Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Thursday, 08.21.2025, 12:40 AM (GMT)

News - Haberler

Liyakat“terörist”ilan edilmek için geçerli sayılıyor

Liyakat “terörist” ilan edilmek için geçerli sayılıyor Yalanın meşrulaştırıldığı, gerçeklerin “önemsizleştiği”, algı yönetiminin öne çıktığı bu dönemde bize de yaşananları Yalın Alpay’a sormak kaldı. NEDEN YALIN ALPAY? İstanbul’da doğdu. Okuma-yazmayı 2.5 yaşında söktü.. Okula girdiğinde birinci ve ikinci sınıfı atlayarak üçüncü sınıftan başladı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nden aldı. Doktora çalışmasını İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde sürdürdü.. Birçok kitap yazdı, “Yalanın Siyaseti” kitabıyla Necip Hablemitoğlu Toplumsal Duyarlılık Ödülü’nü aldı. Yalanın meşrulaştırıldığı, gerçeklerin “önemsizleştiği”, algı yönetiminin öne çıktığı bu dönemde bize de Yalın Alpay’a sormak kaldı. - Boğaziçi Üniversitesi hedef alındı, çünkü.. Birinci neden, üniversiteler arasında yandaş kadrolarla doldurulmamış birkaç üniversiteden biri olan Boğaziçi’ni de muhalif olanaklardan soyundurmak, doğrudan tek adama bağlamak. İkincisi, Boğaziçi’nde gerçekleştirilecek protestoları devlete ve hükümete karşı sekülerlerin hep bir hınç içerisinde bulunduğunu ve ilk fırsatta bu hıncı dışa vurduklarını göstermek. Bu hıncı kendi seçmenlerine gösterip işte “Eğer bizi iktidardan düşürürseniz, bu hınçlı kitle size neler edecek, görün” demek.- Türk akademisinin gözbebeği, en çalışkan tüm öğrencilerin, en başarılı tüm akademisyenlerin çatısının altına girmek için can attığı bir üniversite. Türkiye’de seçkinlik denildiğinde akla ilk gelen eğitim kurumu. - AKP’ye göre “seçkin”ler olarak niteledikleri Kemalistler bürokrasiye, üniversitelere, medyaya, orduya ve yargıya iyice yerleşmişler, seçilmiş hükümetlere hiçbir hareket alanı bırakmayacak şekilde siyaset dışı aktörlerle siyasi aktörleri rehin almışlardı.- AKP bir zamanlar tüm kamu kurumlarından “T.C.” nitelemesini kaldırırken, artık zorunlu olarak tam da aksi yöne dönerek muhafazakâr Türk milliyetçileriyle ittifak yapmak zorunda kaldı. AKP bugüne kadar ittifak kurup da sonradan bozuştuğu tüm paydaşlarına aynı yakıştırmayı sundu: “terörist”. - AKP ile aynı düşüncede olmayan her kesimin ve herkesin terörist ilan edilmesi, gerçek teröristlerle terörist ithamına uğrayanlar arasındaki hakiki ayrımı da ortadan kaldırarak onu bir imgeleme dönüştürdü. Bu durum gerçek teröristlerin lehine, uydurma teröristlerin aleyhine gelişti. Seçkinlerin kendileri dahi, seçkin sözcüğünün yeni olumsuz kodlamasına ikna edilmiş durumda.- Bir popüliste göre ülkenin savcısı da, yargıcı da, askeri de, medyası da, akademisi de, bürokrasisi de “gerçek halk”tır. Fakat “gerçek halk” sayıca çok kalabalık olduğundan bu görevleri ifa etmek için bir temsilciye gereksinim duyar. O kişi de seçilmiş başkanın kendisinden başkası değildir. İşte böylece başkan “gerçek halkı” temsil adına hukuku, orduyu, medyayı, akademiyi, bürokrasiyi tek başına yönetmelidir. Burada gerçekte bir tek kişi yoktur, o tek kişi “gerçek halk”ın tek bir bedende varlık bulmuş halinden başkası değildir. Popülistler işte tam bu yüzden hemen yeni anayasa yazmaya girişirler…- AKP, yüksek oy kayıplarıyla kendi zeminini de yitiriyor, çünkü kendi zemini yerine, kendi “seçkinlerine” yarar sağlıyor. AKP’nin seçmen zemini daraldıkça yeni yönelimi kutuplaşmalar için yeni olanaklar sağlamak/Archive/2021/2/8/031414598-08alpay-dekupe-sy9-sb.jpg- Türkiye’de olup bitenler aklıma bir tespitinizi getirdi. “Muhaliflerin tamamının ‘kötücül’, ‘nefret edilen’, tüm sorunların kaynağı olarak tanımlandığı, tüm muhalif savların ezbere bir şekilde duygusal olarak baştan reddedildiği bir kutuplaşma ortamı doğdu” demiştiniz. Evet, özellikle son günlerde “sınırsız bir nefret”e tanık olduk. Her şeyden önce bir Boğaziçi Üniversitelisiniz. Cumhurbaşkanı “terörist misiniz”, Devlet Bahçeli “vandal, barbar” diye açıklama yaptığında ne düşündünüz?Boğaziçi Üniversitesi geleneği, Türkiye’de siyasi kutuplaşmanın kör bir tarafı olmadan, tarafları felsefi ilkeler çerçevesinde değerlendirmeyi gözeten, gerçek bir üniversitenin ödevi olduğu üzere, siyasetin duygusallığını, çıkarcılığını, irrasyonelliğini, ideolojik önyargılarını uyarılarıyla deşifre eden, bilimsel nesnelliği olabildiğince uygulamaya çalışan çok kıymetli bir kutupyıldızı. Liyakat sisteminin ülke genelindeki perişanlığının pek de uğramadığı, beşeri kaynaklarını niteliklilik esasına göre oluşturabilme başarısını sürdürebilen ender kurumlarımızdan birisi. Bu yüzden de kurulduğu günden bu yana Türk akademisinin gözbebeği, en çalışkan tüm öğrencilerin, en başarılı tüm akademisyenlerin çatısının altına girmek için can attığı bir üniversite. Türkiye’de seçkinlik denildiğinde akla ilk gelen eğitim kurumu. - ‘Seçkincilik’… Aslında bugün tam olarak iktidarın bir suçmuş gibi ortaya koyduğu kavram… Türkiye’de 2002’den bu yana, modernitenin sonuna kadar övmüş olduğu seçkinlik sözcüğünün içeriği kamusal alanda bir olumsuzlamayla yeniden biçimlendirildi. Fakat bu biçimlendirmede de, “seçkin” olarak nitelendirilen kitle, aynı grubu niteleyen bir sözcük olmayı aşarak sırayla farklı grupları olumsuzlamakta kullanıldı. 21 yıllık AKP iktidarının “seçkin” olarak tanımladığı ilk grup “Kemalistler”di. Bu kesime, Fransızcadaki “Mon Şer” deyimiyle seslenen AKP, tek bir deyişle hem Kemalistlerin Batı hayranlığına (dolayısıyla yerel değerlere uzaklıklarına) hem de Türkçede kötü anlamına gelen “şer” sözcüğüyle kötücül olduklarına gönderme yapıyor, söz oyunlarıyla bu kitleyi olumsuz bir nitelemeye sıkıştırıyordu. - Peki, buna niçin ihtiyaç doğdu?AKP kadrolarının siyasal İslamcı ve otoriterlik yanlısı geçmişleri, onları sınırlı bir oy oranının ötesine taşımadığından, bu kadrolar, kendi geçmişlerini geride bıraktıklarını ve bundan böyle “muhafazakâr-demokrat” olduklarını ilan ettiler. Kamuoyu önünde dev bir kılık değiştirme gerçekleşiyor ve kılığını değiştirenler artık “değiştiklerini” açıkça bildiriyorlardı. Garip görünen şey ise hâlâ hedeflerinde Kemalizmin ve Kemalist kadroların bulunmasıydı. Geçmişin siyasal İslamcıları, 2002’nin “muhafazakâr-demokratları” bu kuşkulu durumu da bir başka yöntemle aştılar. Kemalizme ve Kemalistlere hâlâ karşıydılar fakat bu karşıtlık İslami bir muhalefetten kaynaklanmıyordu. - Ya nereden kaynaklanıyordu? Yeni yazılımlarında Kemalistlere “seküler oldukları” için değil, “demokrat olmadıkları” için karşı çıkıyorlardı. Kurtuluş Savaşı’nın ardından, kendilerini toplumun üzerinde gören bir avuç “seçkin” topluma hiçbir fikir sormadan, danışmadan, empati yapmadan her şeyi tek bir darbede dönüştürmeye girişmiş, demokratik bir evrimleşme içerisinden modernleşmek yerine, otoriter bir devletçilikle tepeden inmecilikle demokrasinin ortadan kalkmasına yol açarak, kendi “seçkin” düşlerini yaşama geçirmiş, bu sırada da kendilerini “yüceltmiş”, halkı “aşağılamış, horlamış”tı. AKP, Kemalizmin bir “vesayet” sistemi olduğunu ağzından düşürmüyor, her fırsatta seçkinlerin kendi kendilerini zorla seçkin olmayanların vasisi kıldığını vurguluyor, şimdi AKP ile birlikte demokrasinin ve özgürleşmenin geleceğini haykırıyordu. AKP’ye göre, “seçkin”ler olarak niteledikleri Kemalistler bürokrasiye, üniversitelere, medyaya, orduya ve yargıya iyice yerleşmişler, seçilmiş hükümetlere hiçbir hareket alanı bırakmayacak şekilde siyaset dışı aktörlerle siyasi aktörleri rehin almışlardı. Bu “seçkin” tavrın demokrasiyle hiçbir ilintisi yoktu, bu “vesayet” sistemini sonlandırmak, Kemalistleri tüm bu siyaset dışı alanlardan “temizlemek” demokrasiye ulaşmanın temel koşuluydu. - Ve AKP o dönemde bu çabasına “ileri demokrasi” hedefi adını veriyordu…Aynen öyle…  “İleri demokrasi” hareketi çerçevesinde AKP, Kemalizmden mağdur olduklarını ileri süren diğer gruplarla işbirliği yaparak geniş bir ittifak kurdu. Böylece Kürt siyasi hareketi, liberal entelektüeller, bir kısım sol, bir kısım feministler, muhafazakârlar ve siyasal İslamcılar, AKP çatısı altında güçlerini birleştirme olanağı buldular. AB çıpası dolayımında Batı da bu ittifaka destek verdi. Bu, “sahte seçkinlere” karşı girişilmiş bir demokrasi hareketiydi. Baskıcı azınlığın karşısına, gerçek halk dikiliyordu. İşte demokrasi de zaten bu değildi de, neydi? Bu demokrasi ile otoriter Kemalizmin kavgasıydı. Fakat Kemalistler bürokrasiden, üniversitelerden, medyadan, ordudan ve yargıdan süpürülüp de yerlerine yeni kadrolar atandığında bu kez bu kadroların yine AKP tarafından yapılan isimlendirmede bir “paralel devlet” kurdukları ilan edildi. Böylece ikinci bir büyük kadro değişim hareketi devreye sokuldu. Bu sırada AKP’nin kavgasının “ileri demokrasi”yi hedefleyen bir amacı olduğundan kuşkular duymaya başlayan Kürt, liberal, sol, feminist ve bazı cemaatçi ittifak ortakları müttefiklikten ayrılmaya ya da kovulmaya başladılar. İşte Kemalist kadroların tasfiyesinin ardından boşta kalan “seçkinlik” unvanı, hazır olumsuz bir sözcük halini almışken, neden diğer siyasi rakipler için de kullanılmasındı? Böylece bir zamanlar yoldaşları olan liberal entelektüeller, bir kısım sol, feministler, bir zamanlar ortak düşmanları olan Kemalistlere yaftalanan “seçkin” sözcüğüyle yaftalanmaya başladılar. AKP böylece “demokratik ittifakı” bozuyor, ipleri tek başına ele almaya girişiyor ve böylelikle de giderek otoriter bir yönetim biçimine geçiyordu. - Bu otoriterlik kendini parti içinde nasıl gösterdi?Parti içerisinden çıkabilecek itirazları engellemek adına da partinin büyük abileri süratle tasfiye edilmeye başlandı. Yola Erdoğan’la birlikte çıkan Gül, Arınç, Şener, Davutoğlu, Babacan gibi tüm büyük parti içi isimler parti dışına atıldı. Böylece AKP hükümet etmede otoriterleştiği gibi, parti içerisinde de liderin sözünün dışına çıkamayacak bir yapı haline geldi. AKP’nin temsil ettiği değerlerden demokrasi, liberalizm, AB çıpası (değerleri), dezavantajlı kimlikler (LGBT) çıkarılınca, geriye otoriter değerleri, kabadayılığı, argo sözcüklere dayanan siyaseti, safsatalardan hakikate ulaşamayan yanlış akıl yürütmeleri daha kolay kabullenebilecek daha anti seçkin bir kitle kaldı. Böyle bir pozisyon doğunca, AKP de bir zamanlar tüm kamu kurumlarından “T.C.” nitelemesini kaldırırken, artık zorunlu olarak tam da aksi yöne dönerek, muhafazakâr Türk milliyetçileriyle ittifak yapmak zorunda kaldı. AKP bugüne kadar ittifak kurup da sonradan bozuştuğu tüm paydaşlarına aynı yakıştırmayı sundu: “terörist”. - Bugün olduğu gibi…Evet, AKP’li olmayan herkes “terörist” olmakla nitelenir oldu. Kemalistler Ergenekon ve Balyoz gibi, belli cemaatler aracılığıyla gerçekleştirilen operasyonlarla “anlaşıldığı üzere” darbe yapmayı planladıkları için; bu operasyonları gerçekleştiren cemaat yapıları paralel devlet oluşturmak ve darbe girişiminde bulundukları için; HDP, PKK ile işbirliği yaptığı için; CHP, örtülü olarak HDP ile siyasi ittifak kurduğu için; liberaller Batılı değerlere sahip çıktığı için; sivil toplum yürüyüş yaptığı için; gazeteciler hükümet aleyhinde haber yazdıkları için; akademisyenler AKP gibi düşünmedikleri için; Gezi olaylarında protesto eden kitleler, haklarını aradıkları için ve bugün gelinen noktada da Boğaziçi Üniversitesi’nin öğretim üyeleri ve öğrencileri atanan rektöre karşı çıktıkları için terörist ilan edildiler. AKP ile aynı düşüncede olmayan her kesimin ve herkesin terörist ilan edilmesi, gerçek teröristlerle terörist ithamınauğrayanlar arasındaki hakiki ayrımı da ortadan kaldırarak onu bir imgeleme dönüştürdü. Bu durum gerçek teröristlerin lehine, uydurma teröristlerin aleyhine gelişti. Şimdi geldiğimiz durumda, içeriği artık bir “olumsuzlama” olarak “başarıyla” inşa edilmiş “seçkin” sözcüğü Kemalistler yerine, çoğu kez Kemalizme mesafeli durmuş olan Boğaziçi Üniversitesi’ne yaftalanıyor ve bu yaftalama öylesine başarılı oluyor ki sosyal medyada çoğu Boğaziçi mezunu AKP’ye muhalefet etmeye devam ederken, bir yandan da “seçkin” olmadıklarını ispatlamak peşine düşüyorlar. Yani seçkinlerin kendileri dahi, seçkin sözcüğünün yeni olumsuz kodlamasına ikna edilmiş durumda. Burasının pek sorunlu bir nokta olduğunun altını önemle çizmek isterim.- Liyakat kavramına ne oldu?AKP’nin bugüne değin bürokrasiden, medyadan, akademiden ve ordudan süpürdüğü kesimler Boğaziçi Üniversitesi’nin liberal ilkelerinden çok Kemalist, modernist ve sosyalist kadrolardı. Şimdi liyakatli bir kurumun varlığı dahi AKP için bir tehdit unsuru gibi görünmekte. Artık liyakatli olmak başlı başına “terörist” ilan edilmek için bile geçerli sayılmakta. Hükümete rasyonel ve barışçıl şekilde muhalefet etmek bile bir “darbe” girişimi gibi algılanıyor, kamuya böyle bir algı pompalanmaya girişiliyor. Elbette bunun da AKP açısından çeşitli nedenleri var.- Evet, gelelim nedenlerine… 2002’den beri birçok üniversite açıldı. 196 rektörün 68’inin tek bir uluslararası yayını dahi yok. Türkiye’nin en önemli akademisyenlerinden biri olan Ayşe Buğra, siyasetin diline meze yapılmak isteniyor. Metropoll Araştırma Şirketi’nin son anketine göre, halkın yüzde 73’ü, üniversite rektörlerini öğretim görevlilerinin seçmesi gerektiğini düşünüyor. Yani Bulu’nun atamasını yanlış buluyor. Öyleyse iktidar niye hâlâ ısrar ediyor? Günümüzün siyasi otoritesinin, Türkiye’de horlananların sesi olarak başa geçerken temel tezi eski Türkiye’nin yarattığı mağduriyeti sona erdirmekti. Fakat kısa sürede gördük ki ortada rövanşist bir yaklaşım vardı. Ardından da ülkenin her anlamda, tüm politikalarında resmen iflas eden bir yönetim kendisini gösterdi. Ekonomi, kültür, dış siyaset, maliye, eğitim… Tümü berbat… Bu süreçte rejim de ciddi dönüşümlere uğradı ve bunlar maalesef koşar adım otoriterleşmeye doğruydu. AKP, Kemalizmde rahatsız olduğunu ileri sürdüğü her türlü otoriter uygulamayı, aradan geçen 100 yıla rağmen tek tek yürürlüğe koydu ve kendileri için önemli olanın fırsat eşitliği, demokrasi, özgürlük falan olmadığını, önemli olanın iktidarın nimetlerinden yararlananların kendilerinden olanlar olması olduğunu açıkça gösterdi. - Kamuoyu araştırmaları bu yöntemin işlerine yaramadığını gösteriyor.  Cumhur İttifakı oylarının giderek düşmesi de bunun kanıtı.. Evet, şimdilerde AKP, yüksek oy kayıplarıyla kendi zeminini de yitiriyor çünkü kendi zemini yerine, kendi “seçkinlerine” yarar sağlıyor. AKP’nin seçmen zemini daraldıkça, yeni yönelimi kutuplaşmalar için yeni olanaklar sağlamak. Yeni yöntem bana öyle geliyor ki olası bir iktidar değişiminde (ki ilk seçimde olması son derece muhtemel) sekülerlerin seçilmelerini, bu kez onların rövanşist bir yaklaşımda bulunacaklarını kendi seçmenine göstererek, eğer AKP iktidardan giderse, eski AKP seçmenlerini bu yeni seküler iktidarından koruyabilecek bir yapının kalmayacağı algısını yaratmak. Bunun için, şimdilerde her seküler kuruma, AKP yaklaşımlarının dışında düşünce üreten tüm sivil topluma, yargıya, medyaya, akademiye olanca şekilde baskı yaparak sekülerleri yaygara koparmaya sürüklemek ve ardından bu yaygaralara karşı o söylemlerin içeriklerini radikalleştirerek (sekülerler başa geçerse hepinizin mallarına el koyacak, tümünüzü hapse atacak, işlerinizden çıkaracak vb…) kendi seçmenlerine yaymak. Böylece tüm siyasi yönetim başarısızlıklarına karşın, kendi seçmenlerini olası bir AKP’nin iktidardan seçimle düşüşü karşısında sahipsiz kalarak saldırıya uğrayacakları konusunda ikna ederek konsolidasyon sağlamak. - AKP, Boğaziçi’ne geleneklere aykırı bir şekilde tepeden ve liyakati son derece sorgulanabilir bir atama gerçekleştirdiğinde, bunun şiddetle reddedileceğini biliyor muydu?Biliyordu elbette. Bu şiddetle reddedilmeye de kendi dağılma eğilimi gösteren seçmen kitlesini konsolide edebilmek adına büyük gereksinimi var, zira CHP bir süredir AKP’nin kutuplaştırmaya yönelik sahte gündemlerine riayet etmiyor, o sahte gündemlere karşı çıkarak anlamsız çatışmalara artık izin vermiyor. CHP’den istediği refleksleri alamayan AKP, sekülerlerin en itibarlı kurumlarından biri olan ve seçkin bir azınlığı temsil ettiği için, arkasında büyük bir kitlenin de toplanmayacağını tahmin ettiği Boğaziçi’ni hedef aldı. Burada AKP tek bir hareketle birkaç sonuç birden elde edebiliyor. - Açar mısınız?Birincisi üniversiteler arasında yandaş kadrolarla doldurulmamış birkaç üniversiteden biri olan Boğaziçi’ni de muhalif olanaklardan soyundurmak, doğrudan tek adama bağlamak. İkincisi Boğaziçi’nde gerçekleştirilecek protestoları devlete ve hükümete karşı sekülerlerin hep bir hınç içerisinde bulunduğunu ve ilk fırsatta bu hıncı dışa vurduklarını göstermek. Üçüncüsü bu hıncı kendi seçmenlerine gösterip işte “Eğer bizi iktidardan düşürürseniz, bu hınçlı kitle size neler edecek, görün” demek. Fakat Boğaziçililer böyle bir hınç gösterisine olanca uğradıkları haksızlıklara rağmen girişmediler. Dolayısıyla AKP’nin öngörülerinin tümüyle tuttuğunu söyleyemeyiz. Fakat Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde cuma akşamı apar topar kurulacağı ilan edilen hukuk ve iletişim fakülteleri aracılığıyla, rektör çıpasını da kullanarak AKP’nin kadrolaşacağı ve Boğaziçi’ni yavaş yavaş kendi çizgisindeki sıradan bir üniversiteye dönüştüreceğini görüyoruz. AKP’nin bu seçkin yapıların tümünü alaşağı etmesi Türkiye’yi orta ve uzun vadede çok aşırı zorlayacak, yüz yıllık birikimlerin birçoğunun böylesine lağvedilmesi Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesinden daha da ayıracak. Popülizm, demokrasinin altını oyan çok tehlikeli bir kılıktır- Tam da “yeni anayasa” tartışmalarının olduğu bir zamanda yine ‘Yalanın Siyaseti’ kitabınıza dönüp baktım. Diyorsunuz ki, “Yeterli güce sahip olan popülistler yeni bir anayasa yazmak isteyeceklerdir”. Hemen okura bilgi verelim, kitap 2017’de çıktı. Bugün bunu tartışıyoruz. Neden yeni bir anayasa yazmak istiyorlar?Popülizm, demokrasiymiş gibi davranan fakat gerçekte demokrasinin tam da altını oyan çok tehlikeli bir kılıktır. Temel özelliği toplumda bir kutuplaşma yaratmak, “gerçek halk” ile “bu halka tuzaklar kuran bir azınlık” arasında bir gerilim kurmaktır. - Evet, siyasetçi “Ben gücümü halktan alıyorum” diyor, ama herkesi de halk saymıyor, değil mi? Popülizme göre, çoğunluğun milyonda bir farkla bile kazanılması, o çoğunluğun dilediğini dilediği gibi değiştirmesi için yeterlidir. Seçilmişlerin karşısında hiçbir kurum, atanmış ya da seçimi kazanamamış kesimin siyasetçisi ya da seçmeni duramaz. Bir kez çoğunluk elde edilmiş midir, işte gerçek irade odur, milletin gerçek ve “şaşmaz” iradesi oldur, geriye kalan “hainlerin” tümü de bu “gerçek” iradeye uyum sağlamak, biat etmek zorundadır. Bunu yapmayacaklarsa, o zaman “gerçek halk”a başkaldırıyorlar demektir; bunun için hukuku, Meclisi, orduyu, bürokrasiyi, medyayı, akademiyi kullanmayı deneyebilirler. Bir popüliste göre bu araçların tümü siyaset dışı türev enstrümanlardır ve seçmenin iradesini değiştirmek için kesinlikle kullanılamaz. Tek karar mercii “gerçek halk”tır ve halk isterse hukuku da, Meclis kararını da, orduyu da, akademiyi de, medyayı da, bürokrasiyi de def edebilir. Hiçbir güç “gerçek halk”ın üzerinde değildir. Dolayısıyla ülkenin savcısı da, yargıcı da, askeri de, medyası da, akademisi de, bürokrasisi de “gerçek halk”tır. Fakat “gerçek halk” sayıca çok kalabalık olduğundan bu görevleri ifa etmek için bir temsilciye gereksinim duyar. O kişi de seçilmiş başkanın kendisinden başkası değildir. İşte böylece başkan “gerçek halkı” temsil adına hukuku, orduyu, medyayı, akademiyi, bürokrasiyi tek başına yönetmelidir. Burada gerçekte bir tek kişi yoktur, o tek kişi “gerçek halk”ın tek bir bedende varlık bulmuş halinden başkası değildir. Popülistler işte tam bu yüzden hemen yeni anayasa yazmaya girişirler… - Yani?Seçilmişlerin önüne çekilmiş tüm hukuki setlerden, denetimlerden, kısıtlardan kurtulmak için. Onlar için halkın sözünün üzerine, hukuk da olsa bir söz olamaz. Ve yeni anayasa işte bu “gerçek halkın” çağlaması için gereken düzenlemelerin kitaplaşmış halidir; özsel ve temeldir.  İpek Özbey

Bakanlık topu kooperatiflere, kooperatifler de hükümete atıyor:Çiftçiyi duyan yok

Bakanlık topu kooperatiflere, kooperatifler de hükümete atıyor: Çiftçiyi duyan yok Borcunu ödeyemediği için evine, traktörüne, hayvanına haciz gelen çiftçi yapılandırma talep ederken, yetkililer ise bu sorunu topu birbirlerine atmakla geçiştiriyor. BDDK verilerine göre, çiftçinin bankalara olan toplam borcu, 2020 Aralık itibarıyla 130 milyar TL’yi aştı. Takipteki kredi miktarı ise, aynı dönem için 5 milyar TL’yi aşıyor.CHP Kütahya Milletvekili Ali Fazıl Kasap’ın, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesi ise yetkili birimlerin “kendi aralarında top çevirdiklerini” ortaya koydu. Pakdemirli, topu Tarım Kredi Kooperatiflerine, kooperatifler de iktidara atıyor.TOP ÇEVİRİYORLARKasap’ın soru önergesini yanıtlayan Pakdemirli, uzun uzun çiftçiye verilen destekleri anlatırken, çiftçinin biriken borçlarının ne olacağı konusunda hiçbir şey söylemedi. Pakdemirli, bu konuda Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürlüğü’nden gelen yanıtı paylaşmakla yetindi. Tarım Kredi Koporetifleri ise, borçların yapılandırılması ve ertelenmesi için “yasa veya kararname” gerektiğine dikkat çekiyor. Kooperatiflerin kredi alacaklarının tahsili için yürütülmekte olan icra takiplerinin 31 Mart 2021’e kadar durdurulduğunu belirten genel müdürlük, “Bu tarihe kadar yeni icra işlemi başlatılmayacaktır” dedi. Borçları nedeniyle çiftçilerin traktörleri bile haczedilmişti. Genel Müdürlük bu konuda da, “Hacizli araçların, talep edilmesi halinde yediemin olarak ortaklara teslimi sağlanmaktadır” savunması yaptı. BANKA SIRRIYMIŞ!Pakdemirli, CHP Giresun Milletvekili Necati Tığlı’nın soru önergesine verdiği yanıtta da Tarım Kredi Kooperatifleri’nden gelen bilgileri paylaştı. Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürlüğü bu yanıtında da sadece ortaklarına/üyelerine kredi kullandırdığını, uygulanan kredi kullanım şartlarının talep edilen kredi limiti, geçmiş ödeme alışkanlıkları, ödeme gücü, tarımsal faliyet türü, ürün çeşiti gibi birçok kriter gözetilerek belirlendiğini bildirdi. Üyelik dışında kefil zorunluluğu, başka üreticinin arazisinin teminat olarak gösterilmesi gibi genel ve sabit bir kredi kullanım şartları bulunmadığını belirten genel müdürlük, “Herhangi bir maddi teminat ve/veya kefalet şartı olmaksızın kredi türlerimiz de bulunmaktadır” dedi. Ziraat Bankası ise yanıtında, kamuya açıklanan bankanın finansal tabloları, denetim raporları ve faaliyet raporlarında yer alan veriler dışında talep edilen detay bilgilerin Bankacılık Yasası’nın “sırların saklanması” başlıklı maddesi kapsamında banka ve müşteri sırrı olduğuna dikkat çekerek ayrıntılı bilgi vermedi. l ANKARA Mustafa Çakır

Sivas'ta deprem

Sivas'ta deprem Sivas'ın Gemerek ilçesinde 4.4 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Depremi hisseden ve korku içerisinde sokağa çıkan bazı vatandaşlar, soğuk hava nedeniyle yaktıkları ateşin çevresinde ısınmaya çalıştı. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'ndan (AFAD) edinilen bilgiye göre saat 01.01'de merkez üssü ilçeye bağlı Beştepe köyünde 4.4 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Zeminden 16.68 kilometre derinlikte meydana gelen deprem sonrası ilçe merkezinde sarsıntıyı hisseden bazı vatandaşların sokağa çıktığı görüldü. Soğuk hava nedeniyle evlerinin önünde ateş yakan ilçe sakinleri ısınmaya çalıştı. İlk belirlemelere göre herhangi bir olumsuzluğa rastlanılmadığı öğrenildi. /Archive%5C2021%5C2%5C8%5C024329165-gemerekte-4.4-buyuklugunde-deprem_2.jpg DHA

Şentop'tan Boğaziçi yorumu: Burada başka bir tablo var

Şentop'tan Boğaziçi yorumu: Burada başka bir tablo var TBMM Başkanı Şentop, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki olaylara ilişkin "Burada başka bir tablo var. Başka bir hazırlığın ipuçları görülüyor, seziliyor. Buna devlet müsaade etmez" ifadelerini kullandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Mustafa Şentop, "Yeni anayasa bir ütopya, erişilmez bir şey değildir. Bu, gerçekleşebilir bir şeydir, yeter ki iyi niyetle olsun, yapma konusundaki irade olsun." dedi.Şentop, Ülke TV canlı yayınında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu ve soruları yanıtladı.Şentop, Boğaziçi Üniversitesindeki olaylara ilişkin şu ifadeleri kullandı:"Buradaki mesele biraz daha geniş. Bütün dünyada yavaş yavaş özellikle çevremizde gelişen, Rusya'daki olaylarla beraber birlikte baktığımızda sanki bir süre sonra yapılması düşünülen, beklenen muhtemel olaylar için burada bir eylemlilik çekirdeği oluşturmak, bunu sıcak tutmak gibi bir amaç varmış gibi düşünüyorum çünkü bunu başka türlü izah edebilmek, bunu bir rektör ataması bağlamında izah edebilmek mümkün değil, tüm parametreleri bir araya getirdiğimizde. Burada başka bir tablo var. Başka bir hazırlığın ipuçları görülüyor, seziliyor. Buna devlet müsaade etmez."2000 yılında Samsun'daki üniversiteye yapılan rektör atamasını hatırlatan Şentop, bu dönemde öğretim üyelerince belirlenen ve YÖK tarafından Cumhurbaşkanına gönderilen üç isimden birincinin 297, ikincinin 73, üçüncünün de 71 oy aldığını, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in 71 oy alan üçüncü sıradaki kişiyi rektör olarak atadığını dile getirdi.Yüksek oy alan rektör adayını destekleyen öğretim üyelerinin söz konusu atamaya tepki göstermek için Atatürk anıtına çelenk bırakmak ve basın açıklaması yapmak istediklerini ancak polisin buna müdahale ettiğini söyleyen Şentop, şöyle konuştu:"100'ün üzerinde öğretim üyesinin bir kısmı cübbeleri yırtılarak, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmış. Slogan, taşkınlık yok, çelenk koyup açıklama okuyacaklar, buna müsaade edilmemiş. Öğretim üyeleriyle ilgili Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na aykırı davranmaktan dolayı dava açılmış, öğretim üyelerinin tamamı hakkında ayrıca üniversitede soruşturma açılmış. Bu üniversitedeki öğretim üyeleriyle ilgili verilen cezalar var. Yine bazı siyasi partilerin yöneticileri, öğretim üyelerini Samsun'da denize dökeceklerini söylemişler. Öğretim üyelerinin ifadelerini almak için rektörlük makamına verilen yazıda, 'Cumhurbaşkanının Anayasa'nın 130'uncu maddesine göre takdir hakkını kullanarak üniversite rektörlerini atadığı, bu nedenle de protesto edilmesinin suç teşkil ettiği' görüşü savunulmuş. Buna dayanarak ceza verildi öğretim üyelerine."Anayasa Mahkemesinin Enis Berberoğlu kararını da değerlendiren Şentop, şunları dile getirdi:"Anayasa Mahkemesi, iki karar verdi ama kararlar teknik olarak birbirinden farklı. Burada seçme seçilme hakkının, kişi hürriyetinin ihlal edildiğine dairdi ilk karar. 'Milletvekili seçildiği için yeniden dokunulmazlık kazanmıştır, kazandıktan sonra da yargılamanın durdurulması lazımdı, durdurulmamıştır.' diye verdi. Bunu ilk derece mahkemesine gönderdi. Bu konuda hukuki tartışmalar yapılabilir. Şahsi kanaatim, ilk derece mahkemesi karar verdiği zaman ilk derece mahkemesinin karar verdiği sırada Berberoğlu'nun dokunulmazlığı yoktu. İstinafa gitti, orada bir karar verildi, o zaman da dokunulmazlığı henüz yoktu. Yargıtay'a gittiğinde Berberoğlu seçildi ve Meclis'e geldi. Bu karar, Yargıtay aşamasında verildi. Durma kararı verilmesi gerekiyorsa bunu Yargıtay verecek. Bir ihlal söz konusuysa bunun muhatabı ilk derece mahkemesi değil, Yargıtay olması gerekirdi. İkinci karar ise 14. Ağır Ceza Mahkemesi buna uymadığı için, uymaması sebebiyle bir ihlal ortaya çıkıyor. Mevcut ihlal devam ettiriliyor, bundan dolayı verilmiş bir karar.Anayasa Mahkemesi, bu kararında, 145. paragrafında 'Bu, hukuk düzeninin, anayasal düzenin ihlalidir mahkemeninki. TBMM başta olmak üzere, HSK ve diğer kamu kurumları da bu konuda bir şeyler yapmalıdır.' anlamında, 'Gelin, hep beraber çözelim bu konuyu.' gibi bir yaklaşım içinde, bir nevi Meclis'e de tembihte bulunuyor, öğüt veriyor. Bilgi için Meclis ve HSK'ye bunu gönderiyor. Ne gerek varsa? Çünkü Resmi Gazete'de yayımladığınız bir şeyden bilgi sahibi oluyoruz. İçerideki bu ifadelerde sanki Meclisin yapacağı bir şeyler var, onları Meclis yapmıyormuş da hatırlatalım gibi tablo ortaya çıkıyor. Bu, sadece benim anlayışım ya da evhamım falan değil. Birçok kişi böyle anlamış. Kararı baştan sona okudum. Meclis'in yapacağı bir şey görülmüyor. Meclis ne yapacak? Belirtilmemiş." değerlendirmesinde bulundu. AA

Organize suçşebekesi lideri AlaattinÇakıcı’dan Melih Bulu’ya mektuplu destek

Türkçe Haberler En Son Başlıklar Organize suç şebekesi lideri Alaattin Çakıcı’dan Melih Bulu’ya mektuplu destek Organize suç şebekesi lideri Alaattin Çakıcı, Boğaziçi Üniversitesi'ne atanan AKP'li Melih Bulu'ya destek mektubu yayınladı. Boğaziçi Üniversitesi'ne atanan AKP'li Melih Bulu'ya karşı protestolar devam ederken Bulu'ya destek Organize suç şebekesi liderliğinden hüküm giymiş Alaattin Çakıcı'dan geldi. Sosyal medya hesabından bir yazı yayınlayan Çakıcı, "Sayın rektöre şunu hatırlatmak isterim, sakın istifa etmeyiniz. İstifa ederseniz, bu terörist eylemcilerin önünü açarsınız. Bu kutlu ittifakta gedik açmaya hakkınız yok" ifadeleri ile desteğini gösterdi.İşte Organize suç şebekesi lideri Alaattin Çakıcı'nın paylaşımları:/Archive/2021/2/8/005427430-cak1.jfif/Archive/2021/2/8/005435258-cak2.jfif cumhuriyet.com.tr

Hollanda teneke kutularda satılan içeceklerden depozitoücreti alacak

Hollanda teneke kutularda satılan içeceklerden depozito ücreti alacak Hollanda'da doğaya atılan teneke içecek kutularının ciddi oranda kirliliğe yol açması nedeniyle, kutu başına 15 cent depozito alınması kararlaştırıldı. Getty ImagesHollanda'da doğaya atılan teneke içecek kutularının ciddi oranda kirliliğe yol açması nedeniyle, kutu başına 15 cent depozito alınması kararlaştırıldı.İçecek üreticileri ve süpermarketler, pahalı ve karmaşık olacağı gerekçesiyle, teneke kutulara depozito uygulanmasına karşı çıkıyordu.Ancak Hollanda hükümeti, içecek kutularının yarattığı kirliliği önlemenin en etkili yolunun, depozito alınması olduğu görüşünde. Bayındırlık ve Çevre Bakan Yardımcısı Stientje van Veldhoven, parlamentoya gönderdiği mektupta, 31 Aralık 2022'den itibaren, teneke içecek kutusu başına 15 euro cent depozito alınmasına karar verdiklerini bildirdi.Van Veldhoven, marketler ve içecek sektörünün gerekli hazırlığı yapabilmesi için 31 Aralık 2022'ye kadar yeterli zamanın bulunduğunu vurguladı.Azalmak yerine arttıHollanda hükümeti, doğadaki teneke kutusu sayısının 2017 yılı ortalamasına göre yüzde 70 oranında azaltılması durumunda, depozito uygulamasına geçmemeyi düşünüyordu. Ancak, doğadaki atık kutu sayısı azalmak yerine yüzde 27 daha arttı.Hükümete göre, Hollanda'da her yıl yaklaşık 2 milyar teneke kutu içecek satılıyor. Bunlardan 150 milyonu çevreye atılıyor. Bu da, 25 olimpik yüzme havuzunu tıka basa dolduracak bir miktara karşılık geliyor.Getty ImagesHollandalı bakan yardımcısı, depozito uygulaması ile bu kirliliğin ortadan kalkacağını söyledi. Çünkü, büyük boy plastik içecek şişeleri ile ilgili depozito uygulaması büyük ölçüde başarılı oldu. Hollanda'da satılan plastik şişelerin nerdeyse yüzde 90'ı iade ediliyor. Bu nedenle 1 Temmuz'dan itibaren küçük plastik şişelerden de 15 cent depozito alınacak.Teneke kutu başına da 15 centlik iade nedeniyle, yeni uygulamanın toplumda karşılık bulması bekleniyor.Teneke kutuların nereye ve nasıl iade edileceği konusu henüz net değil. Hükümet, bunun üretici ve süpermarketlerin sorumluluğunda olduğunu belirterek, depozito sisteminin maliyetlerinin üreticiler tarafından karşılanacağını vurguladı. BBC Türkçe

Sanal, gerçeğin yerine geçerse...

Sanal, gerçeğin yerine geçerse... Onur Okan’ın romanı Altın Balık, suçun gizeme, iyinin kötüye, sanal dünyada varlığın gerçek yaşamın sonuna denk geldiği, felsefi altyapısı kuvvetli bir tekno-roman. Katmanlı, köşeli, dehlizi bol bir hikâye. /Archive/2021/2/8/002622446-ic1.jpgDilek. Metin’le iki yıllık ilişkisi yeni sonlandı, yine de ondan gelecek bir mesaj her şeyi değiştirebilir.Mustafa. Soluk almadan çalışıyor, yolda görse selam bile vermeyeceği bir patronla yıllardır birlikte, sevmediği bir işi yapıyor.Hamza ve İhsan. İskelenin çımacıları, gemiden atılan halatları dubalara düğümlüyorlar.Hepsi sıradan bir sabahın kahramanları.Hikâyeleri bu kadar. Bir daha onları görmeyeceğiz. Az sonra şehrin hafızasına yeni bir kıyametin kurbanları olarak kazınacaklar.“Resmi kayıtlara go¨re saat 8.09’da, bir gu¨ru¨ltu¨ duyuldu o¨nce, bu¨yu¨k bir hu¨znu¨n habercisi olacak bu ses, Kadıköy’den Boğaz’a, Adalara ve kars¸ı kıyılarda yankılandı sonra. Orada olanların birc¸ogˆu ic¸in du¨nyada duydukları son ses, patlamanın gu¨ru¨ltu¨su¨ oldu. S¸anslı olan uzaktakilerse o gu¨nu¨, kulaklarındaki uzun su¨ren c¸ınlamayla hatırlayacaktı. Gu¨ru¨ltu¨nu¨n ardından yer c¸ekimi ortadan kalktı. I·nsanlar, bir anlıgˆına oldukları yerden geriye savruldular. I·skelenin duvarlarından kopan tas¸lar, metal parc¸aları ve cam kırıkları, yere du¨s¸mekte olan vu¨cutlarla havada bulus¸tu. Zaman durmus¸ gibiydi. Bu¨yu¨k bir toz bulutu kapladı o¨lenlerin u¨stu¨nu¨, topraktan o¨nce.”1 Nisan 2018 gu¨nu¨, Kadıko¨y’deki Bes¸iktas¸ iskelesinde patlayan bomba yu¨z yirmi bir kis¸inin o¨lu¨mu¨ne, iki yu¨z on do¨rt kis¸inin agˆır yaralanmasına neden oluyor. I·skelenin fotoğrafı zihinlerde hasta ruhlu bir caninin vahşetle çizdiği bir kıyamet tablosu olarak çakılıp kalıyor.Peki bu korkunç olayın anlamı, mesajı, amacı ne? Ve asıl soru: Saldırının devamı gelecek mi? Altın Balık, odağına korkunç bir saldırıyı alan, siber dünyanın suçlarına, gizli kapılar ardındaki hafıza pazarlıklarına, iyinin kötüye, korkağın cesura meydan okuduğu bir dünyaya dair tempolu bir roman.TİTİZ YAZAR, TİTİZ OKUROnur Okan ismini, Dedektif dergi için hazırladığı röportajlardan ve öykülerinden biliyoruz, polisiye kültürü ve edebiyatını odağına alan “Olay Yeri” adlı podcasti de polisiye severlerden ilgi görüyor.Altın Balık yazarın ilk romanı.Bilgi güvenliği uzmanı olan Okan, romanına alanda edindiği deneyim ve bilgisini cömertçe aktarıyor, sanal dünyanın kurallarıyla gerçek dünyanın nasıl alt üst edileceğinin ipuçlarını, teknoloji yardımıyla şeytani planlarını devreye sokan güçleri, yalnızlığının acısını tüm insanlardan almaya yeminli kaybedenleri anlatıyor.Baştan uyarı: bol karakterli, bol gerilimli, bol entrika ve sırlı bir roman Altın Balık, Okan kurgu ve yazımda gösterdiği titizliği belli ki okurdan da bekliyor. İzleği kaçırmamak, odağı kaybetmemek için bir dedektif titizliğiyle okumak gerekiyor Altın Balık’ı./Archive/2021/2/8/002651055-ic2.jpgİNSAN ZİHNİNİN FETHİRomanın odağında yer alan Fetih adlı bilgisayar oyunu, zamanın fantasy role playing kurgularına, bugünün interaktif oyun denemelerine benzer. İyiler ve kötüler var, haftanın birincisi hangi cephedense öteki cephedekilere zarar verebilme gücüne sahip. İyiler de kötüleri yenmek için uğraşıyor, böylece suç işleme güçlerini ellerinden alabilecekler.Patlayan bombanın oyunla bağlantısı, sanal dünyada palazlanan nefretin gerçek hayatta yüzlerce insanı öldürebilmesi, Fetih’in yaratıcıları ve kullanıcılarıyla yarattığı tehlikeli ekosistem Altın Balık’ın tekno-polisiye atmosferini destekliyor.Altın Balık’ta Onur Okan, iyi ve kötü tarafta olan karakterleri aracılığıyla felsefi sorgulamalar yapıyor, modern zamanın modern alışkanlıklarını, sonuçlarını tartışıyor. Bombanın arkasındaki isim şöyle diyor bir noktada:“Hayatı boyunca elleri topragˆa degˆmemis¸, bir inegˆin memesinden su¨t sagˆmamıs¸, bir agˆaca c¸ıkıp elma toplamamıs¸ olanlar, sanal c¸iftliklerde hayali tarlalarını ekip bitcoin bic¸erek zengin olma hayali kurdular. Peki, ya ay sonunu zar zor getirip kirasını bile o¨demekte zorlananların, son model akıllı telefon sahibi olma c¸abalarına ne demeli? Yanı bas¸ınızda binlerce insan ac¸lıktan o¨lu¨rken sırf fotogˆraf c¸ekmek ic¸in yedigˆiniz yemekler, havalı go¨ru¨nmek ic¸in ic¸tigˆiniz o su¨slu¨ kahveler bogˆazınızdan nasıl gec¸iyor?”Sosyal medyanın, yeni dünya için yeni kahramanlar ihtiyacının geldiği nokta da işleniyor romanda:“Bugu¨ne kadar hangi caniligˆin hesabı soruldu, so¨yleyin bana. O¨rnegˆin, du¨nya u¨zerinde, hadi du¨nyayı da gec¸tim, kendi ailesinde, c¸evresinde hic¸ ac¸ ya da maddi durumu iyi olmayan insan yokmus¸ gibi yemek yemeleri, bir de bu umarsızlıklarını kare kare paylas¸maları canilikten sayılmaz mı?”ŞANSIN VE LANETİN EN BÜYÜĞÜ: BENZERSİZLİKAltın Balık’ta her karakter iyi çalışılmış, dolgu kahraman yok. Saldırının sırlarını çözmeye çalışan Samet psikometri hastalığına sahip, hırslarını dengelemekte zorlanan Leyla iyi bir gazeteci, her biri farklı bir polisiye yaklaşımını temsil eden emniyetten isimler Murat, Ender, Sinan bombanın sırrını çözme peşinde... Bir de romana gizem duygusunu kazandıran Antikacılar ve Hurdacılar var.“Ailenin erkekleri bundan yıllar o¨nce hurdacı olmayı sec¸ti. Deden ve onun erkek kardes¸i. Sonra baban bizimle c¸alıs¸tı ve s¸imdi sen de bizimlesin. Hepsi is¸ini c¸ok iyi yaptı. Aradıgˆımız ve ihtiyac¸ duydugˆumuz her s¸eyi bulup bize getirdiler. Biz de satın aldık. Bu o¨rgu¨t yıllardır bo¨yle is¸liyor. Sizler ihtiyac¸ olanı arıyor, buluyor, koruyor ve bize getiriyorsunuz, bizler de sizden alıyor parlatıyor ve ilgilisine ya da gerc¸ek sahibine satıyoruz. Bu yo¨ntem hem size hem de bize, mevki makam, para ve pahası o¨lc¸u¨lemeyen birc¸ok s¸ey kazandırdı.”Son yıllarda polisiye edebiyatta alt türlerin, yaklaşımların yükselişine tanıklık ediyoruz. Fantastik polisiyede, alternatif tarihi içine alan gizem hikâyelerinde, yeni arayışlarla ortaya çıkan tekno-suç romanlarında da artış var.Sadece son birkaç aya bakalım: Saygın Ersin, Koray Sarıdoğan ve Altın Balık’la Onur Okan heyecan verici öyküler, kurgular fısıldıyor Türkçe okuruna. Okan’ın romanı türün meraklıları için bir altın balık, farklı ve yeni bir arayışın ürünü.Altın Balık temposu yüksek bir polisiye, dahası romanı bitirdiğinizde ilk iş oynadığınız oyunlara ara vermenize, şifrelerinizi de tekrar gözden geçirmenize neden olacak, şimdiden söyleyebilirim.Altın Balık / Onur Okan / Portakal Kitap / 256 s. Nazlı Berivan Ak

Ekolleri ve kitaplarıyla BatıKanonu!

Ekolleri ve kitaplarıyla Batı Kanonu! ABD’li usta eleştirmen Harold Bloom imzalı Batı Kanonu - Çağın Ekolleri ve Kitapları adlı geniş incelemesi okunduğunda ilk akılda tutulması gereken bilgi; Batı Kanonu’nun ne olursa olsun toplumsal kurtuluş için bir program olmadığı olmalı. Zira kökeni dini bir kelime olan “Kanon”un tarihsel olarak anlamı, eğitim kurumlarında okutulmak üzere “seçilen” kitaplar. /Archive/2021/2/8/002009278-kapakic1.jpg ZAMANA DİRENENLER KULÜBÜKökeni dini bir kelime olan “Kanon”un tarihsel olarak anlamı, eğitim kurumlarında okutulmak üzere “seçilen” kitaplar.ABD’li usta eleştirmen Harold Bloom imzalı Batı Kanonu - Çağın Ekolleri ve Kitapları adlı incelemede de Kanon kavramına, “okunması zorunlu kitaplar listesi” değil de “tek bir okurun ya da yazarın, daha önce yazılmış olan kitapların korunabilmiş bölümüyle ilişkisi” olarak yaklaşılırsa; Kanonun dini anlamını kaybedeceğine ve edebi “bellek sanatı” ile özdeş görüleceğine atıfta bulunuluyor.Ve kabul görmüş yazarların bir kataloğu ve dinden ayrıştırılmış anlamıyla “seküler kanon”un 18. yüzyılın ortalarında başladığı anımsatılıyor.Metinde referans kılınan sağduyu perdesinden bakılırsa, Batı Kanonu’nu eğer “toplumsal, politik ve kişisel ahlaki değerlerimizi oluşturmak için” okursak, bencilliğin ve sömürünün canavarlarına dönüşebiliriz./Archive/2021/2/8/002023434-ic2.jpgMERKEZ FİGÜR SHAKESPEAREÇünkü Batı Kanonu bir bütünden ya da sabit yapıdan başka her şeydir. Özünü, büyük karmaşıklıklar ve çelişkiler oluşturur. Varlık nedeni politik ya da ahlaki bir ölçü standardı belirlemek değildir. Kanonu derinlemesine okumak bir kişinin daha iyi ya da kötü bir insan olmasını, daha yararlı ya da zararlı bir yurttaş olmasını sağlamaz.Batı Kanonu’nun bir kişiye verebileceği tek şey kişinin “tek başınalığını”, son kertede “kendi ölümlülüğüyle karşılaştığı yalnızlığını” doğru şekilde kullanmasıdır. Kanon bireysel düşüncenin imgesidir.Belleğin gerçek sanatı, kültürel düşüncenin özgün temelidir. Ve tarihinin en önemli erken dönemi yazarı Publius Vergilius Maro olan Batı Kanonu, merkez haliyle ise William Shakespeare ve Dante Alighieri’dir./Archive/2021/2/8/002034559-ic3.jpgİncelemesinde Batı Kanonu içindeki belli başlı yazarları ele alıyor Harold Bloom, Teokratik Çağ’ın edebiyatını dışarıda bırakarak.Tarihsel seyri Dante ile başlatıp Samuel Beckett ile sona erdiriyor. Aristokratik Çağ’ı ise, Batı Kanonu’nun merkezi figürü olarak nitelediği Shakespeare ile başlatıyor ve diğer tüm yazarları onunla ilişkilendirerek değerlendiriyor.Yazarların seçiliş nedenleri temsil güçleri. Dante’den bu yana başlıca yazarlar, Miguel de Cervantes, William Wordsworth, Charles Dickens, Jane Austen, Virginia Woolf, George Elliot, Marcel Proust, Samuel Johnson; William Shakespeare’i etkilemiş olan Geoffry Chaucer ile Michel de Montaigne; John Milton, Samuel Johnson, Johann Wolfgang von Goethe, Henrik Ibsen, James Joyce, Beckett başta ondan etkilenmiş ve Lev Tolstoy ile Sigmund Freud gibi onu reddetmeye “çalışmış” pek çok yazar dağarda.Ulusal kanonlar önemli figürleri ile temsil ediliyor: İngiltere için Chaucer, Shakespeare, Milton, Wordsworth, Dickens; Fransa için Montaigne ve Molière; İtalya için Dante; İspanya için Cervantes; Rusya için Tolstoy; Almanya için Goethe; Güney Amerika için Jorge Luis Borges ve Pablo Neruda; ABD için Walt Whitman ve Emily Dickinson./Archive/2021/2/8/002218480-ic8.jpgTUHAF VE TEKİNSİZ!“Bir yazarı ya da eseri kanonsal yapan şey nedir?” sorusunu soran Bloom, “Bu özgün bir tuhaflıktır” yanıtına ulaşıyor. Metinde, edebi bir esere kanonsal statü kazandırabilecek özgünlüğün bir işaretinin ya asla tamamen özümseyemediğimiz ya da artık kendine özgülüğünü göremediğimiz türden bir tuhaflık olduğu niteleniyor.Birinci olasılık Dante, ikinci olasılık Shakespeare’de somutlanırken, Walt Whitman ise paradoksun iki tarafına da örnek gösteriliyor.Sonra ilk kez okunduklarında İlahi Komedya, Kayıp Cennet, Faust II. Bölüm, Hacı Murat, Peer Gynt, Ulysses ve Canto General’in ortak noktasının “tekinsizlikleri” ve “okuru evinde yabancı hissettirmeleri” olduğuna dikkat çekilirken, Shakespeare’in farkı, çoğunlukla tersi bir izlenim yaratarak “okuru uzaklarda evinde hissettirmesi” olarak ortaya konuluyor./Archive/2021/2/8/002106949-ic5.jpgHAYATTA KALMANIN KOŞULU TEKRAR OKUNMAKBatı Kanonu için temel görünen ve bir çeşit “hayatta kalanlar listesi olarak nitelenen” az sayıdaki eserler baştacı metinde: Shakespeare’in başlıca trajedileri, Milton’ın Kayıp Cennet’i, Chaucer’in Cantebury Hikâyeleri, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Tevrat, İncili Şerif (Gospels), Cervantes’in Don Quijote’si, Homeros’un destanları.Öte yandan Kanonsallık için harika üsluplar gerektir şarttır zira onlar etkileme gücü taşırlar.Bu koşutta Kanonsal olanı belirlemek için başlıca ölçüt de bellidir; eğer bir eser tekrar okunmayı talep etmiyorsa, o eser sınavı geçmemiş olur.Kaldı ki Kanona estetik güçle girilir ki formülü de elzem bir karışımdır; imgesel dile hakim olma, özgünlük, bilişsel güç, bilgi ve dil coşkusu.Eğitim kurumlarında, tarihi adaletsizlikleri yok etme ve sosyal uyum adına bütün entelektüel ölçütlerin terk edildiğine ilişkin haklı agresif yaklaşım doğrultusunda bakıldığında pragmatik olarak “Kanon’un genişlemesi” “Kanon’un mahvolması” anlamına gelmiştir.Çünkü öğretiler içinde kadın, Afrikalı, Hispanik ya da Asyalı yazarların en iyileri yoktur, olanlar da yarım ağızlıdır./Archive/2021/2/8/002118605-ic6.jpgKIRGINLAR EKOLÜ!Onun yerine geliştirdikleri kırgınlıktan fazla verebilecek bir şeyi olmayan yazarlar vardır - Bloom bu yazarları altı dala ayrılan bir Kırgınlar Ekolü (Feministler, Marksistler, Lacancılar, Yeni Tarihselciler, Yapıbozumcular, Göstergebilimciler) olarak niteliyor -. Ve bu kırgınlıkta ne tuhaflık ne de özgünlük vardır.Kitabın düzleminin, “anlaşılması güç ve sıkıntılı bir edebi etkilenme süreci olmadan güçlü, kanonsal bir edebiyat olamayacağı”; “geleneğin geçmişteki deha ile şimdiki yönelimler arasında bir çatışma olduğu gerçeği” ve “kazananın ödülünün de hayatta kalmak ya da kanona dahil edilmek” bağlamlarına da hayli odaklı olduğunu belirtmemek kuşkusuz yazıyı eksik bırakmak olur.Shakespeare’in ondan önce geleni cüceleştiren nadir bir örnek olduğunu vurgulayan Bloom’un bu noktadaki düşüncesi, hassaten bilişsel özgünlüğünü de kutsadığı Shakespeare’den sonra, etkilenme endişesiyle nispeten özgür olarak mücadele veren sadece birkaç figür (Milton, Molière, Goethe, Tolstoy, Ibsen, Freud, Joyce) olduğu yönünde./Archive/2021/2/8/002130496-ic7.jpgÜÇ DEHA; HEMINGWAY, FITZGERALD, FAULKNER...Etkilenme endişesinin yazının elbet hayrına olmak üzere “harekete geçirdiği” kanonsal dehalar Kaos Çağı’nın en canlı üç ismiyle anılıyor Batı Kanonu - Çağların Ekolleri ve Kitapları”nda: Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald ve William Faulkner.Üçünün de Joseph Conrad’ın etkisiyle ortaya çıktıkları fakat bu etkiyi kendilerine Amerikalı birer öncü de seçerek kurnazca dengeye oturttuklarını da gündeme getiriyor inceleme; Hemingway için Mark Twain, Fitzgerald için Henry James, Faulkner için de Herman Melville.Bu bağlamı Milton’ın, kendisinden önce Chaucer, Edmund Spenser ve Shakespeare’in ve kendisinden sonra Wordsworth’ün yaptığı gibi geleneği alt ettiği ve içine aldığı yargısıyla, Kanonlaşmanın en güçlü sınavının bu olduğunu belirterek pekiştiriyor Harold Bloom.Ve soruyor; “Çok az sayıda ikişi geleneği alt etmiş ve içine almıştır. Bugün için soru şu; ’Geleneği dışardan zorlamak yerine çokkültürcülerin yapmak istedikleri gibi içerden kendinize yer açmak için dirsekleyebilir misiniz?’”Batı Kanonu - Çağların Ekolleri ve Kitapları / Harold Bloom / Çeviren: Çiğdem Pala Mull / İthaki Yayınları / 517 s. Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Bu hayatınasıl yaşamalıyız?

Bu hayatı nasıl yaşamalıyız? Ölü Dilde Bir Hayalperest, Grace Paley’den, sıradan insanların sıradan yaşamlarına ayna tutan sıra dışı öyküler. 1995’te Pulitzer Ödülü’nde finale kalan Toplu Öyküler seçkisinden derlenerek Delidolu Yayınları tarafından Türkçede ilk kez yayımlanan bu öyküler; insan ilişkilerine, yalnızlığa, varoluşun getirdiği kaçınılmaz korku ve arzulara dair çarpıcı tespitlerle dolu. New York’un alt sınıf insanlarının, göçmenlerin, bekâr annelerin, aldatılan karı kocaların yaşamlarına tüm doğallığı içinde tanık ediyor. Kadınlar hakkında yazmanın başlı başına “politik bir eylem” olduğunu vurgulayan yazar; kadın-erkek ilişkilerini, anneliği, evlilik ve cinselliği ele alırken eleştirel olduğu kadar mizahi bir anlatım benimsiyor. /Archive/2021/2/8/001606281-ic1.jpg“Çok az sayıda yazar, onun karakteristik konuşma diliyle anlattığı etkileyici ve komik öykülerindeki o doğaçlama sesle boy ölçüşebilir. Bu mükemmel seçki, Paley’nin cömert ruhunun bu yüzyılın geri kalanına armağanıdır.”Ursula K. Le GuinÖlü Dilde Bir Hayalperest, Grace Paley’den, sıradan insanların sıradan yaşamlarına ayna tutan sıra dışı öyküler.Grace Paley, sıradan insanların sıradan yaşamlarına ayna tuttuğu Ölü Dilde Bir Hayalperest’te; kendi deyişiyle, yaşadığı ülkenin ve şehrin sakladıklarını gün yüzüne çıkarmaya, anlatılmayanı anlatmaya çalışırken, hayatın iç acıtan keskin yönlerini kendine özgü iyimserliğiyle yumuşatıyor./Archive/2021/2/8/001624374-ic2.jpg1995’te Pulitzer Ödülü’nde finale kalan Toplu Öyküler seçkisinden derlenerek Delidolu Yayınları tarafından Türkçede ilk kez yayımlanan bu öyküler; insan ilişkilerine, yalnızlığa, varoluşun getirdiği kaçınılmaz korku ve arzulara dair çarpıcı tespitlerle dolu.Gerçekçi ve kimi zaman taşıdıkları dramatik içerikle zıtlaşan eğlenceli diyaloglara dayalı öykülerde, New York’un alt sınıf insanlarının, göçmenlerin, bekâr annelerin, aldatılan karı kocaların yaşamlarına bütün doğallığı içinde tanık ediyor.Kadınlar hakkında yazmanın başlı başına “politik bir eylem” olduğunu vurgulayan yazar; kadın-erkek ilişkilerini, anneliği, evlilik ve cinselliği ele alırken eleştirel olduğu kadar mizahi bir anlatım benimsiyor./Archive/2021/2/8/001637030-ic3.jpgGRACE PALLEY (1922 - 2007): 1922 yılında Bronx’da doğdu. Kültürünü ve dillerinin ritmini hikayelerinde seslendireceği Rusça ve Yidişçe konuşulan bir evde büyüdü. 1905 yılında Çarlık Rusya’sından Amerika’ya göçen Ukraynalı sosyalist Yahudi bir aileye mensup, Amerikalı feminist öykücü ve şair Grace Paley aynı zamanda ömrü boyunca muhalif olmayı sürdürmüş bir politik aktivistti. 1950’lerdeki nükleer karşıtı harekete, 1960’larda ise Vietnam Savaşı’na karşı düzenlenen protestolara katıldı. Yaratıcı yazarlık dersleri de veren Paley’nin, İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden (1959), Son Dakikada Büyük Değişimler (1974), Aynı Gün Daha Sonra (1985) adlı kitaplarının yer aldığı, 1994 yılında yayımlanan The Collected Stories (Toplu Öyküler) seçkisi çeşitli ödüllere aday gösterildi.Ölü Dilde Bir Hayalperest / Grace Paley / Çeviren: Püren Özgören / Delidolu Yayınları / 208 s. Cumhuriyet Kitap Eki

Küçülme!

Küçülme! Küçülme - Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı; büyümenin aşırı masraflı, ekolojik açıdan sürdürülemez ve özünde adaletsiz bir hal aldığını, “büyüme”yi temel alan mitik inançların terk edilmesi gerektiğini savunuyor. /Archive/2021/2/8/001253439-ic3.jpgToplumların esenliği ve gelişmişliği çoğu iktisatçı ve siyasetçi tarafından “büyüme” kavramıyla açıklanıyor. Farklı siyasi ve iktisadi görüşlerin “büyüme” konusunda anlaştığını görüyoruz.Günümüzdeki hızlı yoksullaşma, artan eşitsizlikler ve toplumsal-ekolojik felaketler de egemen söyleme göre büyüme eksikliğinin ya da azgelişmişliğin sonuçlarıdır: “Büyümeyen, yerinde sayan, ölür”.Küçülme - Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı adlı kitap ise bu sorunların nedeninin tam da büyüme olduğunu, büyümenin aşırı masraflı, ekolojik açıdan sürdürülemez ve özünde adaletsiz bir hal aldığını, “büyüme”yi temel alan mitik inançların terk edilmesi gerektiğini savunuyor.Bunun için büyüme tahayyülünü ayakta tutan ve ekonomiyi bilim olmaktan çıkaran terimlerle düşünmekten vazgeçmek gerekiyor. Kullanımdaki iktisadi dil, ifade edilmesi gerekeni ifade etmekte yetersiz kaldığı içindir ki yeni bir söz dağarcığına ihtiyacımız var./Archive/2021/2/8/001235471-kapakic2.jpgBir grup aktivist ve entelektüelin ilk olarak Fransa’da başlattığı ve ardından tüm dünyaya yayılan küçülme hareketi, toplumsal bir hedef olarak ekonomik büyümenin terk edilmesi çağrısında bulunuyor. “Küçülme” kavramı, daha az doğal kaynak tüketen ve tamamen farklı ilkeler çerçevesinde örgütlenen toplumlara giden yolu temsil ediyor. Sadelik, şenliklilik, otonomi, bakım, müşterekler gibi kelimeler de küçülme toplumlarının neye benzeyebileceği konusuna ışık tutuyor.Bu derlemenin, sadece başka bir dünyanın mümkün olduğunu düşünmekle kalmayıp aynı zamanda onu şimdi inşa etmek adına mücadele eden herkes için değerli bir bilgi ve ilham kaynağı olacağını umuyoruz.Küçülme - Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı / Hazırlayanlar: Giacomo D’Alisa, Federico Demaria, Giorgos Kallis / Metis Yayınları / 320 s. Cumhuriyet Kitap Eki




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter