Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Wednesday, 09.24.2025, 02:11 AM (GMT)

News - Haberler

Pandemi devam ederken sona eren kısaçalışmaödeneğinin devam etmesi isteniyor

Pandemi devam ederken sona eren kısa çalışma ödeneğinin devam etmesi isteniyor İşçi ve işveren kesimi ortak hareket ederek önceki gün sona eren ödeneğin uzatılması için devrede. Türk-İş Başkanı Ergun Atalay, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü. Pandemide üçüncü dalga en sert şekilde yaşanırken kısa çalışma ödeneğinde (KÇÖ) sürenin uzatılmaması hem işçi hem işveren kesiminde tepki yarattı. Ortak hareket etme kararı alan işçi ve işveren örgütleri hükümete durumu anlatmak için harekete geçerken Türk-İş Başkanı Ergun Atalay, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü. İşyerlerinin salgın nedeniyle yararlandıkları KÇÖ’de süre 31 Mart’ta doldu. İşçi konfederasyonlarının yanı sıra Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) gibi işveren örgütleri de KÇÖ’nün uzatılmasını istiyor. Türk-İş ile işveren örgütleri bu konuda ortak hareket ediyor. TOBB ile Türk-İş, ödeneğin uzatılması için iktidara bastırıyor. Geçen hafta Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a giderek uzatma talebini bizzat anlattığı öğrenildi. Tarafların ortaklaştırdıkları talepleri yazılı metin halinde de Cumhurbaşkanlığı’na sundukları dile getiriliyor. Ancak hükümetten henüz bir adım yok. 5 Nisan’da mart ayına ilişkin KÇÖ’lerin ödeneceğine işaret eden taraflar ise önümüzdeki günlerde bir düzenleme olabileceği konusundaki umudunu koruyor. 1.3 MİLYON KİŞİŞubatta 1.3 milyon işçi KÇÖ almıştı. 751 bin 135 işçi de ücretsiz izindeydi. Pandeminin başından bu yana KÇÖ’den yararlanan işçi sayısı 3.8 milyon, ücretsiz izne çıkarılan işçi sayısı da 2.5 milyona ulaşmış durumda. KÇÖ’nün uzatılmaması nedeniyle önümüzdeki günlerde 1.3 milyon işçinin daha ücretsiz izne çıkarılabileceğine dikkat çekiliyor. Bu da milyonlarca işçinin açlık sınırının altında aylık 1431 TL’ye (nakdi ücret desteği) mahkûm edilmesi anlamına geliyor.DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu, iktidarın milyonlarca işçiyi ilgilendiren KÇÖ’yü sonlandırmadan önce sendikalarla görüşme gereği bile duymadığını söyledi. “Yok sayılıyor” dedi. Çerkezoğlu, şöyle devam etti:EN AZ ‘ASGARİ’“KÇÖ almakta olan 1.3 milyon işçi ne olacak? Ya ücretsiz izne çıkarılacak ya da işten atılacak. İşyerleri kapanacak. İşsizlik artacak. Oysa biz ücretsiz iznin sonlandırılmasını istiyoruz. Günde 47 TL, ayda 1431 TL ile yaşamak mümkün değil. Şimdi çok daha fazla işçi ücretsiz izin dayatması ile karşı karşıya kalacak. Oysa pandemi tüm hızıyla sürüyor. Ekonomik ve sosyal tahribatı devam ediyor. Türkiye, tarihinin en büyük iş ve istihdam kaybını yaşıyor. Böylesi bir dönemde bu yaklaşımın akılla, mantıkla, vicdanla bağdaşır tarafı yok.” Arzu Çerkezoğlu, KÇÖ’nün bütün çalışanların yararlanacağı şekilde en az asgari ücret seviyesine çıkartılarak devam ettirilmesi gerektiğini vurguladı. ‘ÖDENEK MİKTARI ARTARAK SÜRMELİ’Tez-Koop-İş Sendikası Genel Sekreteri Hakan Bozkurt, aylık 1431 TL nakdi ücret desteğinin “trajikomik bir rakam” olduğunu vurguladı. Bozkurt, şöyle konuştu: “Sayın Cumhurbaşkanı’na, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na ve yetkililere sesleniyoruz; ödeneği sonlandırmak işçileri yani toplumu intihara sürüklemektir. Pandemi koşulları devam ederken işçileri ve bakmakla yükümlü oldukları ailelerini mağdur etmek geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açacaktır. 1.3 milyondan fazla çalışana KÇÖ veriliyordu. Talebimiz; işten çıkarma yasağı devam ederken KÇÖ’nün sürdürülmesi, kapsamının genişletilmesi ve ödenek miktarının enflasyon oranı da dikkate alınarak tekrar hesaplanmasıdır. KÇÖ alan işçilerin ileride işsizlik ödeneği ve emeklilik hakkında kayıp yaşamaması üzerine de düzenleme yapılmasıdır.” Mustafa Çakır

Üretici-market arasındaki fiyat farkımartta beşkatıgeçti

Üretici-market arasındaki fiyat farkı martta beş katı geçti Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin (TZOB) periyodik araştırmasına göre üreticiden çıkan fiyatlarla market fiyatları arasındaki fark mart ayında 5 katı buldu. TZOB Başkanı Şemsi Bayraktar, gıda fiyatlarındaki değişimleri yakından takip etmeye devam ettiklerini belirterek, geçen ay markette 22, üreticide 7 üründe fiyat artışı, markette 18, üreticide 12 üründe fiyat düşüşü olduğunu, üreticide 13 üründe fiyatların değişmediğini açıkladı. Bayraktar, fiyatı en çok düşen ürünler olan kuru soğan, patates ve limonda pandemi nedeniyle lokanta ve otellerin tam kapasite çalışmaması, arz fazlalığının pazarlama sorunlarına yol açtığını belirtti. Ürünlerin bazılarında görülen fiyat artışlarında ise girdilerdeki fiyat artışlarının etkili olduğunu belirten Bayraktar, şu bilgileri verdi:/Archive/2021/4/2/034705299-ekran-goruntusu-2021-04-02-034628.jpgÖDEME KOLAYLIĞI ŞART“Başta gübre olmak üzere elektrik, zirai ilaç, sulama ücretleri, yem fiyatları son bir yılda fazla artmıştır. Girdi fiyatlarında görülen kur baskısı fiyatları yükseltti. Ancak kurdaki düşüşler fiyatlara yansımamaktadır. Çiftçilerimizin bankalara ve Tarım Kredi Kooperatiflerine ödeyemediği için takibe düşen borçları ile yüksek faizle yapılandığı borçları faizsiz olarak uzun vadeye yayılmalı ve ödeme kolaylığı getirilmelidir.” Üretimde istikrar için planlama yapılmasını da öneren Bayraktar, “Piyasa düzenleyici kuruluşlar oluşturularak fiyatlarda istikrar sağlanmalı, üretim maliyetleri düşürülmelidir” dedi ve şöyle devam etti: “Salgınla mücadele ettiğimiz bu dönemde marketlerde fiyat artışı olan ürün sayısının yüksek olduğu ortadadır. Tüketicilerimizin makul fiyatlardan ürün temin edebilmesi için, en azından çok tüketilen ürünlerdeki market fiyatlarının yakından takip edilmesi gerekmektedir. Tüm kesimler sorumlu davranarak piyasaları bozanlara fırsat verilmemelidir.” cumhuriyet.com.tr

Almanya ve Namibya: Soykırım içinödenecek bedel nedir?

Almanya, 100 yıldan uzun süre önce yaptığı soykırım için Namibya'dan özür dileyecek ve henüz ne kadar olduğu bilinmeyen bir tazminat ödeyecek. BBC muhabiri Tim Whewell, Namibya'da soykırım tartışmalarını inceledi.Habere Gitmek için Tıklayın

Otoriter Demokrasi! Alev Coşkun'un yazısı...

Türkçe Haberler En Son Başlıklar Otoriter Demokrasi! Alev Coşkun'un yazısı... Taha Akyol’un 'Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca - Otoriter Demokrasi (1946-1960) isimli kitabında ele aldığı zaman dilimi, 100 yıllık Cumhuriyet tarihimizin tartışmalı bir bölümüdür. Kitapta, İnönü’nün çok partili siyasal yaşama girişiyle ilgili adımlar ve DP’nin kuruluşu belgelere dayanarak, kronolojik bir dizgi içinde inceleniyor. Muhalefet döneminde “partili Cumhurbaşkanlığı sistemi”ne şiddetle karşı olan DP’nin iktidara geldikten sonra bu konuda Anayasal bir girişimde bulunmadığına dikkat çeken Akyol, DP’nin özellikle 1957 seçimlerinden sonra “güç zehirlenmesi” yaşadığını belirtiyor. 1946-1960 dönemine anayasal sistem sorunu açısından bakılan kitapta; Türkiye’nin 1950’de çok partili modele geçtiği fakat “otoriter siyasi kültür” ve “kuvvetler birliği ilkesi” savunuculuğuyla tam demokratik sistemi uygulayamadığı vurgulanıyor. /Archive/2021/4/1/182025405-ic1.jpg Taha Akyol, yakın tarihimizle ilgili inceleme niteliğinde kitaplar yayınladı; Ama Hangi Atatürk, Atatürk’ün İhtilâl Hukuku, Bilinmeyen Lozan gibi... Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca adını taşıyan bu son kitabında Akyol, çok partili siyasal sisteme girişi başlangıç alarak, 1946-1960 arasındaki 14 yılı inceliyor. 450 sayfadan oluşan kitapta, geniş bir kaynakça verilmiş, ayrıca bir dizin eklenmiş. Konular ve olaylar, Meclis konuşmalarına, basın açıklamalarına ve konu ile ilgili kitaplara gönderme yapılarak inceleniyor. Bu nedenle geniş olarak dipnot kullanılmış. Kuşkusuz bu metodoloji, kitabın bilimselliğine işaret ediyor. Akyol’un ele aldığı zaman dilimi, 100 yıllık Cumhuriyet tarihimizin tartışmalı bir bölümüdür. Kitapta İnönü’nün çok partili siyasal yaşama girişiyle ilgili adımlar ve DP’nin kuruluşu belgelere dayanarak, kronolojik bir dizgi içinde incelenmektedir. KUVVETLER ‘BİRLİĞİ’ TEORİSİ! Kitabın temel düşüncelerinden birisi, “gerekli anayasal değişimler yapılmadan çok partili sisteme” girildiği ve “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin olmayışının “otoriter bir yönetime” yol açtığıdır. Akyol, bu konuda şu yargıya varıyor: “1924 Anayasası’nda temel hak ve hürriyetler yer alıyordu ancak bunları güçlü siyasi iktidarlara karşı koruyacak kurumlar yoktu. Kuvvetler ayrılığı yoktu, Anayasa Mahkemesi yoktu, yargı bağımsızlığı yoktu, yargı atamalarını Adalet Bakanı yapardı. Daha önemlisi, ‘kuvvetler birliği’ teorisi gereğince, milli iradenin Meclis’te ‘tecelli ve temerküz’ ettiği, bu sebeple Meclis’in çıkardığı kanunların anayasaya aykırı sayılamayacağı düşüncesi hâkimdi. Türkiye böyle bir siyasi kültürle ve anayasayla çok partili hayata geçiyordu...” (s.173) /Archive/2021/4/1/182041264-kapakic2.jpg GÜÇ ZEHİRLENMESİ VE CELÂL BAYAR! Akyol, bu temel düşünce mantığıyla DP’nin de anayasa değişikliği yapmadığını, 1924 Anayasasını aynen yürüttüğünü ancak kuvvetler ayrılığı olmadan gerçek demokrasinin gerçekleşmeyeceğini savunuyor. 1950 seçimlerinin dürüst ve adaletli yapıldığını belirten Akyol, 1950-1954 yıllarının DP için altın yıllar olduğuna işaret ediyor. 1954 seçimlerini yüzde 58,4 oranıyla kazanan ancak seçim yasasındaki adaletsizlik nedeniyle Meclis’te yüzde 93 temsil oranıyla 503 milletvekilliği elde eden DP artık kendinden emindir ancak seçim yasasındaki bu adaletsizliği giderici bir girişimde bulunmayı da düşünmemektedir. Bu konuları anlatan bölüm “Güç Zehirlenmesi” başlığını taşıyor. (s.301-341) Kitapta; “Basında İspat Hakkı”, “6-7 Eylül Krizi”, “Basına Yeni Baskılar”, “Parti Toplantılarına Yasak”, “Üniversite ve Aydınlara” karşı önlemler gibi konular ele alınıp inceleniyor. (s.342 - 382) 1957 Seçimleri aslında DP için bir göstergedir. Çünkü 1954’teki yüzde 58.4 oy oranı yüzde 47.7’ye düşmüş, sandalye sayısı da 503’ten 424’e gerilemişti. Akyol, bu gelişmeleri de belgelere dayalı olarak incelemektedir. (s.427-483) PARTİLİ CUMHURBAŞKANI Akyol, muhalefet döneminde “partili Cumhurbaşkanlığı sistemi”ne şiddetle karşı olan DP’nin iktidara geldikten sonra bu konuda Anayasal bir girişimde bulunmadığını, DP’nin özellikle 1957 seçimlerden sonra “güç zehirlenmesi” yaşadığını belirtiyor. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın başlangıçtan sona kadar Atatürk’e bağlı olduğunu Meclis Zabıtları ve Bayar’ın konuşmalarıyla açıklayan yazar; Menderes’in duygusal, zaman zaman hırçın ve çelişkili tavırlar aldığını, DP’nin güç zehirlenmesinde birinci unsurun da Celâl Bayar olduğunu belirtiyor. (s.428) /Archive/2021/4/1/182059905-ic3.jpg 1960’A DOĞRU... 17 Nisan 1960’da, “Tahkikat Komisyonu” kuruluyor. On gün sonra 27 Nisan 1960’da, Komisyon’a gazeteleri kapatma ve kişileri tutuklama yetkileri veriliyor. 28 Nisan 1960’da, İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olayları başlıyor. Ertesi günü Anayasa hukuku hocası Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Çankaya’ya davet ediliyor. Prof. Başgil, olayları analiz ediyor ve Menderes hükümetinin derhal istifa etmesini, CHP’yi de içine alan bir seçim hükümeti kurulmasını, Tahkikat Komisyonu’nun dağıtılmasını sağlayan kanun teklifinin Meclis’e gönderilmesini öneriyor. (s.421) Bu önerileri Menderes’in yerine getirmek istediğini ancak Bayar’ın bu girişimi engellediğini belirtiyor. (s.422) Çankaya’daki bu görüşmenin üzerinden bir ay kadar bir zaman geçtikten sonra 26 Mayıs 1960’da, Menderes’in Eskişehir’de, Tahkikat Komisyonu’nun vazifesini bitirdiğini açıkladığını ancak bu yumuşamanın hem çok zayıf hem çok geç olduğunu da belirtiyor. (s.426) Akyol, kitabının son sözünde, “Kuvvetler ayrılığı olmayınca, kurallar ve kurumlar zayıf olunca kişisel öfke ve ihtiraslar siyasete egemen oluyor” yargısına varıyor. (s.429) Üç kuvvet, aynı kişide ya da aynı kurumun elinde olursa gücün kötüye kullanılmasının kaçınılmaz olduğu da belirtiliyor. DERS ALINACAK ANALİZLER Kitap, 1946-1960 dönemine anayasal sistem sorunu açısından bakmaktadır. Türkiye’nin 1950’de çok partili modele geçtiği fakat “otoriter siyasi kültür” ve “kuvvetler birliği ilkesi” savunuculuğuyla tam demokratik sistemi uygulayamadığı belirtilmektedir. Muhafazakâr-Liberal Akyol’un kitabı hem anayasa hukuku açısından hem de demokratik geleneklerin yerleşmesi yönünde ders alınacak analizler yapmaktadır. Türk siyasetinin kızıştığı, yer yer hırçınlaştığı, kutuplaşmanın üst düzeyde seyrettiği bugünlerde Akyol’un kitabının yayımlanması çok anlamlı bir denk geliştir. Öncelikle siyasal aktörlerin, gazetecilerin ve derece derece siyasetle ilgili herkesin okuması ve ders alması gerekli bir kitap niteliğindedir. Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca - Otoriter Demokrasi (1946-1960) / Taha Akyol / Doğan Kitap / 448 s. / 2021. Alev Coşkun

Türkçe ibadet ve Arapçılık!Özdemirİnce'nin yazısı...

Türkçe ibadet ve Arapçılık! Özdemir İnce'nin yazısı... İslam’da da reform gereklidir. Bunun ilk adımı Türkçe Kuran ve Türkçe ibadettir. Müslüman Türkler bu konuda dünyaya örnek olmalı. İslam dini Arap olmayan Müslümanlar için sadece bir dindir. Bu nedenle Arapçayı kutsallaştırmak gayrı milli olup Araplaşma emperyalizmine hizmettir. Cemil Kılıç’ı bu kitabı anlaşılır bir dille ve sağlam kaynaklara dayanarak yazdığı için kutlarım. /Archive/2021/4/1/181626064-kapakic1.jpgGene bir yazarı ve kitabını öveceğim. Bunu ben yapmazsam (sandığım kadarıyla) kimse yapmaz. Yazarın adı Cemil Kılıç, kitabın adı Türkçe İbadet. Ayrıca kitabı yayımlayan Kırmızı Kedi Yayınevi’ni hararetle kutlamak istiyorum.Cemil Kılıç, İstanbul Küçükköy İmam Hatip Lisesi ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam ve İslam Felsefesi Bölümü mezunu. 1923 Cumhuriyeti ve Devrim Yasaları’nın hayal ettiği bir din bilgini.Kendi düşüncelerimi yazmadan önce yazarın “Sunuş” bölümünü dikkatinize sunmak istiyorum:İSLAM’IN EVRENSELLİĞİNE DARBE!“Elinizdeki bu çalışma, İslam tarihindeki çok köklü bir tartışmayı yeniden ele alıyor. Anadilde ibadet tartışması İslam’ın ilk yıllarından beri Müslümanların sürekli gündeminde yer alan bir konudur. Ancak bir türlü kesin bir sonuca varılamıyor.Kimileri şiddetle karşı çıkarken kimileri de ateşli bir biçimde savunuyor. Gerçek şu ki karşı çıkanların sayısı ve gücü daha fazla görünüyor. Hatta karşı çıkanların önemli bir bölümü Arapça ibadeti neredeyse bir iman şartı gibi kabul ediyor.Arap dilinde ibadete karşı çıkıp anadilde ibadeti savunmak, İslam’a karşı çıkmak, Kur’an’ı inkâr ve küfre sapmak şeklinde nitelenebilecek düzeyde şeytanlaştırılıyor. Bu sapkın tutumda aslında Arap dilinin kutsallığına / tanrısallığına olan iman, en önemli etken olarak öne çıkıyor.Bu imanda Araplığı ve Arapçayı İslam’la özdeşleştirme yozlaşması var. Ne var ki bu, aslında, İslam’ın evrenselliği / tüm halklara hitap ederliği özelliğine vurulan ağır bir darbedir.Arap dili dışında ibadete karşı çıkmak, Müslüman olmayı bir nevi Arap kimliğinin kabulünü gerektiren bir tercih şeklinde görmek demektir.Nitekim Araplar dışındaki Müslüman halkların belli ölçüde Araplaştıkları, hatta tümden Araplaşma süreçlerinin devam ettiği gibi yalın ve acıtıcı bir gerçekle karşı karşıyayız.Arap dili ile ibadeti şart görenlerin kutsallık savlarının yanı sıra Arap dilinin üstünlüğü ve öbür dillerin tanrısal iletiyi karşılamada yetersizliği düşüncesi de dikkat çekiyor.‘ARAP DİLİ KUTSAL DEĞİLDİR’Ne var ki her üç sav ve düşünce de temelsizdir. Arap dili kutsal değildir, üstün değildir ve öbür dillerden kıyas dışı bir biçimde varsıl değildir. Bütün diller tanrısal iletiyi karşılayacak düzeyde yetkinliğe sahiptir.Aksi halde o dilleri konuşan halkların tanrısal iletiye muhatap olamayacakları ve hatta o iletiyi algılayamayacakları anlamı ortaya çıkar ki bu da İslam’ın temel ilke ve özelliklerine tümüyle terstir. Başka bir deyişle anadilde ibadete karşı çıkmak İslam’ın evrenselliğine itirazdır.Türkiye’de anadilde ibadeti savunmak, İslamcı ve bir kısım sözde milliyetçi çevrelerce ağır karalama ve suçlamalara maruz bırakılmaktadır. Meseleyi İslam düşmanlığı, vatan hainliği ve bölücülük gibi görenler, konuyu arı duru bir imanla ve Kur’anî bir bakış açısıyla değil son derece ideolojik bir saplantıyla değerlendirmektedir.“Türk ülkesinde Türkçe ibadeti savunmaktan daha doğal ne olabilir” denilmesi gerekirken tam tersi cümlelerin insafsız ve hayâsız bir biçimde kurulduğuna tanık oluyoruz.MECZUPLAR!Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün buyruğuyla 1932’den 1950’ye değin Türkçe ezan okunmasını ihanetle eş değer gören sapkın ve satkın zümreler, aymazlık çukurunda debelenip durmaktalar.Türkçe ezanı ezan saymayan, Türkçe namazı namaz saymayan bu güruh kendisini Allah yerine koyan meczuplar taifesine dâhil addedilse gerektir. Bu güruh “Allah demeyi yasakladılar”, “Ezanı susturdular” gibi iğrenti uyandıran yalanlarla milletimizi zehirlemeye devam ediyor.Bu kitapta gerçeği okuyacaksınız.Anadilde ibadeti savunmak, İslâmî bir hakkı savunmaktır; Muhammedi bir tutumu savunmaktır; Kur’anî bir kararlılığı savunmaktır; ulusun anayurdu olan ulusal dili savunmaktır; aklı, özgürlüğü, bilinçli ibadeti savunmaktır.Biz bu gerçekleri daha yüksek bir sesle haykırmak için bu çalışmayı hazırladık.Ulu Tanrı kimsenin emeğinin zayi olmasına izin vermeyecektir, inancıyla tamamladığım bu çalışma, anadilde ibadet ve Türkçe duyarlılığı konusunda tüm ulusumuza ve tüm Müslüman halklara güç ve esin verirse bundan olağanüstü kıvanç duyacağım.”/Archive/2021/4/1/181642485-ic2.jpg‘TANRI VE DİN’DEN ZARAR GELMEZ!’Cemil Kılıç’ı bu kitabı anlaşılır bir dille ve sağlam kaynaklara dayanarak yazdığı için tekrar kutlarım.Arapça bilmediği için okuduğu Kuran’ı anlayamayan, yasaklandığı için Kuran’ı kendi dilinde okuyamayan, bilmediği bir dille namaz kılan bir Müslümanın acınacak durumunu düşünün.Aslına bakarsanız Kuran Arapçasının günümüz Arapçasıyla ortaklığı neredeyse benzerliği yok gibi. Bu nedenle Arapların anlaması için de güncellenmesi, uyarlanması gerekir. Onlar da anlıyor sayılmaz.İnsanların çoğunun inandığı bir Tanrısı ve duyumsadığı bir dini var. Tanrı ve din, doğa karşısına güçsüz olduğunu hisseden, doğa olgu ve olaylarından korkuya kapılan ilk insan için güçlü bir sığınak olmuştur. Bu ne zamana kadar sürecek, bilemeyiz.Tanrı’dan ve Din’den insana zarar gelmez. Tanrısı ve dini kendinedir, bireyseldir. Tanrı ve din, din kurumsallaşıp da din adamlarının denetimine girdiği zaman durum değişir. Tüm dinlerin ruhban sınıfı (din adamları), topluma egemen olmak için, inanan insanın ağzına gem, burnuna halka, boynuna tasma takmak ister ve bunu başarır.‘SORUN, DESPOT RUHBAN SINIFINDA!’Sorun tarih boyunca inanç mühendisliği yapan despot ruhban sınıfında. İslamda ruhban sınıfı yoktur derler ama her dinde böyle bir sınıf vardır ve Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı bu sınıfın örgütlü temsilcisidir. Bir toplumsal sınıf olsun da çıkarı olmasın mümkün mü? Elbette mümkün değil!Hırıstiyanlıkta reforma kadar Vatikan’daki Papalık, ruhban sınıfı gerici ve tutucuydu, egemenliğini yitirmemek için İncil’in ulusal diller tercüme edilmesini istemiyordu. Gerçek Rönesans ve Aydınlanma, İncil’in ulusal dillere çevrilmesiyle başladı. Böylece Hıristiyan Batı, Müslüman Doğu karşısında üstün duruma geçti. Bu olgu, karşı çıkılamaz bir gerçektir.Reform’dan bu yana Papalık başta Evrim olmak üzere bütün bilimsel ve teknik gelişmeleri kabul etmiş ve çağa uyum sağlamıştır. İslam’da da reform gereklidir. Bunun ilk adımı Türkçe Kuran ve Türkçe ibadettir. Müslüman Türkler bu konuda dünyaya örnek olmalı.Siyasallaşmış ulema sınıfının ve Diyanet’in gerici istibdadından başka türlü kurtulmak mümkün değil!İslam dini bir Arap için sadece din değildir; dil, kültür, tarih, hukuk, zihinsel yapı ve gündelik hayattır. Arap olmayan Müslümanlar için sadece bir dindir. Bu nedenle Arapçayı kutsallaştırmak gayrı milli olup Araplaşma emperyalizmine hizmettir. Böyle biline!..Türkçe İbadet / Cemil Kılıç / Kırmızı Kedi Yayınevi / 184 s. / 2021. Özdemir İnce

BeşiktaşlıyöneticidençarpıcıMustafa Cengiz açıklaması

Beşiktaşlı yöneticiden çarpıcı Mustafa Cengiz açıklaması Beşiktaşlı yönetici Urgancılar, Mustafa Cengiz’in, Beşiktaş Başkanı Ahmet Nur Çebi’nin Kulüpler Birliği Başkanlığı’na seçildikten sonra gündeme getirdiği konulardan rahatsız olduğunu öne sürdü. /Archive/2021/4/1/212535080-mc.jpgBeşiktaş camiasından Galatasaray Başkanı Mustafa Cengiz, MHK ve hakem atamaları hakkında önemli açıklamalar geldi. Siyah beyazlı kulübün genel sekreteri Mesut Urgancılar, sosyal medya hesabından çok konuşulacak açıklamalarda bulundu. SEBEP MHK VE YENİ SPOR YASASI MI?Mustafa Cengiz’in, Beşiktaş Başkanı Ahmet Nur Çebi’nin Kulüpler Birliği Başkanlığı’na seçildikten sonra gündeme getirdiği konulardan rahatsız olduğunu öne süren siyah beyazlı yönetici, “Bu maddeler; MHK gibi kurulların TFF yerine kulüplerce seçilmeleri gerektiği, Süper Lig AŞ kuruluşu, Spor Yasası ve yasada kulüplere zarar veren Yönetim Kurulu üyelerinin cezai müeyyedilere tabi tutulması zorunluluğu, yayıncı kuruluşun muhatabının TFF değil Kulüpler Birliği olması gerekliliğiydi” dedi.Urgancılar şöyle devam etti: “Ülke futbolu adına bunlardan rahatsızlık duymak mümkün değil ama Mustafa Cengiz, Kulüpler Birliği Yönetim Kurulu üyeliğinden istifa etti. Demek ki bu gündem maddeleri kendisini ve kulübünü rahatsız etti. Bunların her biri ülke futbolunun yıllardır çözülmesi gereken en önemli sorunları değil mi? Yoksa birileri için her halükarda sadece kendi kulüp menfaatleri mi önemli?”Paylaşımında Beşiktaş-Kasımpaşa maçına hakem olarak Halil Umut Meler’in atanmasına da yer veren Urgancılar şu yorumda bulundu:"GERÇEK NİYETLERİNİ ANLADIK"Paylaşımında Beşiktaş-Kasımpaşa maçına hakem olarak Halil Umut Meler’in atanmasına da yer veren Urgancılar, “Bu istifadan sonra MHK malum hakem atamasını yaparak kendince meydan okudu ve nihayetinde bir hakemi canlı bomba gibi lanse etti. O hakemi nasıl bir kariyer bekliyor göreceğiz. Tüm bunların neticesinde MHK’nın işbirlikçilerini ve ülke futboluna dair gerçek niyetlerini anladık” yorumunda bulundu. cumhuriyet.com.tr

Sabahattin Ali, Fransa’da!

Sabahattin Ali, Fransa’da! Değerli müzikolog Filiz Ali, bugün hâlâ babasının ölüm nedenini ve gerçek mezarını öğrenmek, en azından ondan kalan eşyaları almak için büyük mücadeleler veriyor. Tezim için Sabahattin Ali’yi (25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948) etraflıca tanımak isterken Filiz Ali’yi ve yaşadıklarını Sabahattin Ali metinleri ile birlikte anlamaya çalışıyordum. Bu yönde Filiz Ali ile 16 Şubat 2021’de, Littérosa internet edebiyat dergisinde yayımlanan bir söyleşi gerçekleştirdik. /Archive/2021/4/1/181438425-kapakic1.jpg SABAHATTİN ALİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET Strazburg Üniversitesi’nde, “19. yüzyıldan 20. yüzyıla Türk Romanlarında Aşkın Evrimi” konulu yüksek lisansımı yaptıktan sonra, 2010 yılından bu yana Fransa’da yaşamamı, Türk edebiyatı ve edebiyatçılarını tanıtmak için bir fırsat olarak gördüm. 2020’de, Sabahattin Ali ve toplumsal cinsiyet içerikli doktora tezimi savundum. Elimden geldiğince Avrupa ve Asya ülkelerinde konferanslar ya da makaleler ile Sabahattin Ali’den ve diğer yazarlardan bahsetmeye çalıştım. Bu yıl içinde tezimden faydalanarak hazırladığım Sabahattin Ali ve yazarın yaşadığı 1923-1948 yılları arası dönemi anlatan kitabım Kapaz Yayınevi tarafından Fransa’da yayımlanacak. Dilerim faydalı bir eser olur. Fransa’da Sabahattin Ali’nin ve aslında Türk Edebiyatı’nın yeterince tanınmaması - elbetteki bunun eserlerin yabancı dillere çevrilmesi ile de çok ilgisi var - başta beni üzse de sonraları Türk Edebiyatı’nı tanıtma görevi kendimce üstlenmeye karar verdim. /Archive/2021/4/1/181446409-ic2.jpg 'BABAMI KİM ÖLDÜRDÜ?' Qui est tué mon pere (Babamı Kim Öldürdü?) kitabıyla yakın zamanda Türkiye’de de tanınan Édouard Louis gibi günümüz Fransız yazarları ile Sabahattin Ali eserlerini ilişkilendirerek, Türk Edebiyatı ve Fransız Edebiyatını karşılaştırmalı olarak çalıştım. 2018’de, Strasbourg Üniversitesi Türk Etütleri Bölümü olarak, Bölüm Başkanı Prof. Stephane De Tapia eşliğinde Kuyucaklı Yusuf (1937) romanını Fransızca’ya çeviren Prof. Paul Dumont (Dumont’un roman çevirisinin yanında Sabahattin Ali üzerine makaleler kaleme aldığından burada belirtmek gerekir.), Türkolog Johann Strauss ve Prof. Ragıp Ege ile Sabahattin Ali’yi anma günü düzenledik. Filiz Ali’yi de ağırlamak istedik ancak rahatsızlığı nedeniyle maalesef gerçekleştiremedik. Değerli müzikolog Filiz Ali ile o tarihte buluşamadıysak da, 16 Şubat 2021’de, Fransız okurlar için Littérosa internet edebiyat dergisinde yayımlanan bir söyleşi için buluştuk. Filiz Ali, Fransa’ya uzak biri değil. 1995’te, Fransız sanatına ve müziğine yönelik oluşturduğu özel çalışmalar dolayısıyla Fransa Kültür Bakanlığı tarafından kendisine Chevalier de L'Ordre des Arts et des Lettres Madalyası verilmiştir. Belirtmem gerekir ki kendisi ile bir söyleşi yapmanın benim için çok büyük bir değeri var. Tezim için Sabahattin Ali’yi etraflı tanımak isterken Filiz Ali’nin Türkiye’deki söyleşilerini takip ediyordum. Elbette babası için yazdığı eserlerini de... Yok Bi’şey Acımadı ki (YKY / 2017) kitabı gibi... /Archive/2021/4/1/181455534-ic3.jpg ACI GÜNLER, ANILAR… İlk bakışta daha başlığı ile dikkat çeken bu anı kitabının “Babamı kaybettikten sonra” bölümünde (s.49); babasını en son 1948’in Şubat ayında gördüğünü, ondan haber alamasa da onun bir gün döneceğini hep umut ettiğini yazmıştı. Onu ve yaşadıklarını Sabahattin Ali metinleri ile birlikte anlamaya çalışıyordum. Kendisine o zamanlar genç bir kadın olan annesinin, babasının ölümü ile ne tür zorluklar yaşadığını ve sonrasında nasıl bir ortam oluştuğunu sordum. Filiz Ali, Atilla Özkırımlı ile hazırladığı Sabahattin Ali kitabından (Cem Yay. / 1979) alıntı yaparak; “Annem anılarında ‘Kızımla birlikte sokakta kalmıştık. Ev harçlıklarından 1500 lira biriktirmiştim. O paranın beni de kızımı da kurtardığına bugün de inanıyorum. Ev kirasını vermesem, beni kapının önüne koyarlardı. Nereye gidecektik? Bizimle ilgilenen hiç kimsemiz yoktu, olanlar da bizi unutmuşlardı. Mektup bile yazmadılar.’ diyordu.” cümleleri ile yanıtladı. /Archive/2021/4/1/181504706-ic4.jpg FİLİZ ALİ’NİN MÜCADELESİ Bugün Filiz Ali hâlâ babasının ölüm nedenini ve gerçek mezarını öğrenmek, en azından ondan kalan eşyaları almak için büyük mücadeleler veriyor. Kendisine ufak da olsa bu konuda bir gelişme olup olmadığını sormam üzerine, “Yok, olacağı da yok maalesef.” dedi. Kısa gibi görünen bu yanıtın nasıl bir anlam taşıdığını hissetmemek olanaksız. Kanımca Filiz Ali’yi bugün rahatlatan şey babasını artık herkesin okuyor olmasıdır. Ben ise yazarın bunca okunma nedenini yazarın dönemindeki cinsiyet ilişkileri üzerine kafa yormasına bağlıyorum. Sabahattin Ali eserlerine bir de toplumsal cinsiyet sorunsalı ile bakmak gerektiğine inanıyorum. Bu anlamda; Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan; Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf , İçimizdeki Şeytan romanlarının yanı sıra değerli araştırmacılar Nüket Esen, Zeynep Uysal, Engin Kılıç, Olcay Akyıldız’ın hazırladığı Çakıcı’nın İlk Kurşunu da incelenebilir. Sabahattin Ali’nin yaşamının son yıllarında gazetecilik yaptığını ve sert makaleler kaleme aldığını biliyoruz. Zincirli Hürriyet gazetesinde dönemin hükümetini eleştiren bir makalesi nedeniyle tehlikeyi fark edip memleketten kaçmak istemişti. Böylece Fransa’dan pasaport talebinde bulunmuştu ama Fransa tarafından bu talep kabul edilmemişti. Filiz Ali’nin, “Nasıl dayandınız bu kadar acıya?” soruma verdiği yanıtı unutamam: “Hayat insanı eğitiyor.” Filiz Ali’nin söyleşimiz sonunda Fransız okurlara ilettiği dileği, “Fransız okurların Sabahattin Ali ve eserlerini tanımaları ve sevmeleri beni çok sevindirir.” oldu. Ben de bir kez daha kendisine bu söyleşi için teşekkür ederken kitaplarının ve Sabahattin Ali’nin öykülerinin yakın zamanda Fransızca’ya çevrilmesini diliyorum. Rahime Sarıçelik

İstanbul'a hem aşina hem eğreti bir Joyce!

İstanbul'a hem aşina hem eğreti bir Joyce! Fuat Sevimay, “Benden’iz James Joyce’ta; usta yazarı ve yapıtlarını daha iyi anlamak, hatta onunla arkadaş olmak için iyi bir olanak sunuyor okurlara. 1882 ve 1941 yılları arasında yaşamış İrlandalı yazar, şair, öğretmen, edebiyat eleştirmeni James Joyce, 2013’un İstanbul’unda tam da Gezi Direnişinin göbeğinde beliriyor ve romandaki yol arkadaşı çevirmeni ile karşılaşıyor. Ve ortaya ‘yazarın çevirmene, çevirmenin okura, okurun kitaba dönüştüğü bir şey’ çıkıyor. /Archive/2021/4/1/181158473-kapak-.jpgRoman, öykü ve çocuk kitaplarından tanıdığımız Fuat Sevimay’ın kaleminden gizemli, komik ve tanıdık bir roman “Benden’iz James Joyce”.Sevimay, romanında; kahraman kültünü yıkarak sıradan insanın tek bir gününü yücelten Ulysses ile edebiyatın zirvesine çıkan, dünya edebiyatının usta yazarlarından James Joyce'u ve yapıtlarını daha iyi anlamak, hatta onunla arkadaş olmak için iyi bir olanak sunuyor okurlara.1882 ve 1941 yılları arasında yaşamış İrlandalı yazar, şair, öğretmen ve edebiyat eleştirmeni James Joyce, 2013 yılının İstanbul’unda çevirmeni ile karşılaşıyor ve ortaya ‘yazarın çevirmene, çevirmenin okura, okurun kitaba dönüştüğü bir şey’ çıkıyor…/Archive/2021/4/1/180724413-ic2.jpg- Romanda her şey 16 Haziran 2013’te, Galata’da başlıyor. Mezarından kalkarak kendini birdenbire Taksim’de Gezi Direnişi’nin ortasında buluveren James Joyce’u tüm tepkileri ve algılarıyla çapulcu bir kardeşimiz kılıyorsunuz.Bu da kendimizi onunla düşsel ve evrensel bir boyutta, olduğundan daha fazla özdeşleştirmemizi sağlıyor. Okuruyla zamanda ve mekânda birlikte kırılıyor, omuz omuza bir serüvene davet ediyor Benden’iz James Joyce.Canını zor kurtaracağı Gezi Olayları’nın göbeğinde bulmuş, haklı olarak epey süre tedirgin, huysuz ve hayli sinirli bir Joyce’a eşlik ediyor okur.Yer alan ve açımlanan tüm kahramanlar da alayına isyan gelgitli bir duygusallık ve itirazlar içinde.Yine edebiyatın seçkinci tarafıyla kavgaya kararlı sonra İngiliz, İtalyan, Türk olsun polisi muktediriyle o bileşik yapılanmaya karşı Joyce lokomotifliğinde; edebiyat dünyası ile siyasete sıkı göndermelerde bulunan romanın önce bu büyülü gerçekçi yapısını sonra da göndermelerini açar mısınız?Mezarında sıkılıınca kalkıp İstanbul’a gelmiş Joyce’un, gelmişken vereceği bir kavga var. Metinlerimin zaman ve mekânının, beynimizin kıvrımları olduğunu düşünürüm. Yani o kıvrımlarda dolaşmaya elverişli her türlü büyü veya gerçek, Joyce olup İstanbul’a gelip ete kemiğe bürünebilir. Yeter ki inanmasını bilelim.Romanın temel derdi, Joyce’a dair (ki başka yazar da olabilirdi) dillendirilen “okunamaz, çok değerli ama anlaşılamaz” algısını yıkmak. Çünkü aslında hiç öyle değil.Hayatı, Britanya tacından papalığa, İrlanda milliyetçiliğinden edebi tahtlara kadar her türlü iktidar fikrine karşı mücadeleyle geçmiş ve metinlerini bu doğrultuda kaleme almış bir adamın okunmamasını isteyen, onu dar bir zirveye hapseden birtakım çevreler var.Oysa Ulysses başta olmak üzere Joyce’un bütün eserleri, halk ile sanatı/ sanatçıyı buluşturma fikri üzerine kuruludur. Büyük edebiyat eserleri için bu buluşma, tartışma ve uzlaşma olmadığı sürece, biz, ucuz işlere mahkûm kalacağız.Dolayısıyla Joyce’un Gezi Direnişinde belirmesinin, sanatın şiirin sokağa indiği günlerde İstanbul’a gelmesinin, kendi derdini de o ortamdan başlayarak dile getirmesinin en uygunu olacağına karar verdim. Romandaki bolca gönderme de hangimizi nereden yakalıyorsa oraya denk düşecektir./Archive/2021/4/1/180738710-ic3-.jpg‘BENDEN’İZ JAMES JOYCE, YENİ BİR TÜR!’- Öte yandan yazarından esinli Çevirmen ve James Joyce resmen birlikte yazıyorlar romanı: “Metni ben Biauthoraphy diye yeni bir türe sokmak isterim. Türkçesiyle Çifteyazar.” diyorsunuz. Bunu anlatır mısınız?Bunu ben değil, kitabın sonsözünü yazan Tanrı-Okur diyor. :)) İşin şakası bir yana, sırf edebi türlere bakış açımız genişlesin diye bile, Benden’iz James Joyce’un yeni bir tür olarak ele alınabileceğini düşünüyorum. Çünkü biyografi değil, kurgu ama tam o da değil, deneme hiç değil.Romanda çok fazla Joyce cümlesi var ama diğer yazarın, yani Fuat’ın öngördüğü şekliyle. Sanki birlikte yazmışlar ama zaman zaman, ruh hallerine göre kendilerine yontmuşlar gibi. Üstelik bu iki yazar dışında da bir dolu yazarın cümleleri dolanıp duruyor metinde. Bazı yerde Joyce’un bazı yerde Çevirmenin sesi baskınken, kimi bölümlerde de İstanbul’u veya bizzat okuru duyuyoruz.Daha önce halk ile sanatın buluşması gerekliliğinden bahsettik ya, bunu da belki yazar ile çevirmenin ve her ikisiyle okurun buluşması gerekliliği olarak düşünebiliriz. Velhasıl iki zihinden süzülen, çifte kavrulmuş bir metin söz konusu.Dolayısıyla “Çifteyazar” kavramının, bundan sonra yazılacak benzer metinlere de ışık tutması açısından değerlendirilmesini, belki bir miktar yol gösterici olmasını isterim. İddialı cümleler kurmak niyetinde değilim ama yine de sanat eserini anlama ve üstüne kurgu yaratma boyutunda bu roman çığır açıcı olabilir. Kaldı ki Benden’iz James Joyce’un ana dertlerinden birisi de bu zaten./Archive/2021/4/1/180758928-ic4-.jpgÇOKSESLİ BİR ROMAN- Joyce’tan rol çalan çalana! Sizden esinli çevirmen ve dipnotlarda metne günlük konuşma diliyle dahil olan, çevirmenin başına da adeta Demokles’in kılıcı gibi dikilen “sağlamacı” editör de az değil!Kurguda benimsediğiniz, metni geçişli ve çok boyutlu yapan bu katılımları da değerlendirir misiniz?Romanların artık, satın alınıp okunan, fotoğrafı paylaşıldıktan sonra rafa kaldırılan metalar olmasını istemiyorum. Sanat aslında, biz hepimiz üstüne konuşup tartıştığımız sürece değer kazanıyor. Ben de bu konuşma, tartışma veya çatışmayı ilk elden romanda başlatmaya, birçok kademeye yaymaya çalıştım.Joyce ile Çevirmen kendi cephelerinden konuşsunlar ama sonra her ikisiyle birlikte editörün ve dipnotları veren akademisyenin ve hatta okurun da düşüncesini duygusunu okuyalım. Dahası ki bu bence çok önemli, sokaktaki teyzenin, parktaki berduşun, taksicinin, imamın ve rahibin de dahil olduğu bir çokseslilik yakalamaya çalıştım. Sanırım Joyce da böylesini arzu ederdi.Joyce; Uydurdun gene. Nereden biliyorsun? Çevirmen; Yani bana öyle geliyor. Editör; Ben bunların hangisine güveneyim arkadaş. Akademisyen; Joyce sorusunda haklı gibi ama Çevirmen de sanki… Okur; Bir karar verin de okuyalım. İşte kabaca böyle bir şey.‘BİZE GERÇEKLİĞİNİZİN FARKINA VARIN DERDİ’- Yıllar içinde çeşitli çevirilerini yaptığınız James Joyce’u oldum olası nasıl bilirsiniz? Edebiyata ve hayata bakış açısı, sanat algısı, dönemindeki akımların ondaki etkisi ve elbette Benden’iz James Joyce’da ona getirdiğiniz yorum ve yaklaşımla bizim de kıldığınız sizin Joyce’unuz nasıl bir adam, yazar, birey?Joyce sanki bütün akımların hem ötesine geçebildiği ve hem de hepsini kapsadığı için dünya edebiyatının dev yazarlarından birisi. Bize tek bir tavsiyesi olsa sanırım, size dayatılan kof kahraman algısını bir yana bırakıp kendi gerçekliğinizin farkına varın, derdi. Kendisinin de hem edebi açıdan hem de hayatında en çok bu gerçekliğin peşinde olduğunu sanıyorum. İşte böyle biri Joyce./Archive/2021/4/1/180817772-ic5-.jpg‘ROMANDA, 4 TEMEL ESERİ ÜZERİNDEN İLERLEDİM’’- Joyce’un, romanınızda temel alınan ve anılan eserlerinden söz açar mısınız? Ayrıca başat yapıtları doğrultusunda Joyce’un yapıtlarının günümüzle izdüşümlerine ilişkin neler söylersiniz?Romanda da belirttiğim gibi Joyce’un kaleme aldığı ve bizim okuduğumuz 10 eser var ama ben romanı 4 temel eseri üzerine ilerletiyorum. Başta Dublinliler, sonra Sanatçının Gençlik Portresi, en çok Ulysses ve biraz da Finnegan Uyanması.Ve bu yapıtlar sinemadan edebiyata, resimden tiyatroya birçok çağdaş esere esin kaynağı olmuştur. Çünkü aslında çoğu zaman, Bloom ile Dedalus gibi, Joyce ile Çevirmen gibi, Turgut ile Selim gibi, birbirini arayan bireylerden söz ediyoruz. Ve bu karakterlerin, bireysel konumlarının ötesinde hep toplumsal temsilleri de söz konusu.İSTANBUL’DA HEM AŞİNA HEM EĞRETİ BİR JOYCE!- Çevirmenin zihninde İstanbul’a gelen Joyce hangi duygularla yol alıyor o zihinde ve kentte? Joyce’un karakterleri ve yapıtları kentlerinin ve İstanbul’un ruhuna nasıl karışıyor?Joyce’un, yaşadığı dönemde imkânı olsa görmek isteyeceği birkaç kentten birinin İstanbul olduğuna inanıyorum. Bu platonik bir inanç değil, düşünce yapısını iyi bildiğim için bunu rahatlıkla söyleyebilirim ve roman biraz da bu temel üzerine kuruldu.Çünkü İstanbul’un temsil ettiği eşik, Joyce’un algısına ve dünyaya bakış açısına çok uygun. O nedenle bizim sokaklarımıza hem hiç yabancılık çekmeden karışıyor ama bir yandan da o eğreti hali hep üstünde hissediyor.Sonuçta düşünce sistemini batı medeniyeti üzerine kurmuş ama bir yandan da hep doğuyu anlamaya çalışmış birisinden bahsediyoruz. Ruhu sokaklarla ve Latife’nin gönlü ile rahatlıkla hemhal olurken, yorgun bedeni bu anlamda biraz zorlanıyor sanki./Archive/2021/4/1/180852584-ic6-.jpg‘ONU ANLAYACAKSAK ÖNCE ÜSLUBUNU TANIMAMIZ GEREK’’- Joyce’un roman diline, roman karakterlerinin özgün ve özgür dil yaklaşımına ilişkin yorumlarınız nelerdir? Benden’iz James Joyce’ta da meselâ Joyce’un yaratıcı okur üretme yolunda kurguladığı; yarı otobiyografik romanı Portre’deki Dante veya Charles Amca, Ulysses’teki Gerty McDowell veya Yurttaş’ından yola çıkarak nasıl karşılık buluyor, irdeleniyor bu düşünceleriniz?Biz hayatta hepimiz, yazarlar, çevirmenler, okurlar, dahası memurlar, işçiler, tüccarlar veya kadınlar, erkekler, eşcinseller, sonra varsıllar, yoksullar ve orta halliler, hepimiz ama hepimiz, kendi sesimizle ve sözümüzle varız. Hayat bu çeşitliliği ve çok dilliliğiyle güzel.Joyce da eserlerinde, her karaktere uygun bir üslup (kastettiğim sadece konuşma dili değil) yaratmanın ustasıdır. Gerty’nin neden Gerty olduğunu bu sayede iyice kavrarız. Çünkü yanımızda yöremizde bir dolu Gerty vardır. Biz, Gerty’e arzu ettiğimiz dili biçmek yerine, onun dilini anlamakla mükellefiz. Ben de Bendeniz’de, Joyce ve Çevirmen başta olmak üzere beher karaktere bir üslup biçmeye çalıştım. Joyce’u ve diğerlerini anlayacaksak, önce üsluplarını tanımamız gerekir diye düşündüm. Bazen sakin, bazen bıçkın, kimi zaman sinirli, kimi zaman matrak.‘MİZAH MÜTHİŞ BİR ENSTRÜMAN’- Romanda Joyce’un “mizahı, hayatın ağırlığı karşısında denge unsuru şeklinde kullanmak” olarak yorumladığı üslup parodileri konusundan hareketle sorarsam: Bu bağlamda romanda rahat günlük dil ve/veya argoyla yansıyan; Joyce’a ve onu referans alan yazarının duygusuna da hayli yakın o mizahın okumaya katkısına ilişkin neler söylersiniz?Daha önce de çok fazla dile getirdim. Ben, edebiyatın derdinin olması gereğinin, edebiyatın dertli olması gibi bir zorunluluğa dönüşmesinden, bu yanlış anlayış sonucu kasvetli ve arabesk metinlerin gırla gitmesinden okur olarak rahatsızım. Oysa mizah, ele alınan derdi de sarsmak, gücü ele geçirmek adına müthiş bir enstrüman.İroniyi Joyce da çok fazla kullanır. Mesela, az bilinmekle birlikte, Finnegan Uyanması dünyanın en komik metinlerinden birisidir. Ulysses’te de ironi tam kıvamındadır. Bizde Oğuz Atay bu işin zirvesidir. Ben de elimden geldiğince, denge unsuru olarak mizahı, gündelik dili, kimi zaman argoyu, dile sinmiş deyimleri, mesleki jargonları kullanmayı seviyorum./Archive/2021/4/1/180923490-ic7-.jpg‘SAÇMA KAHRAMAN KÜLTÜNE İSYAN EDERDİ’- Uğruna vuruşulacağına inandığı idealleri yabana atmamakla birlikte sizce Joyce hangisini önceler, hangisini öteler; kahraman mı kahramanlık mı?Bu doğrultuda Joyce’un köşeye sıkıştırılmış sıradan insana bakışı “kahraman”dan neyi anladığı, isyan duygusu ve derin toplumsal farkındalıkları Dublinliler, Portre ve Ulysses’inde romanınızda da sıklıkla karşımıza çıkan hangi “kahramanlar”ında vücut buluyor?Joyce gibi bir yazardan ve onu ele alan bir romandan bahsederken, öncelikle “kahraman” ifadesi yerine “karakter” demeliyiz belki de. Çünkü hiçbir karakteri, bilindik anlamda bir kahramanlık sergilemiyor ve ta ki bu halleriyle önemli “karakterlere” dönüşüyorlar.Şöyle diyelim; Holywood filminde dünyayı kurtaran kahramanla mı arkadaşlık etmek istersiniz yoksa toy entelektüel, mevzuları yüzüne gözüne bulaştıran Stephen Dedalus ile mi? Veya tüm kadınların âşık olacağı bir artistle mi konuşmak istersiniz, Bendeniz’de şaşkın şaşkın dolanan Joyce ile mi?Dünyayı kurtaran kahraman veya herkesin âşık olacağı artist büyük yalan. Onları seçtiyseniz üzgünüm çünkü yok öyle birisi. Onlar, gündelik dertlere kafa yormayalım diye bize kakalanmış illüzyonlar. Diğerleri ise gerçek. Yani kurgular ama yine de gerçekler. Siz gibi, biz gibi, hepimiz gibi.Ve Joyce adına bir isyandan bahsedeceksek, sanırım bu saçma kahraman kültüne isyan ederdi. Yani savaşta vatan uğruna can verecek kahramanlar yerine (ve bize bunları anlatan popüler sanatın aksine), hayatı yaşayan, oturup konuşacağımız, birlikte gülüp ağlayacağımız dostlar isterdi etrafında. Gerçeğin peşine düşelim isterdi. İstanbul sokaklarında aradığı da bu sanırım./Archive/2021/4/1/180936849-ic8-.jpg‘JOYCE DA ÇEVİRMEN DE UMUTTAN YANA’- “Yığınlar düşünmeye teşvik edilmeli” demiş Joyce’un, Ulysses’in tüketim kültürüne dâhil olmasına ilişkin endişeleri kurguda nasıl yer buldu, yorumlandı?Bir de Joyce’un bir bölümünün din ile sağlıksız, radikal ilişki içine girmiş, halkın ve devletin içindeki çürümüşlüğü soğurmuş olduğunu düşünerek gösterdiği tepkinin imlendiği o yığınlardan neyi kastettiğini burada da açar mısınız? Hatta Ulysses’i nasıl yorumluyor tam da o anlarda çevirmene?Şimdi şöyle düşünün; çok sıkı bir roman yazıyorsunuz ve eseriniz bir milyon kişinin rafına giriyor, ne güzel. Ama o bir milyonun içinden ancak yüz bini romanı okuyor ve layığıyla anladığını düşünen de taş çatlasın on bin kişi. Ne anladım ben bu işten!Joyce’u mezarında dört döndüren işte bu. Yazdıkları konuşulsun, tartışılsın, eleştirilsin diye kalkıp geliyor. Sadece kendi eserleri değil derdi, sanatla alışverişimizin bu yönde olmasını, sanatın toplumsal gelişime katkısının da ancak bu şekilde olabileceğini savlıyor.Bu bağlamda bir başka derdi daha var ki şöyle; tamam, sanatla yığınları dürtelim ama o yığınların büyük kısmı bağnaz düşünceye meyilli, o halde bu iş nasıl olacak, diye sorguluyor. Orada da Çevirmenin devreye girip, Gezi’ye de bir sürü bağnaz kişinin karşı çıkmasına rağmen, milyonlarca gencin, kadının da doğaya, kente, özgürlüğe sahip çıkmasını hatırlatmasını görüyoruz.Yani toplumun sorunlu tarafına bakıp yılgınlığa kapılabilir veya hayatının ipini eline alan cesur insanların tarafına bakıp umut taşıyabiliriz. Nereye baktığımız bu açıdan çok önemli. Bendeniz’de Joyce ile Çevirmenin tarafı umuttan yana./Archive/2021/4/1/180958818-ic9-.jpgJOYCE VE SOSYALİZM!- Joyce’un sanatçının halk ile teması ve sanatın gerçekle araya mesafe koymamasına ilişkin tavrı da önemli kuşkusuz. Özellikle Dublinliler’i yazma sürecinde Joyce’un sosyalizmle ilişkisi, temasına ilişkin sonra tam da o bağlamda sizin ve okurlarının içindeki, içimizdeki İrlandalıyı harekete geçirişine ilişkin düşüncelerinizi burada da dile getirir misiniz?Joyce, beni ille de bir siyasi fikre dahil edecekseniz, bu sosyalizm olurdu, diyor ama bunu dile getirirken bile temkinli. Çünkü aslında hiçbir ideolojik kalıpla kendisini sınırlamak istemiyor. Bunu, kendisi hazır İstanbul’a gelmişken, bize çok şey ifade eden “İçimizdeki İrlandalı” tanımıyla açıklamaya çalışayım.Mustafa Denizli’nin bir futbol maçının ardından dile getirdiği bu söz daha çok ihaneti vurgular. Oysa önemli olan Mustafa Denizli’nin itirazı, kokuşmuş düzene başkaldırısıdır. İşte Joyce’un siyasetle ilişkisi de bu yönde. Biat etmek, baş eğmek, kabuğuna çekilmek yerine gerektiğinde itiraz etmeliyiz. Gerektiğinde İrlandalı olmalıyız. Ancak o zaman sosyal eşitsizliğe ve baskıya karşı direnç sergileyebiliriz./Archive/2021/4/1/181008787-ic10.jpg‘DİN İLE MESAFELİ AMA ATEİST DEĞİL’- Ya din? Din ile ilişkisinde, derdinde hangi duygular baskındır? Dublinliler’deki rahip gibi; dinin ve toplumun felç halini yorumladığı anlar yapıtlarında nasıl vücuda gelmiştir?“Çoklu benliğin ideal örneği” olarak nitelenen Bloom ile getirilen yorum ve dine eleştirelliğinde Bloom ile getirdiği denge nasıl yorumlanabilir?Okul yıllarını Cizvit eğitimiyle geçiren, koyu Katolik İrlanda toplumunda yetişen Joyce, bir yaştan sonra dinle arasına mesafe koyuyor ve dini kurumları kıyasıya eleştiriyor. Ama birçok okurun sandığının aksine ateist değil. Hatta ateist olan kardeşi Stanislaus ile bu konuda sık sık tartışıyorlar.Joyce’un derdi, iktidar alanına dönüşen papalıkla, saçma gördüğü kilise ritüelleriyle ve bu kurumların kendilerini sorgulanamaz göstermesiyle. Şu sözünü çok değerli bulurum; Papa keşke samimi bir Hıristiyan olsaydı, der. O kadar çok şey anlatan bir cümle ki. Yani din, ancak ve ancak kişisel inançla ilgili bir alandır ve dini kurumlar, samimiyetlerini ispatlamak zorundadır. Açlığın kol gezdiği bir dünyada, din adına şaşaa yaşayan, toplumu zihinsel felce sürükleyen kurumlarla hiç işi yok ama yaratıcı fikirle de ters düşmüyor.- Joyce’un yaşadığı şehirler; Dublin, Trieste, Paris. Zürih... Bu kentlerde çağın hangi sancılı aralıklarında yaşamış James Joyce?Dublin’deki ilk gençliği, bağımsızlık öncesi karmaşık döneme denk gelir. Trieste günleri 1. Dünya Savaşının ayak sesleriyle geçiyor. Zürih, her iki dünya savaşında da güvenli liman. Paris ise asıl üretim sürecini yaşadığı kent. Böyle bakıldığında, tüm o gergin zamanların Joyce’u beslediğini düşünebiliriz. Velhasıl oldukça zorlu bir hayatı var esasen. Bu kentlere şimdi bir de İstanbul eklendi./Archive/2021/4/1/181109708-ic11-.jpg‘METİNLERİNDE KADIN ÖN PLANDADIR’- Romantik Joyce’u da sormalı. Nora’dan Latife’ye “Ah kadınlar. Ne onlarla ne onlarsız” duygusunu baki kılarak kadınlarına hep iç çekerek dikkat kesiliyor...Joyce metinlerinde kadın çok ön plandadır. Eserlerin yazıldığı dönemi düşünürsek, bu daha da önemli hale geliyor. Dublinliler bir kadının, en yakınındaki eşi tarafından anlaşılmaması üzerine sonlanır. Portre’de Dedalus, sanat imgesine bir kadın üzerinden ulaşır. Ulysses boyunca iki adamın sözü edilir ama çok değerli sonsözü, hiç eğip bükmeden Molly, yani kadın dile getirir. Finnegan’ın özü hayat kaynağı kadın yani Anna Livia Plurabella’dır.Ben bu bağlamda Joyce’un, baskın eril düşünceye, erkek iktidarı fikrine karşı kadın merkezli düşünceyi öncü kılmasını çok değerli buluyorum. Hem de yüz yıl önce.Bendeniz’de de Joyce, pek de konduramadığı Latife’nin sade ama sağlam görüşü karşısında sus pus olur, en büyük dertlerinden birisi onu gereğince anlayamamaktır./Archive/2021/4/1/180702898-ic1-.jpg‘JOYCE, HER METNİ AŞILACAK ESER OLARAK GÖRÜR’- Joyce’un Shakespeare yapıtlarına, metinlerine bakışındaki temkinli saygıyı nasıl yorumluyorsunuz?Joyce, her metni aşılacak eserler olarak görüyor. O nedenle Shakspeare veya başka yazarlar üzerinde yaratılmış uzman kültünden rahatsız. Belki işin içine biraz Britanya-İrlanda meselesi de giriyordur ama Joyce aynı tutumu kendi eserlerine karşı da sergileyecek kadar net ve dürüst bu konuda. Finnegan’da düpedüz Ulysses ve Portre ile eğlenir. Yani bize, oku anla ve saygı duy ama hiçbir eseri veya yazarı puta dönüştürme diyor.- Çeviride hangi yöntemi kullanıyorsunuz? Sadece ben değil romanda Joyce da soruyor bunu çevirmene?Romanda bu soruya verilen yanıtı aslında, Finnegan’ın Hollandalı çevirmeninden emanet almışımdır. İşi biraz da dalgaya vurarak 29 farklı yöntemden bahseder Eric. Benim yöntemime gelince ki şimdi “yöntem” dediğimde biraz gerildim, yani yok öyle yöntem falan. Akademik açıdan vardır da bende yok. Joyce Türkçe bilse bunu nasıl yazardı diye düşünüp sonra çeviriyorum. İlle de adı konacak veya tanımı yapılacaksa, yöntemim böyle bir şey sanırım.- Romanın çizimlerinden de bahseder misiniz?Kapak resmini ve iç sayfalarda, Joyce’un İstanbul’da dolaştığı sokakları gösteren haritaları eşim Ayşegül Sevimay çizdi. Eline sağlık. Çünkü evet, Joyce o sokaklarda gerçekten dolandı. Ayağına sağlık. Oturdu çay içti, boğazı seyretti. Resimlerde de görüldüğü üzere bizzat şahidiz.- Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi?Bir öykü dosyasını tamam edip, Joyce’tan sonra öyküyle de vedalaştım. Yeni roman için de ufak ufak okumalar yapıyorum. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim; tarihte ve güneyde bir yerlerde geçiyor. Belki de kuzeydedir, bilmiyorum.Benden’iz James Joyce / Fuat Sevimay / İthaki Yayınları / 512 s. / 2020. Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Gülügül ile tartarlar! Feridun Andaç'ın yazısı...

Gülü gül ile tartarlar! Feridun Andaç'ın yazısı... Sanırım asıl yazma cesaretini Sait Faik’te, Halikarnas Balıkçısı’nda, Yaşar Kemal’de buldum. Onlar gibi yazmak değildi derdim, sadece yazabilmekti. Okuyarak yazmak… Ve şimdi, bir “üçleme” ile o açılışı yapmak zamanı gelmişti. Yaşamımızdaki belirsizlikleri, kopuş ve bağlanışları; unutuluşları, sürgünlükleri ve sürüklenişleri bir arada nasıl yaşıyoruz bunu anlatıyor bu “üçleme”... Kaplıcada Son Yaz, Sandım ki Göğün Cennet’le başladı, Dünyayı Saran Sessizliğin ve Arzen’de Zaman’la sürecek. /Archive/2021/4/1/180301525-kapakic1.jpgKURMACANIN VE YAŞAMIN GERÇEKLİĞİTolstoy ve Dostoyevski bize “tarih” anlatmaz, “tarihselleştirilmiş biçimleri” bir edebi yapıtta / romanda nasıl kullanabileceğimiz gösterirler. Orada tarihsel hakikat / doğruluk yoktur, kurmacanın ve yaşamın gerçekliği vardır. Romanı, 19. ve 20. yüzyılda başat tür kılan da budur.Romancının burada, modern romanı kurarken üç yolu yordamı vardır etki kaynağı olarak: Homeros’un epik anlatıcılığı; Cervantes’in tarihsel bilinci/bakışı; Shakespeare’in dramı/nın çok sesli anlatıcılığı.Çokseslilik… Bunu Bahtin, “karnaval anlatı” olarak nitelendiriyor. Dostoyevski ve Tolstoy’da olanı yani!İyimser Tolstoy, karamsar Dostoyevski iki ucu oluşturur roman sanatında. O nedenle içerik olarak yaklaştığımızda romanlarıyla ayna tuttukları çağ onların hakikate bakışlarını yansıtır.Yapıtlarının içerdiği bütünlük kendi anlam ve yorum alanlarının “ide”sini var eder. Orada bize / okura yansıyan da; hayatımıza dokunan duygu ve düşüncelerin neyi, nasıl ivdirdiğidir.DİLSEL YARATI HER ŞEYİN BAŞI!Kuşkusuz bir anlatıcı için dilsel yaratı her şeyin başıdır. Anlatacağınız konu, mesele ettiğiniz sorunlar, onlarla gelen / biçimlenen izlekler enikonu dilin elinde güle dönüveriyor.Bir bakıma Nesimî gibi söylersek: “Gülde terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Gül ile gül satarlar/ Çarşısı pazarı güldür gül”.Bir anlatıcının konusu / meselesi dilin çarşı pazarından geçer. Eğer o dil çadırını kuramazsanız, her söylediğiniz yavandır, avara kasnak hayalinin döngüsüdür… Övgüleyip dillendirdiğiniz her bir şey sizin yavan, eklektik düşüncelerinizin bir “tezahür”üdür. Ki, bu da okur avcılığıdır.Şöyle dersek; iyi anlatıcının öncelikle işi dildir dil. Bunu anlatınıza başat kılmadığınızda, söylediğiniz her bir şey yavandır, eksiktir, zabıt katipliğidir. Nerede, nasıl arz-ı endam ederseniz edin, değirmeninizi döndüren gülden (dilden) yoksunsanız eğer, sizi gül ile döverler!KENDİ KURMACA YOLUMÇocukluğumdan beri dinlediğim masallar, hikâyeler; sinemayla buluşmam, fotoğrafın ve resmin bendeki keşfi kurmaca dünyaların gerçekliğine tutulmamı sağladı diyebilirim. Roman okurluğunun ötesinde roman yazma düşünü o günlerde edindiğimi, hatta ilk adımlarımı attığımı söyleyebilirim.Gogol’ün Ölü Canlar’la karşıma çıkması, Cervantes’in Don Quijote’u benim için yeni bir kıtanın keşfi gibiydi. Jack London ise o yeniyetme çağımda Martin Eden’la beni tutkulu bir yolculuğa çağırıyor, yeni yazarların (Steinbeck, Hemingway) izine düşürüyordu.Sanırım asıl yazma cesaretini Sait Faik’te, Halikarnas Balıkçısı’nda, Yaşar Kemal’de buldum. Onlar gibi yazmak değildi derdim, sadece yazabilmekti. İşte beni Dostoyevski’ye, Tolstoy’a, Çehov’a, Balzac’a, Stendhal’e, Flaubert’e, Kafka’ya, Camus’ye götüren yolun yolculuğu öyle başlamıştı. Okuyarak yazmak…KAPLICADA SON YAZVe şimdi, bir “üçleme” ile o açılışı yapmak zamanı gelmişti. Yaşamımızdaki belirsizlikleri, kopuş ve bağlanışları; unutuluşları, sürgünlükleri ve sürüklenişleri bir arada nasıl yaşıyoruz bunu anlatıyor bu “üçleme”...Üstkurmacanın oyunbaz yanına başvurmam bir fantezi değil, bir gereklilik. Dağılan, çözülen yaşamları çok yönlü bir bakışla anlatabilmenin bir formudur bu üstelik. Yaşananı gören, görüleni hisseden, hissedileni yorumlayan...Ötesi bir karnavala dönüşen hayatımızın labirentlerine yöneldiğimizde orada daha çok var olduğumuzu gözleriz. Kopamadığımız çocukluğumuz, bizi iyi kılamayan aile, yetiştirip tutamayan ülke hep sorgumuzdadır bu süreçlerde...Bugünün dünyasına yeni bilinç, yeni bir bakışla bakmak kaçınılmaz. Bir romanda konumuz tek başına her şey değildir. Onu biçimleyen, var eden her bir şey romanın parçalarını oluşturur. Yazılan zamanla anlatılan zaman da buna dahil ve elbetteki anlatıcı/lar...Yeni çağdaş roman fotoğraf çekmiyor artık. Duyuşun da sezişin de ötesine geçiyor. Yaşamda edilgen görünen her bir şey işte o bakışla devinip yeni bir dile dönüşüyor.İşte bu yaratım sürecinde elinizdeki dili enstrüman olarak kullanmayı seçiyorsunuz. Ama çok seslilik esasına göre. Dilinizi renklendirerek yazıyorsunuz. Benim yaptığım da bu...Romandaki belirsizlikler yaşamdaki belirsizliklerin de bir yansımasıdır. Yaşandıkça, gidildikçe ortaya çıkıp biçimlenebilecektir. O nedenle kahramanların dünyasında görülenler de yer yer fludur. Ne olacağı, nereye yönelineceği belirsizdir. O nedenle de karmaşık olanların bileşkesi üzerine kurulmuştur roman.Evet tanımlamalardan yola çıkmadım. Ayrışmaları göstermek, belirsizliğin belirsizliklerini hissettirmek istedim.Eşzamanlılık anlatının ortak paydaşıdır adeta. Kahramanların dünyasına buradan bakılır. İçinden geçilen döneme yönelik göndermeler de bunu içerir...Romanda flu kalan yanlar var. Özellikle geçişler ve dönüşlerde. Kronolojik bir “hikaye” anlatmadığıma, yaşayan kişilerin baskısı ve bilincine anlatıyı bıraktığıma göre; onların “irade” ve “bakış”ları her şeyi belirleyendir.Yani “tanrı-anlatıcı” kendini sırlayıp, anlatısını Kerem’e, Ömer’e ve Anlatıcı’ya bıraktı. Newton yasası gibi bir ivmesi olmalı zamana / döneme, hatta tarihsel / dönemsel gerçekliğe dönük bakışı olan bir roman(cı)nın.Kaplıcada Son Yaz; Sandım ki Göğün Cennet’le başladı, Dünyayı Saran Sessizliğin ve Arzen’de Zaman’la sürecek. Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki

Füsun Akatlı’ya mektup! Pınar Kür'ün yazısı...

Füsun Akatlı’ya mektup! Pınar Kür'ün yazısı... Bugün deneme ve eleştiri yazınımızın önemli isimlerinden Füsun Akatlı’nın 75. Doğum günü. On yıl önce yitirdiğimiz Akatlı’yı yakın arkadaşı Pınar Kür’ün ona seslendiği mektubuyla anıyoruz. /Archive/2021/4/1/180116119-kapak-.jpg Sevgili Füsun, Küba yolculuğumuz ne kadar güzeldi! Bizi Türk Elçiliğine götüren otobüs yanlışlıkla Fidel Castro’nun sarayının bahçesine girdiğinde önümüzü kesen muhafızlar ne tüfek ne tabanca çekmişler, “yüz metre gidin, sola dönün” diyerek yol göstermişlerdi. Özgür bir ülkede olduğumuzu hissetmiştik. Ne keyifli günlerdi… Ocak ayı, yıl 2010. Sağlıklıydın. Sonra değildin. Seni kaybettiğimiz gün canımın nasıl yandığını benden başkası bilemez. Çok değerli, çok sevgili bir dostumu yitirmiştim. Kimi kez tartışsak da çoğu kez uzun uzun dertleşirdik. Paylaşacağımız çok şey vardı. Ayrı ülkelerde büyüdüğümüz için geç sayılabilecek bir yaşta tanışmıştık. Gene de 12 Mart döneminde, Ankara’da geçirdiğim iki buçuk yıl zarfında, aynı çevrelerde dolaştığımız halde neden hiç karşılaşmadık, bilmiyorum. Neyse, geç de olsa. Temelli bir dostluk kurabilmiştik. /Archive/2021/4/1/180052651-ic2.jpg “DUR BAKALIM FÜSUN NE DİYECEK?” İlk üç romanımdan sonra ne zaman bir romanın ya da öykünün sonuna yaklaşsam, “Dur bakalım, Füsun ne diyecek?” derdim kendi kendime. Çünkü ilk iki romanıma yazdığın “orta halli” eleştiriler bana bir şeyler öğretmişti. Ve ne yazık ki başka hiçbir anlı şanlı eleştirmen bana hiçbir şey öğretmedi. Gittiğinde en çok buna üzülmüştüm: Füsun’un ne diyeceğini nerden bileceğim? Pirandello’nun bir oyununda mealen (mealen çünkü tezi yazalı 51 yıl oldu) şöyle bir laf vardır: Biri öldüğünde, o sizin hayatınızdan çıkmaz; geride kalanı asıl üzen ölenin gözünde kendisini kaybetmiş olmaktır. Aynen öyle, sen beni artık okumuyorsun, düşüncelerini benimle paylaşmıyorsun. /Archive/2021/4/1/180103229-ic3.jpg SEN ARAMIZDAN AYRILALI Sen aramızdan ayrılalı geçen on yıl içinde neler oldu neler. Hiçbirimizin aklına gelmeyen, hafsalasına sığmayan bir dikta rejiminin içine sıkıştık kaldık. En güçlü, en zorba, en astığı astık kestiği kestik padişahların bile yaşatmadığı zulümlere maruz kaldık. Eskiden de baskı vardı, biliyorsun; ama hiç değilse çıkarıldığımız mahkemelerde (hattâ sıkıyönetim mahkemelerinde) aklanır, işimize devam ederdik. Geçti o günler. Şimdilerde başkasının yazdığı bir twiti beğendi diye seksen yaşındaki dedeyi sorgusuz sualsiz içeri tıkıyorlar. Güler misin, ağlar mısın? Osman Kavala diye son derece nazik, son derece akıllı ve sakin, son derece uygar ve kültürlü bir adam vardı, hani. Onun günün birinde hapislerde sürüneceğini söyleselerdi inanabilir miydik? Üç yıldan fazla bir süredir içerde. Hem de bir sürü uydurma suçlamalardan beraat ettiği halde, hem de AHİM’in verdiği tahliye kararına rağmen… Yazar, çizer, gazeteci arkadaşlarımızın (yaşıtlarımızın) kaç tanesinin tutuklu olduğunu söylemek bile istemiyorum. Dünya genelinde, hapisteki gazeteci sayısında başı çekiyoruz. Peki. Dışardakiler iyi mi bari? Hani film festivalleri, müzik festivalleri, tiyatro festivalleri olurdu. Güzel filmler, konserler, oyunlar izler sonra gidip bir yerde iki kadeh içer, tartışırdık. Geçti o günler. Türk parasının anormal değer kaybı sonrası konserler ateş pahası oldu, ben de düşüp belimi kırdığımdan Açık Hava Tiyatrosunun taşlarında uzun süre oturamıyorum. İki tek attığımız yerler de tatsızlaştı. Ne Papirüs var artık ne Şadırvan ne Ziya ne de Çiçek Bar. Yani belki vardırlar da bizim zamanımızdaki gibi olduklarını sanmıyorum. /Archive/2021/4/1/180009698-kapak-ic1.jpg NİCEDİR SENİNLE DERTLEŞEMEDİĞİMDEN Nicedir seninle dertleşemediğimden, aklıma gelen her şeyi söylüyorum işte. Daha en kötüsüne gelmedi sıra. Hapisteki gazeteci sayısında başı çekiyoruz dedim ya, birinci değil de ABD’den sonra ikinci geldiğimiz bir başka konu var. Gerçi nüfusumuz onlarınkinin üçte birinden az olduğuna göre, istatistik hesabıyla birinci olmamız da mümkün. Dünya çok uzun süredir görülmemiş bir salgınla boğuşuyor son beş aydır. Evlerde tecrit altındayız ve daha ne kadar süre böyle kalacağız bilemiyoruz. Dünya hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak, diyenler var. Olmaz elbette, ama yenisi daha mı iyi olacak? Önce Avustralya’da (oranın yaz aylarında) aylarca söndürülemeyen orman yangınları baş gösterdi. Çevreyi koruma seferberliğine tamamen duyarsız olan (ABD ve Türkiye’deki kadar) küçük kıta, kömür ocaklarını inatla işletmeye (Türkiye gibi) devam ettiğinden yer üstündeki yangınlar yer altındaki kömürlerle beslendiğinden ilerledikçe ilerledi… O sırada, ‘galiba kıyamet koptu da insanların haberi yok,’ demiştim. Çok geçmeden kıyametin büyüklüğünden herkesin haberi oldu gerçi. Bana sorarsan (soramıyorsun çünkü yoksun) DOĞA bağırsaklarını temizlemeye girişti. Doğaya en çok zarar veren, hatta onunla savaşmak suretiyle ayakta kalmayı başaran canlı hangisi? Doğal kaynakları acımasızca tüketen, kendisi dışındaki canlıları katletmekte en ufak bir sakınca görmeyen canlı kim? Havayı kirleten, ozon tabakasını delen canlı kim? O canlıyı bünyesinden mümkün olduğunca temizlemeye çalışıyor DOĞA. Ne kadar başarılı olacağı önümüzdeki aylarda belli olacak. İnsanoğlu doğa ile savaşarak ayakta kalmayı başarıyor öte yandan, bir aşı bulacaklar elbette. Ama bu döngü tekrar tekrar yinelenecek. Gün gelecek… Ne olacak… Gün geldiğinde biz burada olacak mıyız? Bir arkadaşımla telefonda konuştum birkaç gün önce. “Bu günleri de görecekmişiz” dedim. “Görmeseydik de olurdu,” dedi. Sen görmedin. İyi oldu. Pınar Kür




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter