeye kalkmasın, editör, binlerce, abartmıyorum binlerce tepki mesajıyla karşı karşıya kalıyor. Ürküyorlar, korkuyorlar o zaman en kolay yolu seçiyor, nedir o? Karikatür olmayı versin.- Ve buna rağmen siz bir de anlatmayı seçtiğiniz?Anlatmak gerçekten, çok tehlikeli. Karikatürü görmeyenlere anlatmaya çalışıyorum. Çok soğukda olabilirdi. Bu dünya da ilk yapılmış bir şey. Her hafta beş altı karikatürü al, önüne koy ve bunu görmeyen radyodaki dinleyiciye anlat. Bana en büyük ödül müzisyen Muammer Ketencoğlu’ndan geldi. Kendisi çocukluğundan beri görmüyor ve “Ben bugüne kadar her şeyi okuyabiliyordum fakat karikatürü görmüyordum. Senin sayende onu da görmeye başladım” dedi. Bu bana hakikatten muazzam bir şevk ve güç verdi.- Herkes yapamaz sanırım. Siz bir karikatürist olarak bunu başarıyor olabilir misiniz?Onu bilemiyorum. Ama bir şey itiraf edeyim ben kendi karikatürümü anlatamıyorum. Çünkü şunu yapmaya çalışıyorum, bir fıkra gibi espriyi en sona saklıyorum. İşin hani mizah yönü neresiyse, vurucu yeri neresiyle onu sona saklıyorum. Yorum yapmıyorum. Yorum yapmamaya çalışıyorum. Zaten bana programda yardımcı olanlar Ömer Madra, Özdeş Özbay olsun daha önce Can Tonbil olsun hiçbiri yorum katmıyorlardı birlikte anlatıyoruz karikatürü, yorum varsa o haberler ilgili, gündemle ilgili yorumlar oluyor.DÜNYA GÜNDEMİ- Programda sadece Türkiye’den değil hatta daha çok dünyadan seçki yapıyorsunuz...Özellikle yapıyorum.- Bu kadar seçkiyi, nasıl oluşturuyorsunuz?Bir kere meraklıyım. Hafta içinde sosyal ağları takip ediyorum. Dünyada yayımlanan ne var, bakıyorum. Birde yurtdışında ‘Cartooning For Peace’ in üyesiyim. Yayımlanmış olan özellikle evrensel ve gündemi meşgul eden konularda birçok karikatüre bakıyorum. Aslında radyonun çizgisiyle de örtüşüyor bu. Açık Gazete’de dünya olaylarına yer veriliyor ve dünya gündemi çok yer alıyor. Dolayısıyla ben de bunla ilgiliyim ve hafta içi 30-40 karikatür topluyorum. Sonra bunların içinden bir ayıklama yapıyorum. Bazı karikatürlerin anlatılması gerçekten çok güç. Anlata bileceğimi düşündüklerimi ayırıyorum. Çünkü bir görseli anlatıyorum ve bu çok güç. Kelimelerle anlatabileceklerimi buluyorum. Tamamen görsele dayalı olanı anlatamam. Mesela bu hafta Oğuz Demir’in karikatürü öyleydi. Bakmadan anlatamayacağım bir karikatürdü. Önceden böyle bir denedim. Aklımda kalanları anlatayım dedim ama öyle hiç olmuyor.- Dünyada olan olaylara bizim karikatüristlerimiz çok yer vermiyor mu?Sık sık dile getirdiğim bir görüşümdür bu! Bizde çok yetenekli, dünya çapında yetenekli karikatüristler var. Hakikatten çok iyi karikatüristler. Fakat o kadar içimize gömülmüşüz ki ve bu yeni bir şey değil, çok eskilerden başlarım, Türk karikatürünün babası sayılan Cemil Cem’den, Ramiz Gökçe’ye, Cemal Nadir Güler’e yani bunlardan sonra 50 kuşağı gelir. Hep kendi içimize gömüldük, iç politika! Yurtdışına dünyaya gözlerimizi yumduk. Oysa dünyaya biraz bakabilsek, başka bir gözle bakabilsek, neler oluyor, nedir? İnanın bizim karikatürcülerimiz dünya çapında ünlü olur. Ama sadece yarışmalarda kendilerini gösteriyorlar.ÇİZGİLERLE ANLATMAK- Sizin için ne ifade ediyor?Güldürürken düşündüren, düşündürürken güldüren veya çizgilerle anlatmak, çizgiyle başyazı yazmak bunlar hep klişe tanımlar tabii... Aslında karikatür çok güçlü bir iletişim aracı. Çok güçlü çünkü gazeteyi elinize aldığınızda ilk bakılan karikatür oluyor, artık anlasa da anlamasa da kendine göre bir yorum çıkarıyor. Her zaman için güçlü. Şu an yazılı basından elini ayağını, zorunlu olarak çektiği için sosyal medyada, portallarda var, haber portallarında var. Karikatürsüz yapılamıyor. Çünkü gerçekten çok vurgulayıcı bir sanat. Muhammet Şengöz’ün “Deprem” karikatürü, çok etkileyici...- İnsanın içine işliyor değil mi?Bir çizer olarak, daha iyi mi görüyorsunuz ve sizin anlatımınızla daha mı etkileyici oluyor. Ben çizer olarak, karikatüre baktığım zaman çizer gözüyle bakıp beğeniyorum. Çok beğendiklerim oluyor hatta kıskandıklarım oluyor. “Vay nasıl yakalamış bunu” diye düşünüyorum, onları daha büyük bir şevkle anlatıyorum o zaman.- Sizi dinlerken fark ettim ki ben bu kadar derin görmüyormuşum. Plantu’nun liberté - égalité - fraternité, çizimi örneğin, öyle ayrıntıları yakalayıp söylüyorsunuz ki şaşırıyorum.Bu ayrıntıları görme, artık mesleki deformasyon diyebiliriz. Eşim bile söylüyor “Ben daha önce bunu görmemiştim” diye ve birçok tanıdığım, programdan sonra da aldığım geri dönüşlerde “Biz bu karikatüre o gözle” bakmamıştık diyorlar. Program için seçtiklerimi kendi sosyal medya hesabımdan paylaşıyorum bir gün önce ve dinleyiciler, takipçilerim yorumluyorlar ve ben anlattıktan sonra böyle daha iyi oldu diyorlar. Ve programda bizim en iyi karikatürü seçme gibi bir düşüncemiz yok. Hepsi çok iyi karikatürler. Örneğin Türkiye’den en çok Tan Oral’a ve Zafer Temoçin’e yer vermişim. Bu tamamen gündeme uygun olduğu için seçtiğim eserler. Bugün cesur bir karikatür bulmak çok zor. Elif Çoruh

Bağımsız Kültür Sanat Sen BaşkanıKafa:‘Pandemi sonrasınıkitaplara dökmeliyiz’

Bağımsız Kültür Sanat Sen Başkanı Kafa: ‘Pandemi sonrasını kitaplara dökmeliyiz’ figure > Bağımsız Kültür Sanat Sen Genel Başkanı Alper Kafa, koronavirüs salgınında sanat alanı için yapılabilecekleri belirlerken, dünya örneklerini incelemek gerektiğini söyledi. Kafa, “Mesela İngiltere, pandeminin başında bütün tiyatroları kapattı ve ‘Geçen yıl ne ciro yaptıysanız aynı rakamın yüzde 70’ini ödeyeceğiz’ dedi. Royal Academy, 2 yıl boyunca kapalı olacağını açıkladı. Bunlar tabii ki ekonomiyle doğru orantılı çalışmalardır. Ancak biz ne yapacağımızı açıklamadık. Sanatı bir kapattık bir açtık” dedi. Salgın sonrası için de çağrı yapan Kafa, “Pandemi sonrasında yaşadığımız bu dönemi sahneye koymamız, kitaplara dökmemiz lazım” ifadelerini kullandı. Bağımsız Kültür Sanat Sen Başkanı Kafa, koronavirüs salgını sırasında sanat alanında yapılabilecek çalışmaları anlattı. Türkiye’nin sanat için belirleyeceği planını hazırlarken dünya örneklerine bakması gerektiğini söyleyen Kafa, “Mesela İngiltere, pandeminin başında bütün tiyatroları kapattı. Sonra tüm onlara ‘Geçen yıl ne ciro yaptıysanız aynı rakamın yüzde 70’ini ödeyeceğiz’ dedi. Royal Academy tiyatrosu, Nisan ayında 2 yıl boyunca perdelerini kapattığını duyurdu. ‘Ancak 2 yıl boyunca edebi kurul yapacağız’ dedi. Bu kurulda pandemi sonrası eserlerin oluşturulması için çalışma yapacaklarını söylediler. Kurulda STK’lar, yönetmenler, yazarlar olacağı belirtildi. Yani zor şartları olumlu hale çevirecek bir uygulama yapıldı” ifadelerini kullandı. Benzeri çalışmaların Türkiye’ye uyarlanabileceğini belirten Kafa, “Bunlar tabii ki ekonomiyle doğru orantılı çalışmalardır. Ancak biz ne yapacağımızı açıklamadık. Sanatı bir kapattık bir açtık” dedi.SANATÇILAR, VARSA CEPTEN YİYECEKTiyatrolar için açıklanan 12 milyonluk yardımın yetersiz olduğunu belirten Kafa, “İyi niyetliyiz ama salgını iyi yönetemiyoruz. Tiyatrolar için verilen bu paranın sahne emekçilerine gitmeyeceği açık. Bunların çoğu sahne için ödenen kiralara gidecek. Hükümet de bu rakamlarla özel tiyatroların bir eser koyamayacağını biliyor. Sadece parmağa bal çalmak ve eleştirileri kesmek için bu yardımları yapıyorlar” diye konuştu. Sanatçıların yaklaşan kış döneminde sorun yaşayabileceğine işaret eden Kafa, “Sanatçılar kışı varsa kendi ceplerinden, ailelerinden geçirecekler ya da esas işleri dışında bir iş yapmak zorunda kalacaklar. Sanata bir yardım yapılması lazım ama bu yardımı yaparken dekorcuları da, ışıkçıları da, bale öğretmenlerini de, oyuncuları da düşünmek lazım” dedi.‘DEVLET SERGİLERE GİTMELİ’Sanatçıların ve bağımsız kuruluşların pandemi döneminde kendi başına bir çaba içinde olduğunu söyleyen Kafa, “Şu anda dijital sergiler deneniyor, sosyal medya üzerinden çalışmalar deneniyor. İstanbul Şişli’deki Mongeri Binası’nda, pandemi hikayesiyle uyumlu sergiler açılıyor. Bunların devlet kademesinde de ilgi görmesi, devlet insanlarınca ziyaret edilmesi, desteklenmesi lazım” çağrısı yaptı. Pandemi sonrası için sanatçılara da seslenen Kafa, “Şu an sanatçılar için, edebiyatçılar için zaman bol. Şu yaşadıklarımızı kaydetmemiz gerekiyor. Bu pandemi sonrasında yaşadığımız dönemi sahneye koymamız, kitaplara dökmemiz lazım. Veba gibi kolera gibi hastalıklar nasıl filmlere, oyunlara konu olduysa bu salgın da olabilir” dedi. Sarp Sağkal

Sanatta bu hafta

Sanatta bu hafta figure > Sanatta bu hafta PERA FİLM’DEN ‘BURADAYIM!’Pera Film, 1 Aralık Dünya AIDS Günü kapsamında gösterime sunduğu “Buradayım!” adlı film, programının dördüncü yılında, Visual AIDS’in Yayılımlar seçkisiyle devam ediyor. Dünyanın farklı bölgelerinde HIV ile yaşayan insanların gerçek hikâyelerine odaklanan videolar, AIDS ve COVID-19 salgınlarının ortak noktaları, farklılıkları ve sergiledikleri eşitsiz dağılım üzerine düşünme olanağı da sağlıyor. Program, 1-22 Aralık tarihleri arasında Pera Müzesi web sitesi üzerinden çevrimiçi olarak izlenebilir.GÖSTERİM PROGRAMIBuradayım! Yayılımlar 1 – 22 Aralık 2020- Sağlık Bakanlığı (6’58) , Ministry of Health - Bu Doğru; Zak, Yaşamı ve Sonrası (6’58), This is Right; Zak, Life and After - Kendime Dikkat Ediyorum (6’20), Me Cuido - Kadınlardaki Görünmezlik Sendromu (7’38), Female Disappearance Syndrome - Adına Aşk Dediler Ama Gerçekten Aşk mıydı? (8’35), They Called it Love, But Was it Love? - Amaç Bulmak (8’), Finding Purpose.SEDAT GİRGİN ‘ABARTILAR DİYARI’ SERGİSİ GALERİ 77’DEGaleri 77’de üçüncü kişisel sergisini açan Sedat Girgin, “Abartılar Diyarı” isimli tümü 2020 yılında üretilmiş resimlerden oluşan yeni serisiyle gösteri toplumu eleştirisine odaklanırken özellikle pandemi sürecinde daha da önem kazanan sosyal medya üzerindeki yapmacık kimlikleri ve sahte algıları sorguluyor. 19 Kasım’da başlayan sergi 19 Aralık’a kadar görülebilir. Günümüzün dijital-görsel kültürüne şekil veren Instagram ve Facebook gibi mecralarda oluşturulan basmakalıp profiller meselesinden yola çıkan Girgin, sosyal medyadaki yapmacıklığı dolaylı biçimde ele alırken, konformizm ve özentiliğin yarattığı kişisel ve toplumsal değer çatışmalarının insan psikolojisinde yarattığı tahribatı gözler önüne seriyor. Sergi, Galeri 77’de pazartesi ve cumartesileri 10.00-18.00 saatleri arasında görülebilir. Öznur Oğraş Çolak

Hayvanlardan insanlara sıçramadanönce virüslerin izini sürmekşart

Hayvanlardan insanlara sıçramadan önce virüslerin izini sürmek şart figure > Bir koronavirüsün nasıl hızla yayılarak tüm insanlığı neredeyse esir aldığını, ekonomileri çökme noktasına getirdiğini biliyoruz. Evet aşı çalışmaları sona yaklaştı, bir noktada Covid-19’un dehşet saçması durdurulacak. Peki ya bir sonraki pandemiye yol açacak virüsler? Yine böyle durup bekleyecek miyiz? Virüslerin izini hayvanlardan insanlara sıçramadan önce sürebilir miyiz? Yürütülen programlar var ve belli bir başarıya da ulaşıldı.Virüsler her yerde: Havada, suda, toprakta ve diğer her canlı varlığın içinde... Çok küçük ve sayıca çok üstünler.. O kadar küçükler ki, 100 milyondan fazlası toplu iğne başına sığabilir. 2020 yılı, topluma diz çöktürmek için bunlardan sadece bir tanesinin yeterli olduğunu gösterdi hepimize. Peki ya pandemiye neden olan bir sonraki virüsü yayılmaya başlamadan önce avlayabilirsek? Hayvanlarda gelişen virüslerin gözetimi, olası pandemi adaylarını belirleyebiliyorsa, o zaman en sorunlu virüsleri taşıyan hayvan türlerinin belirlenmesi ile bunların yayılmasını önlemek için önlemler alınabilir. Şunu unutmayalım: İnsanların, vahşi yaşamın ve ekosistemlerin sağlığı birbirleri ile yakından bağlantılı. Nüfusumuz arttıkça, daha fazla insan vahşi ve evcil hayvanlarla temas halinde yaşıyor ve bu nedenle "zoonotik" patojenlerin bize bulaşma ihtimali artıyor. Bizi viral tehditten koruyan doğal engeller aşınıyor. Ayrıca uluslararası hava yolculuğu sayesinde bir virüs bir günden daha kısa sürede dünyayı dolaşabiliyor. Davis California Üniversitesi'nde viral gözetim uzmanı Tracey Goldstein, "Hayvanlarda hangi virüslerin dolaştığını kesinlikle anlamamız gerekiyor" diyor. İnsanların karşılaşabileceği tüm vahşi ve evcil hayvanlarda yaşayan virüslerin genomlarını örnekleyecek ve sıralayacak bir gözetim şeması çıkarılması bilim insanları tarafından yıllar önce önerilmişti. Tabii hiç kolay değil: Çok fazla hayvan ve daha da fazla sayıda virüs. İnsana geçebileceği düşünülen muhtemelen 500 bin virüs. Mağaralarda, ormanlarda türlerin aranması; onların idrar, tükürük ve pisliklerinden örnekler alınıp incelenmesi gerekiyor. Uzun soluklu ve nereden bakarsanız bakın birkaç milyar dolara mal olacak bir proje.KÜRESEL VİROME PROJESİAslında böyle bir plan 2016'da önerilmişti: Küresel Virome Projesi. Hatta “pandemi çağının sonunu getirecek proje” olarak pazarlandı. Ancak hâlâ yaşama geçirilebilmesi için gerekli fonları toplanabilmiş değil. Üstelik tek de değil.PREDICT PROGRAMIABD hükümeti tarafından finanse edilen PREDICT adlı uluslararası bir program. 2005 kuş gribi salgınının neden olduğu pandemilere karşı erken uyarı sağlamak için 2009 yılında başlatıldı. 60 ülkede 207 milyon dolar harcandı ve yaban hayatı, çiftlik hayvanları ve insanlardan 164 bin örnek alınarak 949 yeni virüs keşfedildi. Başka bir deyişle, PREDICT yalnızca vahşi memelilerde tahmini olarak 10 bin potansiyel zoonotik virüsü taradı. İnsanlarda ölümlerle bağlantılı olması muhtemel sadece bir tane buldu - Bas-Kongo virüsü - Covid-19'a neden olan koronavirüsü ise tespit edemedi. PREDICT, bu yılın başlarında Trump yönetimi tarafından iptal edildi ne yazık ki. PREDICT'in de liderlerinden biri olan Goldstein, “Üzerlerine bulaşabilecek en fazla virüsü taşıma potansiyeline sahip olduğunu düşündüğümüz hayvanları hedefledik” diyor. “Bu tamamen kapsamlı değil ama bir yerden başlamalısın. Ve öncelikle RNA virüslerini hedef aldık. Çünkü bunlar geçmişte pandemilerin çoğuna neden olan virüsler...” Örneğin PREDICT ekibi, 2017 yılında Uganda'da bir yarasada, develerde bulunan ve insanları enfekte edebilen MERS virüsüne genetik olarak benzeyen bir koronavirüs buldu. Ancak, virüslerin olası konakçı hücrelere nüfuz etmek için kullandıkları spike proteininde farklılıklar vardı. Laboratuvar testleri, bunun insanlara zararsız hale getirdiğini doğruladı. Ekip 2013 yılında SARS'a neden olana benzer bir koronavirüs tespit etti. İnsan hücrelerine bulaşabilirdi, ancak aslında insanlara bulaştığına dair hiçbir kanıt yoktu. 2018'de PREDİCT ekibi bu kez Sierra Leone'de bir yarasada yeni bir virüs tespit etti. Bombali virüsü olarak adlandırılan bu virüs, Ebola ile aynı aileden. Laboratuvar deneyleri, insan hücrelerini enfekte edebileceğini doğruladı, ancak yine de insandan insana yayılabileceğine dair bir kanıt ortaya çıkmadı.VIZIONS PROJESİYeni ortaya çıkan viral tehditleri tespit etmek için bir başka program Vietnam'da gerçekleştirildi. Zoonotik patojen transferi için yüksek risk altındaki hayvanlarla yakın yaşayan ve onlarla yakın çalışan insanlara odaklandı. 2013-2016 yılları arasında VIZIONS adı verilen proje kapsamında, yaklaşık 600 çiftçi, hayvan sağlığı çalışanını ve hayvan kesimiyle uğraşan veya yarasa, fare eti satan insanları takip etti. İçlerinden biri öksürük, boğaz ağrısı veya ateş bildirdiğinde, yerel doktorlar örnek almak ve hayvanlara maruz kalma durumlarıyla ilgili ayrıntıları kaydetmek için 48 saat içinde ziyaret ediyorlardı. Çalışanların yaklaşık üçte ikisi, 3 yıllık süre içinde bir solunum yolu enfeksiyonu geliştirdi. Örneklerin analizi ağırlıklı olarak influenza A virüsünü işaret etse de bazı yeni virüsler de bulundu. Bunların nereden geldiği veya klinik bir risk oluşturup oluşturmayacağı net değil, ancak VIZIONS bu tür taramanın yeni ortaya çıkan zoonotik enfeksiyonları yakalamak için etkili bir yol olduğunu kanıtladığını söylüyor. Zoonotik virüslerin yayılması ekoloji ile de yakından alakalı. Örneğin Avustalya’nın kuzeydoğusunda 1994 yılından beri rapor edilen düzinelerce salgınlar. Nedeni genellikle yarasalarda bulunan ancak atlara ve onlardan insanlara geçerek ateşe, öksürüğe ve bazen menenjit ve komaya neden olan Hendra virüsü. Montana Eyalet Üniversitesi'nden bulaşıcı hastalık ekolojisti Raina Ploughright, Hendra salgınlarının yoğun yağış dönemleriyle bağlantılı olduğunu söylüyor. Islak koşullarda, okaliptüs gibi ağaçlar, enfekte yarasaların yemesi için daha az çiçek üretir. Sonuç olarak, atlarla temas edebilecekleri çiftliklerde yiyecek arama olasılıkları daha yüksektir. Aç yarasalar da stres altındadır ve bu nedenle daha yüksek miktarda virüs yayma eğilimindedir.KARŞI ÇIKANLAR DA VARBu tür virüs izini sürme projelerine karşı çıkanlar da var. Zira uzun emek ve uzun yıllar gerektiren çok yüksek maliyetli programlar. Bunun yerine insanlarda enfeksiyonun erken belirtilerini tespit etmek ve ülkelerin sağlık kapasitesini artırmak için para harcanması gerektiğini savunanların da sayısı az değil. Ancak PREDICT programında hastalık ekolojisti Jonathan Epstein, viral gözetlemenin yayılma olaylarının riskini her zaman durduramasa bile azaltmanın bir yolunu sunduğunda ısrarcı. “Yayılmayı teşvik eden ana faaliyetlerin neler olduğunu anlayabilir ve oradaki riski azaltmaya çalışabilirsiniz” diyor. Örneğin canlı hayvan pazarlarında daha sıkı kontroller gibi yöntemler... İnsanları zoonotik virüs kaynaklarından uzak tutmak için insan davranışını değiştirmek asıl anahtar. Özlem Yüzak

Nijerya'da Boko Haram tarafından düzenlenen saldırıda 43çiftçiöldürüldü

Nijerya'da Boko Haram tarafından düzenlenen saldırıda 43 çiftçi öldürüldü figure > Nijerya'nın kuzeydoğusunda düzenlenen ve ülkenin devlet başkanının 'akıl almaz' diye tanımladığı saldırıda 43 kişi öldürüldü. Bölgeden gelen haberlere göre saldırıda, Borno eyaletinin başkenti Maiduguri yakınlarındaki pirinç tarlalarında çalışan tarım işçileri bağlanıp, boğazları kesilerek katledildi. Nijerya'nın kuzeydoğusunda düzenlenen ve ülkenin devlet başkanının 'akıl almaz' diye tanımladığı saldırıda 43 kişi öldürüldü.Bölgeden gelen haberlere göre saldırıda, Borno eyaletinin başkenti Maiduguri yakınlarındaki pirinç tarlalarında çalışan tarım işçileri bağlanıp, boğazları kesilerek katledildi.Olayın Boko Haram ve IŞİD'in Batı Afrika kolunun aktif olduğu bölgede, son aylarda düzenlenen en kanlı saldırı olduğu belirtildi. Saldırının sorumluluğunu henüz üstlenen olmadı.Nijerya Devlet Başkanı Muhammadu Buhari "Çalışkan çiftçilerimizin Borno eyaletinde teröristler tarafından öldürülmesini kınıyorum. Tüm ülke bu anlamsız cinayetlerden sarsıldı. Düşüncelerim yas tutan ailelerle" dedi.Sözcüsü Garba Shehu'ya göre Buhari ayrıca, "teröristlerin cinayetleri akıl almaz" diye konuştu.Saldırıdan kurtulanlara yardımcı olan bir milis, AFP Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada "43 ceset bulduk, hepsi katledilmişti, altı kişi de ağır yaralıydı" dedi.Daha sonra başka cesetlerin de bulunduğu bildirilirken, kurbanların sayısı tam olarak bilinmiyor.15 kadının da kaçırıldığı gelen haberler arasında.Bir başka milis de AFP'ye yaptığı açıklamada, kurbanların ülkenin güneybatısındaki Sokoto eyaletinden gelen, iş bulmak için bin kilometre yol kat edip, Nijerya'nın kuzeydoğusuna giden tarım işçileri olduğunu söyledi.Kurbanlar için düzenlenen cenaze törenine Borno eyaletinin valisi Babagana Zulum da katıldı.Vali, federal hükümete bölgedeki çiftçileri korumak için daha çok sayıda asker gönderilmesi çağrısı yaptı.Zulum "Halkımız çok zor koşullar altında. Bir tarafta evlerinde kalırlarsa, açlıktan ölecekler, diğer yandan tarlalarda çalışırlarsa isyancılar tarafından öldürülme riskine girecekler. Bu çok üzücü" dedi.Eyalet parlamentosu üyesi Ahmed Satomi ise, Premium Times gazetesine yaptığı açıklamada, çiftçilerin Cuma günü kendilerine işkence yapan bir Boko Haram militanının silahını alıp, tutuklamaları nedeniyle öldürüldüklerini söyledi.Çiftçilerin daha önce de, kendileri hakkında orduya bilgi verdiklerinden şüphelenen Boko Haram militanlarının hedefi oldukları belirtiliyor.Geçen ay Boko Haram militanları, iki farklı saldırıda 22 çiftçiyi öldürmüştü.Boko Haram'ın saldırılarına engel olmak için girişilen çabalara karşın, örgüt son aylarda saldırılarını artırdı. BBC Türkçe




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter