News - Haberler
Hızla büyüyen kripto sanat dünyası: Sanatçılar ve koleksiyoncular ne diyor?
Giderek inanılmaz bir hızla büyüyen 'kripto sanat' piyasası, sanat dünyasını geri dönülmez bir şekilde değiştirmeye ve sanatçılara yeni fırsatlar sunmaya başlıyor.Habere Gitmek için TıklayınCovid-19: Brezilya yeni varyantlarınüreme alanıolabilir mi?
Biliminsanları Covid-19 hızla yayılırken, çok sayıda kısmen aşılanmış insanın, aşılanmamış insanlarla karışmasının, aşının etkinliğinden kurtulabilecek çok sayıda varyant için bir "güçlü bir üreme alanı" yaratabileceği uyarısında bulunuyor.Habere Gitmek için TıklayınLillördag: Kuzey Avrupa'nın 'Küçük Cumartesi' geleneği, stresten arınmak için bir model olabilir mi?
Çarşamba günleri arkadaşların bir araya gelmesine İskandinav kültüründe "Küçük Cumartesi", yani "Lillördag" deniyor. Peki bu gelenek stresten arınmak için bir model olabilir mi?Habere Gitmek için TıklayınOxford aşısıtartışmasıİngiltere basınında: 'Elde aşıolmayınca, askıya almak daha kolay'
İngiltere basınının manşetlerinde, Almanya, Fransa ve İtalya'nın da aralarında bulunduğu çok sayıda Avrupa Birliği ülkesinin Oxford-AstraZeneca aşısının kullanımını askıya almasıyla başlayan tartışmalar yer alıyor.Habere Gitmek için TıklayınKuyumcudan 500 gram teminat tepkisi
Kuyumcudan 500 gram teminat tepkisi Ticaret Bakanlığı kuyumculuk faaliyetlerine düzenleme getirmek üzere “Kuyum Ticareti Hakkında Yönetmelik Taslağı” hazırladı. Görüşe açılan taslağa göre kuyum ticareti yetki belgesine sahip kuyum işletmeleri tarafından yapılabilecek. Belge için vergi borcu bulunmaması şartı aranacak. Ayrıca, kuyumcuların 18 yaşından büyük, en az lise mezunu, konkordato talebinde bulunmamış, 5 yıldan fazla hapse mahkûm edilmemiş, dolandırıcılık, rüşvet gibi suçlardan hüküm giymemiş olması gerekecek.500 GRAM ALTIN TEMİNATAyrıca kuyumculuk faaliyetinde bulunabilmek için kamu sermayeli bankalar veya kamu sermayeli katılım bankalarında kuyum işletmesi adına açılan hesaba 500 gram altın teminatı yatırılması gerekiyor. Teminat, mevduat hesaplarında ya da katılım fonu hesabında bloke olarak izlenecek. CHP Tekirdağ Milletvekili İlhami Özcan Aygun, kuyumcuların taslağa ilişkin eleştirilerini dinledi. En büyük tepki teminat konusunda oldu. Kaynak arayışındaki iktidarın, tıpkı bütçe açıklarını kapatmak için “halka çöken” Osmanlı’daki adaletsiz “salma uygulamaları” gibi yöntemlere başvurduğunu söyleyen Aygun, “Yetki belgesi almak için yarım kilo altını (209 bin 500 TL) kamu sermayeli bankalara yatırma şartı var. Tüm kuyumcuların aynı oranda sermayesi yok, kazançları aynı değil. 209 bin 500 lira teminat istenmesi insafsız ve adaletsiz bir uygulama. İstanbul Kuyumcular Odası, 500 değil 200 gram altının nakde dönüştürülebildiği yazılı teminat gibi bir modelden yana. Bunun da vergi, resim, harç ve yükümlülüklerinin ilgililer tarafından karşılanmasını istiyorlar” diye konuştu. Mustafa ÇakırSağlık BakanıKoca, illere göre haftalık vaka sayısınıaçıkladı
Sağlık Bakanı Koca, illere göre haftalık vaka sayısını açıkladı Sağlık Bakanı Koca, illere göre son bir haftada 100 bin kişide görülen Covid-19 vakası sayılarını açıkladı. İllere göre 6 - 12 Mart'ta Covid-19 vaka sayısı her 100 bin kişide İstanbul'da 178,25, Ankara'da 68,53, İzmir'de 78,57 oldu.Haftalık verilere göre 100 binde en fazla Covid-19 vakası, Samsun, Sinop, Giresun, Balıkesir ve Kilis'te görüldü.100 binde en az Covid-19 vakası görülen iller Siirt, Şırnak, Hakkari, Şanlıurfa ve Batman olarak sıralandı.Ayrıntılar geliyor... AAMemet Fuat...
Türkçe Haberler En Son Başlıklar Memet Fuat... Memet Fuat... Eleştirmen, deneme, inceleme, anı, günce, öykü-roman yazarı, çevirmen, futbol, voleybol antrenörü, spor akademisinde öğretim üyesi, yayıncı, gençliğinde bir ara mimar yardımcısı, inşaatçı… Uğraştığı bütün alanlarda titiz, özverili, Nâzım Hikmet’i tanımlarken sık sık yinelediği gibi kendisi de iyi, çok iyi bir insandı. 19 Aralık 2002’de yitirdiğimiz Memet Fuat’ın ölüm yıl dönümünde burada yalnızca eleştirmen kimliğine göz gezdirilmesi, bu alanın ötekilerden daha öne geçtiğini düşündürmesin. Memet Fuat ayrı ayrı bütün uğraşlarında çıtayı hep en yukarıya taşımayı başaranlardandı. /Archive/2021/3/15/194209240-3-.jpg“Anlamaya, anlatmaya çalışan, yıkıcı olmayan bir eleştiriye doğru gitmeliyiz. Eleştiriyi önyargılarımızı doğrulamak için değil, yargılara varmak için kullanmalıyız; bir kavga aracı olarak görmemeliyiz, kişisel duyguların çok üstünde, bir gerçeklere varma aracı olarak görmeliyiz.”Memet FuatYAŞAMA YOLU19 Aralık 2002’de yitirdiğimiz Memet Fuat’ın düşüncelerini, yazı dünyasına katkılarını kavramak için, kendisini nasıl algıladığını, izlediği yaşama yolunu anımsatmak yararlı olacaktır.“Doğruluktan uzak bir insan olduğumu sanmıyorum. Kalemi elime aldığımdan bu yana, hiç kimsenin baskısına boyun eğmeden, yalnız doğru bildiğimi, doğru olduğunu sandığımı yazdım. Yanılmam demiyorum, yanılırım, ama kimseye kötülük etmem, etmedim.”“Bir kuşağı, ya da bir sanatçıyı toptan yansımak isteğini hiçbir zaman duymadım. (…) Benim işim, her şeyden önce, anlamaya çalışmak, anlayabildiklerimi okuyuculara iletmektir. (…) Dostlukların, düşmanlıkların, kahve köşelerindeki sövüşmelerin etkileri benim yazılarımın kıyısından bile geçmedi bugüne kadar.”“Birtakım sanatçıların, yazarların birbirlerine sokulup bir çevre kurmaları, yazılarını, yargılarını dostluklara, sevgilere açmaları ısınamadığım işlerden. (…) “Kavga eleştirisi yapmamam, arkadaş topluluklarına uzak durmam sanatçılar karşısında bağımsızlığımı korumak istemem yüzünden (…) önyargılı eleştiri yapmakla, arkadaş toplulukları kurmakla, belli sanatçıları övmekle suçlandım.”“Yetenekli birini gördüm mü, sanki bir sorumluluğum varmış gibi, hemen elimi uzatırım. Yürümeye başladı mı da hemen çekilirim kenara.”/Archive/2021/3/15/194022610-6-.jpg‘ELEŞTİRİNİN SANAT OLDUĞUNU SAVUNDU’Yarım yüzyılı aşan eleştirmenlik yolculuğuna başlarken bilimselleşme eğilimine karşı, eleştirinin bir sanat olduğunu savunuyordu:“Gerçi bilimsel eleştiriye yönelişi destekledim, övdüm, yücelttim, ama öznel eleştirinin yaratıcılık sürecindeki önemli yerini belirtmekten de hiç geri durmadım.”1950’lerde edebiyat dünyamıza egemen olan eleştirmen Ataç’tı. Genç Memet Fuat’ın yazılarını Ataç sık sık konu ediniyor, ona eleştiriler yöneltiyor, Memet Fuat’ın da tatlı-sert yanıtlar kaleme aldığı görülüyordu.Dünyaya, topluma, edebiyata bakışlarındaki ayrılıklar Memet Fuat’ın Ataç’la ilgili değerlendirmesini hiç etkilemedi. Yaşamı boyunca ondan aldığı etkileri hep dile getirdi:“Günümüzün sanatçılarına, eleştirmenlerine yazı yazmayı Nurullah Ataç öğretti. (…) Yazarın dile önem vermesi, her sözcüğü her tümcesi üzerinde durarak yazması gerektiğini ilk kimden duyduk, kimde gördük? (…) Yalnız dile önem vermeyi mi öğretti bize Ataç? Ya yıllar yılı her yeniliği anlamaya, anlatmaya çalışması? Gençlerin yazılarını bıkmadan, üşenmeden okuyup değerlendirmesi! Onlarla tartışmalara girmesi Saçmalıklara, aşırılıklara karşı koyma çabası!”/Archive/2021/3/15/194048281-7-.jpg‘O’NA GÖRE ELEŞTİRMEN YAŞAYAN İNSANDI’Yine 1950’lerde Ataç eleştirisi “öznel eleştiri” diye nitelenmeye başlanmıştı. Buna karşıt olarak artık daha çok “nesnel eleştiri” savunuluyordu. Bu anlayışa dayanan ürünler birer ikişer kendini gösteriyordu.Daha ilk eleştiri yazısında kendini adayacağı yazı türünün amacını; “Sanat yapıtını okuyucuya, dinleyiciye, izleyiciye yakınlaştırmak, açıklamak, daha kolay anlaşılır kılmak ve sanatçıya yol göstermek” diye belirlemiş olan Memet Fuat; eleştirmeni de “herhangi bir sanatçı gibi, bir dünya görüşü, bir sanat anlayışı olan, bir yan tutan, kısacası ‘yaşayan’ insandır,” diye tanımlayacaktı.Eleştiride hiçbir yöntemi üstün görmediğini sık sık yinelemiş, her yöntemin uygulanmasından bir şeyler umduğunu belirterek, “çok sesliliği” savunmuştur. Eleştirinin yol haritasını çizerken izlencesinde şu ilkelere yer veriyordu:“1- Yazılarımızda yüksekten konuşmamayı, sanatçılara büyüklük taslamamayı öğrenmeli. 2- Tartışmalarımızı karşımızdakileri alt etmek için değil, birlikte gerçekleri bulup çıkarmak için yapmamız gerektiğini unutmamalı. 3- Yargılarında yanılabilecek birer insan olduğumuzu bilmeli. 4- Dostlukların, düşmanlıkların etkisinden kurtulmayı, yergiden, övgüde kaçınmayı başlıca amaç edinmeliyiz.”/Archive/2021/3/15/194038938-2-.jpg‘ELEŞTİRİ ÇIĞIRI, İZLENİMCİ ELEŞTİRİYDİ’“Nesnel eleştiri, bilimsel eleştiri” uygulamaları karşısında Memet Fuat küçümsenen “öznel eleştiri”ye bağlı sayılmaktan hiç yüksünmedi. Ancak bu eleştiri çığırının “izlenimci eleştiri” diye adlandırılmasını öneriyordu.Okurlarına öznel eleştiri gücünün şöyle kazanılabileceğini anlatıyordu:“Başkalarının değerlendirip öne çıkardıkları seçkin örnekleri anlamaya, başarılarının gizine varmaya çalışarak okumak, bakmak, izlemekle… Seçkin örneklerle uzun süre içli dışlı olmak, onlarla birlikte yaşamakla… Çok önemli bir beğeni geliştirici ise o örnekler üzerine yazılmış seçkin eleştiri yazılarını okumaktır… Dahası, o sanat türüyle ilgili kuramsal yazılar okumaktır…”“Bilimsel eleştiri” uygulamalarını da şöyle değerlendirmişti:“Sanat alanında bilimler son sözü söyleyemiyorlar. Bilimlerden yararlanılıyor, öznel yargılardaki yanılmaları azaltma yolunda büyük oranda yararlanılıyor. Ama son sözü söyleyen gene öznel eleştiri. Gene yanılma payı olan, bilimsel kesinlikleri bulunmayan eleştiri…”“Bilimsel eleştirinin sanat sorunlarını bilim kesinliğiyle çözüvereceğini, sanatı aydınlığa çıkaracağını, hele değerlendirme bakımından yanılmazlığa ulaşacağını hiç sanmam.”/Archive/2021/3/15/194104375-9-.jpg‘GÖZDESİ DENEME TÜRÜYDÜ’“Öznel eleştiri”ye ayrıcalık tanıyan yazar, değer yargılarını verirken elbette “beğendim - beğenmedim” diye kestirip atanlardan değildi! Çalışmalarını sabırlı, uzun incelemeler besliyordu. Gözdesi olan yazı türü “deneme”ydi. Edebiyata bu pencereden bakmayı seviyordu. Ama inceleme yazıları, inceleme kitapları da az değildir:Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi (1920-1970), Nâzım Hikmet (Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmeleri gibi çalışmaları, çağdaş Türk edebiyatı tarihinin önemli kaynaklarını oluşturur. Zengin kaynakçayla beslenen bu yoldaki çalışmaları - kimi zaman şaşırtan, tepki de yaratan - öznel değer yargılarının gerekçelerini sergiler.İncelemeler isimli kitabındaki yer uzunlu kısalı yazılar arasında Pınar Kür’ün Yarın…Yarın... romanını, Mavi Hareketi’ni (Sosyal Gerçekçilik ile Sosyalist Gerçekçilik nasıl birbirine karıştırıldı?), Yeni Dergi’de Şairler’i, 1960 Sonrası Türk Yazınının Gelişmeleri’ni, “Yunus Emre’de Hoşgörü’yü, Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana romanını konu edinen çalışmalarını yine aynı ilkeler şekillendirmiştir./Archive/2021/3/15/194058984-8-.jpg‘TOPLUMSALCILIKTAN ÖDÜN VERMEDİ’Ona göre yazmak, bir düşünce sürecidir. Bu eyleme okurlarının da katılmalarını bekler. Sorular sorar, yanıtlarını kendisi verse de okuru kendi görüşlerine çekmeye çalışmaz. Okuru inanmaya değil düşünmeye yöneltmektir kaygısı.Hoşgörülüdür, ileri sürülen görüşleri tam olarak kavramaya çalışır. Kendi dünya görüşünden, toplumsalcılıktan ödün verdiği görülmemiştir. Ancak toplumsalcı eleştirmenin söz gelimi bir Nâzım Hikmet’in şiirinde bile eksik yanlar, başarısızlıklar görüyorsa bunu dile getirmesini bekler.Yayıncılık serüveninden söz ederken, “Üniversitede öğretmen olmak üzere öğrenim görmüştüm, İngilizce öğretmeni olacaktım. Sonra yazarlık, yayıncılık ağır bastı. Ama sanırım kişiliğimin öğretmen yanı her alanda öne çıkıyor. Birilerinin yetişmesine katkıda bulunmaktan hoşlanıyorum,” demişti.‘YENİ DERGİ ÖVÜNÇ KAYNAĞIYDI’De Yayınevi’nin kitapları, Yeni Dergi, sonraları Yazko Edebiyat, Adam Sanat dergileri onun bu açıklamasında dile gelen özlemini somutlaştırmıştır. Kapandığında satışı binin altına düşmüş, en parlak günlerinde de iki binin altında kalmış yeni dergi onun haklı övünç kaynağıydı. Dergisinin amacını “ilerici düşüncelere bağlı, nitelikli genç sanatçılara, yazarlara olanak vermek, onları öne çıkarmak, okurlara tanıtmak,” diye tanımlamıştı.Şu açıklamalar da onundur:“Çevremdeki genç yazarları, çevirmenleri belli düşüncelere ya da sanat anlayışlarına yönlendirme yoluna hiç sapmadım. Bir yön verici durumuna hiçbir zaman düşmedim. Onlara istedikleri ölçüde yardımcı oldum. Bunu yaparken de hep çeşitli anlayışlarla karşılaşmalarını sağlamaya çalıştım. Kulaktan dolma bilgilerle yetinmemelerini, kendi araştırmalarına dayanarak sağlam temeller üstünde yükselmelerini özledim.”“Yeni dergi bir bilgilenme özlemine karşılıktı. Özellikle dil bilmeyen okurlara dünyadaki sanat, edebiyat gelişmeleri yansıtılmak isteniyordu. Başta gelen amaç ‘gizleri ortadan kaldırmak, ‘bilinmeyene tapınma’ya son vermekti.”/Archive/2021/3/15/194156380-kapak.jpg‘YAYINCILIĞA ÖZEN GETİRDİ’Açıklamalarında öz eleştiriden de kaçınmamıştır:“Yeni Dergi bir de bazı sanatçıların, doğru düşünceleri, insanlığı yücelten, gönendiren görüşleri sömürmelerini, iyi sanatçı olmadıkları halde, savundukları doğru görüşlerin gücüyle kendilerini olduklarından daha yüksek görmelerini ya da göstermek istemelerini önlemeye çalıştı. Ama bu konuda başarılı olmadı.”İçeriğe kazandırdığı düzeyin yanı sıra Memet Fuat’ın yayın dünyamız getirdiği özen de azımsanmamalıdır. Güç koşullarda, masrafı kısmaya çalışan, gelişigüzel basım teknikleriyle beslenen Bâbıâli kitapçılığı karşısındaki övünmesi haksız değildir:“Hiç çekinmeden, yayıncılığa ‘özen’ getirdiğimi söyleyebilirim. De Yayınevi’nden önce kitapların düzenine, harflerin seçimine, dizgiye, baskıya, düzeltiye pek önem verilmezdi. Bu işin üstüne ilk inatla giden yayıncı ben oldum.”Memet Fuat’ın yapıtları çağdaş edebiyatımızın aynasıdır. Bu aynada toplumsalcı bir edebiyat adamının aydınlık yüzünü görüyoruz. Onu çok daha yakından tanımaya Gölgede Kalan Yıllar (Yapı Kredi Yayınları) adını taşıyan anılarıyla, Ölünceye Kadar (Adam Yayınları) başlıklı güncesi katkıda bulunacaktır. Konur ErtopTürk siyasi hayatında AltanÖymen
Türk siyasi hayatında Altan Öymen Yaşamıyla ve Türk Siyasi Hayatında Altan Abi” kitabı, sadece Altan Abi’nin yaşamını değil Türk siyasi tarihi ve özellikle de CHP tarihi ile ilgili önemli bir kaynak. Çağhan Uyar’ın kitabı Altan Öymen’in sadece kişisel yaşamına değil Türk siyasi tarihi, özellikle de CHP’nin tarihine ilişkin pek çok bilinmeyene ışık tutuyor. /Archive/2021/3/15/193834986-ic1.jpgFotoğraflar: KURTULUŞ ARITÜRKİYE’NİN 60 YILINA TANIKLIKMeslek fetişizmi nedeniyle olsa gerek biz gazeteciler için Altan Öymen denince onun politikacılığı hep arka planda kalmıştır. O nedenle Altan Abi’den söz ederken onun gazeteciliği konusunda yorumlar yapar ve meslek büyüğü olarak tazimde bulunuruz. Oysa o politikacılığı ile gazeteciliği eş zamanlı olarak yürütmüş nadir isimlerden biri. Belki de tek isim. Çünkü gazetecilikten sonra siyasete atılanlar bir daha eski mesleklerine geri dönüş yapmaz yapsa da gazeteciliğini siyasette yeniden yükselmenin aracı olarak kullanırlar. Altan Abi’nin ise meslekte 70.yılını doldurduğu halde hala Ulus’ta başladığı muhabirlik günlerindeki gibi gazeteciliğin hakkını her dönemde vermeyi bilmiştir.Altan Öymen’in meslek yaşamında 60. yılı nedeniyle hazırlanan Altan Abi - Vaziyete Hâkimiz başlıklı kitapta da aralarında benim de bulunduğum dostları yine onun gazeteciliği üzerine yazıp çizmişiz. Geçtiğimiz günlerde Galeati Yayınevi’nden çıkan Çağhan Uyar’ın Yaşamıyla ve Türk Siyasi Hayatında Altan Öymen kitabı onun bir de politikacı kimliği olduğunu anımsattı. Bizim eksik bıraktığımız resim şimdi tamamlanmış oldu.Üstelik Türk siyasal tarihinde Alev Coşkun, Oktay Ekşi ile birlikte en kıdemli milletvekillerinden biri. Bildiğimiz kadarıyla 1960 Kurucu Meclis üyelerinden sadece bu üç kişi kaldı hayatta. Bu üçünün ortak özelliği Alev Coşkun’un gençlik kontenjanından, Oktay Ekşi ve Altan Abi’nin de basın kontenjanından genç yaşta meclise girmeleri.Altan Öymen, Türkiye’nin üç ayrı döneminde de parlamentoda görev yaptı. Hem de en sancılı yıllarda. İlki yukarıda da belirttiğimiz gibi 27 Mayıs 1960 İhtilalinden sonra Kurucu Meclis üyeliği, 1977 ve 1995 yıllarında da CHP Milletvekili olarak parlamentoda görev yapan Altan Abi’nin 1999 genel seçimlerinde parlamento dışında kalan CHP’nin 2000 yılı kurultayında genel başkanlığını da üstlenen biri olarak Türkiye’nin 60 yılına tanıklık etmiş biri. Gazeteciliğini de sayacak olursak bir on yıl daha üstüne koymak gerek./Archive/2021/3/15/193739595-ic2.jpgPEK ÇOK BİLİNMEYENE IŞIK TUTUYORÇağhan Uyar’ın kitabı bu yöndeki eksikliği gidermenin ötesinde, içindeki bilgilerle sadece Altan Öymen’in kişisel yaşamına değil Türk siyasi tarihi ve özellikle de CHP’nin tarihine ilişkin pek çok bilinmeyene ışık tutuyor.Satır aralarında yakın tarihle ilgili bugüne değin bilmediğimiz pek çok olayı öğrenme fırsatı yakalıyoruz. Özellikle de 12 Eylül sonrası CHP’nin kapatılması sonrasında yaşananlara ve parti yönetiminin o dönemdeki faaliyetlerine ilişkin pek çok ayrıntı partinin tarihine merak duyanlar için önemli. Keza CHP’nin 1992’de yeniden açılış süreci ile ilgili gelişmeler de öyle.Mesela; Kurucu Meclis üyeliğine genç yaşta giren Altan Öymen, Alev Coşkun ve Oktay Ekşi’nin sonraki yıllarda parlamentoda görev almamalarının kişisel bir tercih olduğunu düşünürdük. Meğer yeni hazırlanan anayasada milletvekili olma yaş sınırına takıldıklarını bu kitaptan öğreniyoruz.Yine CHP kapandıktan sonra genel başkanlık görevinden istifa eden ve DSP’nin kuruluş çalışmalarına başlayan Ecevit’in o yıllarda “Yalnız bırakıldım, arkadaşlarım beni yalnız bıraktılar” suçlamasının bizatihi kendisi tarafından planlanmış bir politik bir taktik olduğu gerçeğini bütün ayrıntılarıyla yine Çağhan Uyar’ın kitabından öğrenme fırsatını buluyoruz.Gerçi 1985’te o yılların yüksek tirajlı Güneş Gazetesi’nde Güneri Cıvaoğlu tarafından dizi halinde çıkan söyleşisinde Ecevit yine bu iddiayı dile getirdiğinde Altan Öymen’in bunun doğru olmadığı yönünde açıklamalarını anımsıyoruz ama detayları ile kitapta yer alması parti tarihini yazacaklar için önemli bir materyal./Archive/2021/3/15/193724221-kapakic3.jpgDEVRİMCİ EYLEMCİAltan Abi, siyasete Ocak Üyeliği, Ocak Başkanlığı, Milletvekilliği, Bakanlık, Grup Başkanvekilliği ve Genel Başkanlık gibi önemli görevlerinin yanı sıra sakin ve uzlaşmacı kişiliği nedeniyle de, parlamentoda kriz anlarında da diğer partilerle diyalog kurmada da ilk akla gelen kişi olmuş her dönemde. 1979’da Cumhurbaşkanı seçimleri kilitlenince de CHP adına AP temsilcileriyle görüşmeleri yürüten Altan Öymen, parti içi krizlerde de 1980 sonrasında akla gelen ilk isimlerden.Siyasette aktif görevlerinin yanında gençlik yıllarında eylemci olarak da kayıtlara geçmiş. Ancak bu eylemlerden sadece Kızılay’da Menderes’i protesto amacıyla gençliğin yaptığı 555K eylemleri doğru. Onun dışında Madanaoğlu Davası ile İstanbul-Ankara seferini yapan uçağın Sofya’ya kaçırılması olayına adının karıştırılması ve bu iki olay nedeniyle gözaltına alınması trajikomik hikâye olarak tarihteki yerini aldı.Yaşamıyla ve Türk Siyasi Hayatında Altan Abi” kitabı, sadece Altan Abi’nin yaşamını değil Türk siyasi tarihi ve özellikle de CHP tarihi ile ilgili önemli bir kaynak. Yakın tarih meraklılarına duyurulur.Altan Abi - Yaşamıyla ve Türk Siyasi Hayatında Altan Öymen / Çağhan Uyar / Galeati Yayınevi / 232 s. / 2020. Miyase İlknurÇocuğuna bağımlıolmayan ebeveynlere
Çocuğuna bağımlı olmayan ebeveynlere Çağdaş çocuk edebiyatının sevilen yazarı Tülin Kozikoğlu ve özgün çizimleri ile çocuk edebiyatında iz bırakan Deniz Üçbaşaran birbirinden özel iki çocuk kitabında bir araya geldi. Kırmızı Kedi Çocuk etiketiyle art arda yayımlanan Aman Nazar Değmesin ve Bir Tanecik Oğlum kitaplarıyla metin ve resim uyumunun gücünü derinden gösteriyorlar. /Archive/2021/3/15/193557784-ic1.jpgÇocuklar daha anne kucağındayken “maşallah, aman nazar değmesin” cümlelerini duymaya başlıyorlar. Bir şey kırıp döktüğümüzdeki sakarlığımızın adına da nazar deyip geçiyoruz. Nazara olan inanç ve nazar boncuğu insanlığın binlerce yıllık kültürel mirası. Fakat bu mirası çocuklara aktarmak öyle kolay değilken Tülin Kozikoğlu ustalığını gösteriyor ve Aman Nazar Değmesin isimli kitapta nazar boncuğunu bir çocuğun gözünden anlatıyor.Kahramanımızın kardeşinin beşiği, kardeşi büyüdüğündeyse odasının duvarları nazar boncuğu ile dolu, tabii sadece kardeşinin odası değil tüm evin duvarları, kapının girişi, halasının dükkânı, ninesinin ağaçları ve hatta dayısının kravatı bile nazar boncuğu desenli.“BAŞ BELASI” (!) KARDEŞLERAnnesine göre nazar boncuğu onları dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koruyor, babasına göre ise nazar boncuğu onları kazalardan koruyor. Ama ona göre kardeşi olduğu sürece hiçbir şekilde tehlikelerden korunmak mümkün değil, çünkü kardeşi dondurmayı arabaya bulaştırıyor, evin duvarlarına resimler yapıyor yani tam bir “baş belası” tıpkı her küçük kardeş gibi!Nazar boncuğu olsa da kardeşi olduğu sürece başlarının dertten kurtulamayacağını düşünüyor ve bu nedenle doğum günü için çok endişeli; istedikleri kadar boncukları olsun kardeşi o doğum günü partisini mutlaka berbat edecektir. Bu durum için gerekli önemi almaya karar verir ve bulduğu çözümle herkesi güldürürken kendisi de bir o kadar eğlenir.Tülin Kozikoğlu, bu kısa hikâye ile çocuklara binlerce yıllık nazar boncuğu kültürünü aktarırken bir yandan da kardeş kıskançlığı gibi hassas bir konuyu ele alıyor ve çocuk gözünden anlattığı bu hikâye ile çocukların özdeşim kurmalarını sağlayarak alttan alta kıskançlığın sevgiye dönüşüne de şahitlik etmemizi sağlıyor.Bu kitabın hemen peşine yayımlanan “Bir Tanecik Oğlum”da ise Tülin Kozikoğlu, anne ile kurulan sevgi bağının nasıl bağımlılığa dönüştüğünü anlatırken sadece çocuklara değil evladının birey olmasına izin vermeyen, çocuğuna bağımlı ebeveynlere de sesleniyor.Sevgi dediğimiz öyle güçlü bir duygu ki dozunda sağlandığında karşımızdaki ile sağlam bir iletişim ve ilişkinin kapılarını açar fakat bir insanı, canlıyı sevgiden boğmak da mümkün tıpkı John Steinbeck’in unutulmaz eseri Fareler ve İnsanlar’da Lennie’nin fareleri severken öldürmesi gibi…/Archive/2021/3/15/193606581-ic2.jpgBAĞLILIK VE BAĞIMLILIKBağlılık ve bağımlılık arasında çok ince bir çizgi var ve o ince çizgi arasında çocukların psikolojisi şekilleniyor. İlk bakışta çocuğu koruma güdüsü olarak gördüğümüz anne-babanın korumacı davranışları zamanla çocuğun birey olmasının önüne geçiyor; çocuk, anneye bağlı hâle geliyor. Ailenin bir anına tanık olan kişi, çocuğun anneden kopamamasını yadırgıyor ama işin aslı anne/babadaki bağımlılık sendromunda gizli."Benim varlığım çocuğum için daha güvenli’’ diye düşünen ebeveyn her durumda çocuk için karar verip onun adına adımlar atarak çocuğun kendi başına karar verebilme yetisinin gelişmesine engel olur ve bu çocuklar annesiz yaşamakta zorlanır. Ve çocuğuna bağımlı ebeveynin kendisine bağımlı çocuğu olur.Kozikoğlu’nun bu kitabı, anne-çocuk arasındaki bağımlılığı anlatan kısa bir animasyon filmini hatırlattı bana (üzgünüm ki filmin adını hatırlayamadım). Filmde bir annenin çocuğuna olan bağımlılığını izliyoruz; gidiş yolunda çocuğuna bağımlı bir annenin oğlunun birey olmasına nasıl engel olduğu, dönüş yolundaysa büyümesine rağmen yaşlı annesine bağımlı hâle gelen “adamın”, “yaşadıklarını - yaşayamadıklarını” sadece bir yol hikâyesi içinde sözsüz olarak anlatılmıştı.Tülin Kozikoğlu da “Bir Tanecik Oğlum” adlı yeni kitabında tam da bu durumu anlatıyor. Çocuğunu hayatta her şeyden üstün gören bir annenin çocuğunu kendisine nasıl bağımlı hâline getirdiğini yalın bir hikâye içinde okuyoruz.Her çocuğun uykuya dalarken bir “uyku arkadaşı - alışkanlığı” vardır, kimi sevdiği oyuncağını koyar yanına, kimi annesinin kokusunu ister, kimi battaniyesini. Bu hikâyedeki kahramanımızsa uykuya annesinin saçına dokunarak dalıyor, ama sadece uykuya değil, yapması gereken her şeyi hayata geçirirken bir elinin annesinin saçında olmasını istiyor. Bu uzun yıllar sürüyor… Ta ki kendi bebeği olup kendisi bebeğiyle ilgilenmek zorunda kalana kadar…Kozikoğlu, bu hikâye ile ebeveynleri “bağımlı ebeveyn sendromu”* ile yüzleştirirken çocuklara da “uyku arkadaşları” ile vedalaşma zamanının geldiğini gösteriyor.ÖZGÜN ÇIZIMLERBu noktada yalın ama bir o kadar sağlam bu hikâyenin gücüne güç katan Deniz Üçbaşaran’ın özgün çizimlerine değinmemek de olmaz. “Aman Nazar Değmesin” adlı kitapta da çizimlerini gördüğümüz Üçbaşaran’ın resimleri “Bir Tanecik Oğlum” adlı kitapta daha baskın ki hikâyenin tamamlayanı değil; bu sefer hikâye, resimlerin tamamlayanı hâline gelmiş.Resimler, Kozikoğlu’nun metninden bağımsız sözsüz bir kitap olsa yine ses getirecek bir hikâye sunacak derecede başarılı ve anlamlı. Ama elbette iki usta isim bir araya gelince çok daha derin anlam kazanmış kitap.Uyku arkadaşını bırakma çağında çocuğu olan ebeveynlere bu özel kitabı önerirken çocuklarına olan bağımlılıklarının sağlıklı iletişim bağına döndürmelerini de dilerim.* “Bağımlı ebeveyn sendromu” olarak yazdığım sendrom, daha çok anne - bebek arasındaki fiziksel bağdan kaynaklı, annenin bebeğinden zor kopmasına dayalı bir sendrom olduğu için “bağımlı anne sendromu” olarak bilinmektedir. Fakat kimi babaların korumacı tutumlarındaki doz ayarını düzenleyememeleri nedeniyle babalarda da görüldüğü bilinmektedir. Ben de çocuğun sorumluluğunun sadece anneye yüklenmemesi gerektiğinin altını bir kere daha çizmek istediğim için bu metinde ilgili sendromdan “bağımlı ebeveyn sendromu” olarak bahsetmeyi tercih ettim.Aman Nazar Değmesin / Tülin Kozikoğlu / Kırmızı Kedi Kitabevi / 32 s. / 2020.Bir Tanecik Oğlum / Tülin Kozikoğlu / Kırmızı Kedi Kitabevi / 32 s. / 2020. Bahar GedikJoyce'tan 'Denemeler, Makaleler, Eleştiriler'
Joyce'tan 'Denemeler, Makaleler, Eleştiriler' Ulysses, Finnegan Uyanması, Sanatçının Gençlik Portresi veya Dublinliler gibi metinler durduk yere yazılmaz. söz konusu yapıtların yazarı James Joyce’un kat ettiği yolları, edebiyat denizinde nasıl kulaç atacağını öğrendiği suları bilmekte fayda var. Joyce, büyük yapıtları yayınlanıp kabul görene kadar Dublin, Paris, Trieste sularında geziniyor. Büyük yapıtlarına zemin hazırlayan, bir kısmı zamanın gazetelerinde yer bulan, bir kısmı daha sonra gün ışığına çıkan, yine yüzeysel anlatımla yetinmeyip dilin derinliklerinde dolaştığı, çok sayıda deneme, makale, eleştiri kaleme alıyor. /Archive/2021/3/15/193251787-ic3-.jpgYÜZMEYİ ÖĞRENDİĞİ SULAR!Ulysses, Finnegan Uyanması, Sanatçının Gençlik Portresi veya Dublinliler gibi metinler durduk yere yazılmaz. Yaşam, edebiyat, sanatın her türlüsü, felsefe, din ve bilim üzerine düşünür taşınır, okur sindirir, tartışır konuşur ve sonunda özümsersiniz, üzerine edebi beceriniz had safhada, dehanız da izin veriyorsa oturup andığım dev yapıtları yazarsınız.Bu nedenle, nasıl ki Joyce bizi Bloom’un arşınladığı Dublin sokaklarında yürütmüşse, söz konusu yapıtların yazarı James Joyce’un kat ettiği yolları, edebiyat denizinde nasıl kulaç atacağını öğrendiği suları bilmekte de fayda var.Joyce, büyük yapıtları yayınlanıp kabul görene kadar Dublin, Paris, Trieste sularında geziniyor. Kolay olmayan bir yaşamı, yine yazıp çizerek sürdürüyor. Büyük yapıtlarına zemin hazırlayan, bir kısmı zamanın gazetelerinde yer bulan, bir kısmı daha sonra gün ışığına çıkan, çok sayıda deneme, makale, eleştiri kaleme alıyor.İşte bu deneme ve eleştiriler sayesinde Joyce’un, yapıtlarının altyapısını nasıl oluşturduğunu, kimi zaman hangi yönlerde zihinsel değişimler geçirdiğini, Ibsen ve Shakespeare tiyatrosundan Munkacsy resmine, dinden Aristo ve Bruno felsefesine, İrlanda’dan Sinn Fein’e, Oscar Wilde ve Dickens yapıtlarından şiire kadar, edebi akımlar ve siyasi olaylar hakkındaki fikirlerini görebiliyoruz./Archive/2021/3/15/193305646-ic2.jpgDİL ÜZERİNE ÇALIŞMALARIÖnce Joyce diliyle başlayalım. Joyce çevirisinin zorluğu malumunuzdur. Yine bu yazılarda Joyce’un, kısa metinlerde dahi dilin derinliklerinde dolaşma isteğini, yüzeysel anlatımla yetinmediğini, kelime haznesinin genişliğini, kelimelerle oynaştığını görüyoruz.Joyce, Trieste günlerinde kaleme aldığı yazılarının bir kısmında - özellikle İrlanda hakkında olanlarda - İtalyancayı kullanmıştır. İşin ilginç tarafı, anadili İngilizcenin zirvelerinde dolaşmaktan haz eden Joyce’un, İtalyancada da dilin sınırlarını zorlama isteği, metinlerine kimi zaman Triestine lehçesini yedirme çabasıdır.Joyce’un dile ne kadar önem verdiği, yayınlattığı, Dil Üzerine Çalışmalar isimli denemesinden de anlaşılır. Bu denemede Joyce, dilbilgisini bilim dalı olarak ele alır ve matematikle karşılaştırır. Her daim çevirisiyle gündeme gelen Joyce’un, yine bu denemede söylediği şu sözler dikkat çekici; “Vergil’in Latince metinleri o kadar özgündür ki tercümeye kalkışmak büyük bir meydan okumadır. Dolayısıyla böyle bir dilin uygun İngilizceyle tanımlanması büyük muhakeme gücü, bilgi birikimi ve özverili çalışma ister.” Adeta kendi dili ve metinlerinin çevirisiyle ilgili, geleceğe iletilmiş bir uyarı.Joyce’un dil ve edebiyat üzerine denemelerinde, eleştiri ve yazar/şair kıyaslarıyla birlikte sürekli dilin etimolojisi, yapısı, kelimelerin kökeni üzerinde durduğu ve dil üzerinde dış etkenlere çokça kafa yorduğu görülmekte./Archive/2021/3/15/193317083-ic1.jpgANTİSEMİT DÜŞÜNCELERDEN HÜMANİZMAYASöz dilden açılmışken küçük bir parantez açmak gerek belki; Joyce (ilk akla gelen örnek olduğu için) ve kimi başka bazı yazarların çeviri zorluğunu, dili ulaştırdıkları noktayı yere göğe koyamazken (haklı olarak), kendi dilimizdeki metinleri, aman kolay çevrilsin, evrensele yakın olsun diye kuşa çeviren kimi yazarları ne yapmamız gerektiğini bilemiyorum. Neyse, bu başka bir tartışma konusu, biz Joyce ile devam edelim.Joyce’un ilk dönem denemelerinden, İrlanda Kraliyet Akademisi’nde sergilenen Munkacsy’nin, İsa’nın yargılanarak topluluğa sunulduğu anı resmeden ‘Ecce Homo’ tablosu hakkındaki yazısı, Cizvit tedrisatından geçmiş birinin bir tutam antisemit düşüncelerini yansıtıyor. Şu kısa alıntı, bu konuda fikir verecektir; “Kalabalığın kalbinde, itilip kakıldığı için sinirlenen birisi var. Gözleri öfkeyle kısılmış ve dudakları ********* bir şekilde köpürmüş. Öfkesinin sebebi, modern İsrail’de de çokça giyilen bir kıyafete sahip, zengin bir adam.”Aslında böyle bir metni kaleme aldığı yıllarda dahi, özellikle Ibsen yapıtlarına hayranlığı üst düzeyde. Hem İngiliz ve hem de dünya edebiyatını takip ediyor. Yine de Cizvit eğitiminin etkilerini halen üzerinde taşıyor demek. Takip eden yıllarda ise Flaubert ve Kant’tan etkilendiğini, Shakespeare’i daha derin incelediğini görüyoruz. Ve Trieste yıllarındaki Joyce, bu düşüncelerinden sıyrılıp, ‘Humanism’ başlıklı denemeler kaleme alır hale geliyor. Daha da sonra Ulysses’de Yahudi asıllı Bloom, Dedalus karşısında bilimin ve pratik düşüncenin izdüşümü olarak çıkar karşımıza./Archive/2021/3/15/193329520-kapakic4.jpgİRLANDA VE MİLLİYETÇİLİKJoyce’un düşüncelerindeki bir başka radikal değişime, İrlanda ve yurtseverlik/milliyetçilik bağlamında şahit oluyoruz. Paris’te, 1900’lü yılların başında, Dublin’i henüz terk etmiş olduğu günlerde, Sinn Fein ve Arthur Griffin’le düpedüz dalga geçen, Mangan şiirini bayağı bulan bir Joyce var karşımızda. Burada Joyce halen, Dublinliler’de tasvir ettiği kasvetli ortamın içinde ve etkisinde.Daha sonra Trieste’de İngilizce kaleme aldığı ve “Il piccolo della sera” adıyla da İtalyancaya çevrilen metinlerinde ise, Fenianism’e yakın durduğunu, analizlerini, daha önce uzak durduğu ve eleştirdiği Griffin’e dayandırdığını ve İrlanda’nın bağımsızlığını savunduğunu görüyoruz. Kardeşi Stanislaus’a yazdığı bir mektupta, “Mevcut İrlanda’yı Sinn Fein ya da emperyalizm ele geçirecek. Emperyalizmin yanında duracak değiliz,” diyor.Gerek din gerekse memleket kavramalarına yaklaşımındaki bu değişimi sadece göçmenlikle açıklamak pek doğru olmaz. Zira ilk dönem kısa yazılarını da çoğunlukla Dublin’den uzakta, Paris’te kaleme almıştır. Bu değişimin temelini daha çok, sanatla, felsefeyle haşır neşir olmasına bağlayabiliriz./Archive/2021/3/15/193340458-ic5.jpgERKEN DÖNEMİ HERETİK BİREYSEL!Joyce’un erken dönemini, heretik bir bireysellik olarak ele alabiliriz ve bu nedenle Joyce’un bu dönem yazılarını okuyan birisi, sonraki fikirleriyle çeliştiğini hayretle okuyabilir. Özellikle 1910 civarı (Dublinliler’den önce) kaleme aldığı yazılarda ise daha oturmuş bir bakış açısıyla, yoğun bir şekilde geçmiş ve çağdaş zaman, özgürlük ve asimilasyon, toplumsallık ve bireysellik karşılaştırması yaptığını görüyoruz. Burada da sanat teorisi üzerine yazılarını dikkatle okumak gerekiyor.Joyce’un sanat üzerine yazılarında, iki temel terim grubu arasında kontrast vardır; ritim, ilerleme, akışkanlık bir tarafta ve heyecan, arzu, iştah diğer yanda. İkinci söz grubu Joyce’a göre pornografiye ve didaktik öğretiye uygun yaklaşımları temsil eder. İlk grup ise sanatı, sanatçıyı ve gerçek olayların doğasıyla ilgilidir. Estetik algının, halk kitlelerinin ötesine düştüğü ön yargısına şiddetle karşı çıkar. Hem bu bakımdan ve hem de kültürel tarih açısından ele aldığı konular değerlendirildiğinde Joyce, kendisinden önceki İrlandalı yazarların çok ötesine düşer./Archive/2021/3/15/193352285-ic6.jpgKÜLTÜREL TARİHE BAKIŞI DERİNJoyce’un kültürel tarihe derin bir perspektiften baktığını görüyoruz. Joyce’un uluslararası, kült konumunu, edebiyat, felsefe ve sanattaki çağdaşlarıyla yaptığı zihinsel tartışmaya borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazıların yarattığı olumlu etki sonucu, yine kardeşine yazdığı bir mektupta, şu ifadelere rastlıyoruz; “Bir zamanlar olduğumu sandığım şekilde İsa Mesih değilim belki ama yine de gazetecilik konusunda ilahi melekelere sahip olduğumu düşünüyorum.”Bu arada Joyce’un makaleleri vesilesiyle, kitapta da iki ayrı yerde anılan James Clarence Mangan’a değinmek isterim. Kendisi İrlanda Milli Marşının da şairi. Yani İrlanda’nın Mehmet Akif Ersoy’u. Dublin’in ünlü St. Stephen’s Green parkında da Mangan ile Joyce’un heykelleri yan yanadır. Ama bizim açımızdan daha ilginç olan tarafı, Mangan’ın müthiş bir Türk hayranı olması. 1800’lü yılların ortasında Karaman’a İstanbul’a şiirler yazan bir adam. Avrupa’nın iki ucu ve birlikte atan yürekler. Yaşam ve edebiyat.Denemeler, Makaleler, Eleştiriler / James Joyce / Çeviren: Fuat Sevimay / İthaki Yayınları / 248 s. / 2020. Fuat SevimaySürekli bir sorgulama!
Sürekli bir sorgulama! Nasıl adlandıracağız Sen ve Kendin’i? “Psikolojik roman” olarak mı? Elbette! Romanımızın bu tür yönünden fazlaca varsıl olmadığını anımsarsak, yeni bir kazanım saymalıyız Necati Tosuner’in Sen ve Kendin romanını. /Archive/2021/3/15/193047085-ic3.jpgNECATİ TOSUNER ÖZNESİ“Ey dil! Sensin bana bu dem hem-nefes!” Baki’nin ünlü Kanunî Mersiyesi’nden, “Ey gönül! Bu (kederli) zaman(ım)da bana dost olan sensin!” anlamına gelen bu dizeyi Necati Tosuner’in yeni yayımlanan Sen ve Kendin (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) romanının daha ilk sayfalarında anımsadım.Baki, söz konusu mersiyeyi, Kanuni’nin Zigetvar’dan ölüm haberinin gelmesi üzerine kaleme alır ve gönlünü (öteki benini) büyük yasına ortak etmek ister. Biri, öbürünün deyim yerindeyse dert ortağı konumundadır. Necati Tosuner’de ise, “sen” ile “kendin”, destek olmak, dert ortaklığı etmek bir yana sürekli birbirini sorgular, iğneler. Bu sürece, kesintisiz bir kavga hali de diyebiliriz belki.Peki nedir bunun nedeni? Romanın öznesinin dur durak bilmeden kendisini gözlemlemesi, dinlemesi ve irdelemesi, daha da ötesi didiklemesinin hemen her sefer bir eksiklik, bir yetersizlik, bir hayıflanma, bir bezginlikle sona ermesi mi?Biz okurlar, roman boyunca olan bitenleri yani bu sürekli sorgulama, iğneleme, yer yer de kavgayı izler dururuz. Haliyle bizler de kendimize göre yargılar belirleriz: Romanın öznesi kiminde haklıdır, kiminde haksız görünür. Evet, özne, sosyal / toplumsal kaynaklı mutsuzluklarında, yakınılarında haklıdır; ama bireysel olanlarda sanki fazlasıyla duyarlı, hatta alıngandır.İster istemez, böyle bir birliktelik varsayarız: Romanın öznesi, herhalde yazar Necati Tosuner olmalı. Bu varsayımla onun da - en azından biz okurlarca - değerli bir yaşamı sürdüregeldiği ortadadır. O yaşamın yazınsal toplamı da ortada olduğuna göre, özne neden bunca olumsuz yargıya eğilimlidir? Neden kendisini hırpalar durur böyle?Binlerce, on binlerce, milyonlarca insanın elinde avucunda sözü edilecek bir zerre olsun yokken, yazarın kendisi varsaydığımız öznenin avucu dolu doludur. Akaduran zamana, gitgide azalan, azaldığı duyumsanan ömre, yanı sıra süreğen bir yalnızlığa bundan iyi bir avuntu olabilir mi? Avuntudan da ilerisi demek olası: Esenlik ve mutluluk. Haydi, her zaman değilse de zaman zaman esenlik ve mutluluk, diyelim.Baki’nin yasına gönlünden bir destek umması gibi, biz okurlar da, öznenin mutsuzlukları, eksikliğini duydukları (söz gelimi kendisini sevecek birini bulamaması) ile elinde avucundakiler arasında bir denge kurmasını bekliyoruz ama… o kadar… Kısacası, kendisini sorgulama, ötesi hırpalama, roman boyunca sürüyor. Öyle ki romanın asal “besini”de bunlar oluyor./Archive/2021/3/15/192949586-ic2.jpgAKAN ZAMAN, AZALAN ÖMÜRBu da usumuza geliyor elbet: Akaduran zaman, gitgide azalan, azaldığı duyumsanan ömürler, bilinci belirli bir düzeyde kimi mutsuz etmez ki? Öznenin de mutsuz olması, kederlenmesi olağan. Bu keder ve mutsuzlukla ömrün bir muhasebesini yapması da o derece olağan.Onca yapıt sahibi bir yazar olduğunu varsaydığımız öznenin (bilinci sürekli devinen, sürekli sorgulayan bir insanın), sıradan bir halk insanı gibi, tevekkülle boyun bükmesi olası mıdır? Elbette kendince ön planda duran ne varsa tartacak, irdeleyecek, arada katılıkla sorgulayacak, yargılayacaktır.Öznenin bir yakınısı da yalnızlıktandır. Her zaman yerinde bir yakını mıdır bu? Hele özne, varsaydığımız üzere bir yaratıcı ise? Bu yaratıcılık sürecinde hayat elbet - yalnız kalmak yoluyla da - sık sık yitir(il)ecektir de. Belki tam anlamıyla yitirmek de değildir o. Kendine sözcükler aracılığıyla daha nitelikli, daha değerli bir hayat kazan(dır)maktır.Yoğunlukla dile getir(il)mese de, öznenin sürekli kendisini didiklemesinde sosyal / toplumsal ortamların da önemli bir payı olduğu söylenebilir.Özne, gerekli olmadığı sürece kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimsenin kimseye rahatsız edici gözlerle bakmadığı sosyal ortamlarda, söz gelimi öyle bir İstanbul’da ömür sürebilseydi, sanıyorum ki roman yer yer de - apayrı diyemesek bile - farklıca bir düzlemde ilerleyebilirdi.Oysa günler geceler, aylar, yıllar neredeyse her zaman dört duvar arasındadır! Umulan, aranılan nasıl bulunacaktır bu durumda?İRDELEYİCİ ROMANRoman, okura sık sık sorular da sordurur. Örneğin yaşamın tadına ağırlıklı olarak hangisiyle ereceğiz? Bedenlerimizle mi, yoksa edim ve eylemlerimizle mi? Ya aradıklarımızı bulamadığımızda pes mi edeceğiz, diretecek miyiz? Diretecek ve doğuracağı bezginlik ve mutsuzluklara katlanacak mıyız? Yoksa bazen de oluruna bırakmak, en doğrusu mu?Bizde roman algısı hemen her zaman bu yöndedir: Zaman zaman düğümlenen, gize bürünen, okurun merakını canlı tutmayı gereksinen bir olaylar zinciri… Sen ve Kendin’de o bağlamda olaylar zinciri falan yok. “Sen” ve “kendin” kavramları üzerine, bu kadar kapsamlı ve derin bir irdeleme, irdeleyici roman kotarma da kolay değil doğrusu. Üstelik yalın ama bir o kadar da yazınsal bir dille… Okurun olaylar zinciriyle merakını ayakta tutmaksızın… Fakat “usta” nitelemesi de durduk yerde verilmiyor bir yazara.Bu özellikleriyle nasıl adlandıracağız Sen ve Kendin’i? “Psikolojik roman” olarak mı? Elbette! Romanımızın bu tür yönünden fazlaca varsıl olmadığını anımsarsak, yeni bir kazanım saymalıyız Sen ve Kendin’i. Adil İzci