Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Sunday, 11.02.2025, 03:04 AM (GMT)

News - Haberler

TCDD'de kurumiçi sınav: Yazılısınavda sonuncu, mülakatta ikinci

Türkçe Haberler En Son Başlıklar TCDD'de kurumiçi sınav: Yazılı sınavda sonuncu, mülakatta ikinci figure > Şaibe ve torpil iddialarıyla gündeme gelen kurum içi sınavlar çalışanları mağdur ediyor. Bunun son örneği Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) Öğretmen Unvan Değişikliği Sınavı’nda gerçekleşti. Yazılı sınavda en düşük puanı alan adaylardan birine sözlü sınavda en yüksek ikinci puan verildi. Şaibe ve torpil iddialarıyla gündeme gelen kurum içi sınavlar çalışanları mağdur ediyor. Bunun son örneği Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) Öğretmen Unvan Değişikliği Sınavı’nda gerçekleşti. Yazılı sınavda en düşük puanı alan adaylardan birine sözlü sınavda en yüksek ikinci puan verildi.Birgün'den Mustafa Kömüş'ün haberine göre; Teknik eğitim ve eğitim fakültesi mezunlarının katılabildiği kurumiçi mesleki öğretmenlik sınavı 4 Ekim’de gerçekleşti. Ardından yazılı sınavdan 60 ve üzeri puan alan 41 kişi, 3 ile 6 Kasım tarihli arasında sözlü sınava katıldı. Ancak iddiaya göre, sözlü sınavda nesnel sorular yöneltilmedi ve adaylara vakıf olmadıkları konu hakkında sunum yaptırıldı.Yazılı sınavda en düşük puan olan 60 alan adaylardan E.B.’ye sözlü sınav-da en yüksek ikinci puan olan 88 verildi. Birinci ise yazılı sınavda 76, sözlü sınavda 89 puan alan F.S. oldu. Böylece F.S. ile E.B.’nin de aralarında yer aldığı 10 kişi, sınavda başarılı oldu. Yazılı sınavda 84 puan alan İ.K, 78 puan alan İ.A ve Y.D. ise sözlü sınavda 70’in altında alarak elendi. İ.K., E.B.’den ortalama olarak yüksek puan almasına rağmen sözlü sınavda 70’in altında puan verildiği için başarısız sayıldı.Öte yandan yine yazılı sınavda 66 puan alıp mülakatta 85 puan verilerek başarılı sayılan Mustafa Kemal Diler'in iktidara yakın Ulaştırma Memur-Sen Eskişehir Şube Başkanı olması dikkat çekti. cumhuriyet.com.tr

"Türkiye'de her an 7'ninüzerinde bir deprem olabilir"

"Türkiye'de her an 7'nin üzerinde bir deprem olabilir" figure > Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Haluk Özener, Türkiye'de her an 7'nin üzerinde bir depremin meydana gelebileceğini söyledi. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Haluk Özener, Depremlere Karşı Alınabilecek Önlemleri Araştırma Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, Türkiye'de her an 7'nin üzerinde bir depremin meydana gelebileceğini söyledi. Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanı Mehmet Güllüoğlu da, İstanbul'da 3 bin 20, Ankara'da 1715, İzmir'de 1646 olmak üzere, Türkiye genelinde 18 bin 925 toplanma alanı belirlediklerini kaydetti.Meclis Depremlere Karşı Alınabilecek Önlemleri Araştırma Komisyonu, AKP Sakarya Milletvekili Recep Uncuoğlu başkanlığında toplandı.Komisyon, AFAD Başkanı Güllüoğlu, Doğal Afet Sigortaları Kurumu (DASK) Yönetim Kurulu Üyesi ve Koordinatörü Erdal Turgut, MTA Genel Müdürlüğü Jeoloji Etütleri Dairesi Yer Bilimleri Araştırmaları Koordinatörü Doç. Dr. Selim Özalp, Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Haluk Özener ve TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Yer ve Deniz Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Abdullah Karaman'ı dinledi.AFAD Başkanı Güllüoğlu, komisyona yaptığı sunumda, hazırladıkları Türkiye deprem haritasıyla bölgelere göre nasıl bina yapılacağının belirlendiğini söyledi.DEPREM TOPLANMA ALANLARIToplanma alanlarının medyada çok tartışıldığını ifade eden Güllüoğlu, "İstanbul'da 3 bin 20, Ankara'da 1715, İzmir'de 1646 olmak üzere Türkiye genelinde 18 bin 925 toplanma alanı belirledik. Bünyemizde 93 bin çadır, 196 bin yatak ve 182 bin battaniyemiz var. İstanbul'a da 500 konteyner yerleştirdik. 13 milyondan fazla kişiye de deprem eğitimi verdik" dedi.Güllüoğlu, risk azaltıcı önlemlerin öncelenmesi, afet riskinin azaltılması kanunu çıkarılması, DASK katılımcılığının artırılması, DASK dışı afet sigortacılığının teşvik edilmesi ve yeni bir finansman modelinin oluşturulmasını talep etti.İzmir'deki depremin büyüklüğüne ilişkin açıklanan oranların farklılığının, tamamen teknik ve bilimsel verilerle ilgili olduğunu öne süren Güllüoğlu, bu konuyu Kandilli Rasathanesi ile de görüşüp, tartıştıklarını, depremin büyüklüğünü düşük göstermek gibi bir durumun asla söz konusu olmadığını söyledi.DASK Yönetim Kurulu Üyesi ve Koordinatörü Erdal Turgut, Zorunlu Deprem Sigortası üretimi için 32 sigorta şirketi ve yaklaşık 17 bin acente ile koordinasyon sağladıklarını belirtti.Deprem sonucunda meydana gelen hasarları tespit etmek ve tazminat ödemelerini gerçekleştirmek amacında olduklarını kaydeden Turgut, 2020-2021 için ödeme güçlerini de 40 milyar liraya çıkardıklarını söyledi.MTA Genel Müdürlüğü Jeoloji Etütleri Dairesi Yer Bilimleri Araştırmaları Koordinatörü Doç. Dr. Selim Özalp, Türkiye'de depremlerin, daha çok zeminin sıvılaştığı alanlarda görüldüğünü, bu nedenle deprem zararlarının azaltılması için bölgesel içerikli sıvılaşma yatkınlık haritalarının hazırlanması gerektiğini dile getirdi.'DEPREM OLMAZ DENİLEN YERDE BİLE HER AN DEPREM OLABİLİR'Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Haluk Özener, 258'i Marmara Bölgesi'nde olmak üzere Türkiye genelinde toplam 456 kayıt istasyonuna sahip olduklarını ve AFAD ile koordineli bir şekilde çalıştıklarını kaydetti.Özener, son 120 yıl içinde 4 büyüklüğünün üzerinde 10 bin 965 depremin meydana geldiğini, fay hatlarının hareketli olduğunu, bunun da Türkiye'de her an 7'nin üzerinde bir depremin meydana gelebileceğini gösterdiğini vurguladı.Türkiye'nin deprem kuşağında yer aldığına dikkati çeken Özener, Hatay'da 1500 yıldır bir depremin yaşanmadığını ancak Hatay dahil "deprem olmaz" denilen yerde bile depremin her an olabileceğini kaydetti.İzmir depremine işaret eden Özener, "Yaptığımız hesaplarda 7,2'nin üzerinde enerji birikmiş durumda. Bizi bekleyen daha büyük depremler var. O yüzden daha iyi, hazırlıklı ve koordine olmamız gerekir" dedi.OLASI MARMARA DEPREMİOlası Marmara depreminde, deniz altındaki çöküntüler nedeniyle tsunami ve heyelanların meydana gelebileceği uyarısında bulunan Özener, "Ege ve Akdeniz'de tarih boyunca tsunamiler oldu, yine olacaktır. Tsunami konusunda 2012'de çalışmalar yaptık. 5,5 üzerindeki depremlerde uyarı veriyoruz. Hep 'Allah korusun' diyoruz ama Allah insana akıl da vermiş. Bize düşen bilimin ışığında siyaseti beslemektir." diye konuştu.Erken uyarı sistemi ile Marmara'da 5 ile 7 saniye arasında bir zaman kazandıklarını belirten Özener, afete hazırlık eğitimi kapsamında 3 bin 893 eğitim gerçekleştirdiklerini ve 502 bin 682 kişinin katılımını sağladıklarını anlattı.Medyada depremle ilgili yapılan açıklamalara değinen Özener, "Popüler olmak isteyen hocalarımız, çok enteresan şeyler söylüyor, popülarite kaygısıyla konuşuyorlar. Biz programlara çıkmamayı tercih ediyoruz." şeklinde konuştu.Özener, AFAD ile Kandilli Rasathanesi arasındaki verilerin farklı açıklanmasının nedenine ilişkin ise aynı istasyonlar kullanılsa da algoritma ölçümleri nedeniyle farklı sonuçların çıkabileceğini söyledi.TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Yer ve Deniz Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Abdullah Karaman, kurum olarak bütçe sıkıntısı yaşadıklarını, çalışanların ücretlerini, yaptıkları projelerden aldıklarını, bu yüzden de zaman zaman haksız şekilde eleştirildiklerini kaydetti.Yerel zemin koşullarını incelediklerini belirten Karaman, Doğu Anadolu Fay hattı üzerinde bulunan illerden Antep'te çalışma yaptıklarını dile getirdi. AA

Binali Yıldırım'ın kardeşiİlhami Yıldırım: Acaba daha ne saçmalıklar göreceğiz

Binali Yıldırım'ın kardeşi İlhami Yıldırım: Acaba daha ne saçmalıklar göreceğiz figure > Bir dönem Kızılay'a kayyum olarak atanan Binali Yıldırım'ın kardeşi İlhami Yıldırım Kızılay'ın başlattığı 'Askıda Pizza' uygulamasını eleştirdi. MHP’nin çok tartışma yaratan 'Askıda Ekmek' kampanyasının ardından Türk Kızılayı da özel bir pizza zinciriyle anlaşıp, “Askıda Pizza’’ kampanyası başlatmıştı.Bir dönem Kızılay'da kayyum olarak görev yapan İlhami Yıldırım, "Acaba daha ne saçmalıklar göreceğiz ve duyacağız merak ediyorum" diyerek Kızılay'ın 'Askıda Pizza' uygulamasını eleştiren İlhami Yıldırım'ın sosyal medya hesabından yaptığı açıklama şöyle:"Eskiden fırınlarda sessiz sedasız "askıda ekmek" olurdu. Mahalleli bir kendine bir askıya ekmek alırdı. Şimdi bazıları işin şeklini değiştirmişler. Pizza yapmışlar.Yarın da lahmacun mu yapılacak? Susayım diyorum ama vicdamını susturamıyorum. Özelde gördüğüm yanlışları söyledim diye" kötü adam, koltuk sevdalısı, tekere çomak sokan, kör muhalif" dediler.Bu ithamları kabul etmedim, etmeyeceğim lakin sükunetimini koruyarak belirtmek isterim ki; Bu ve benzeri yardımlaşma ahlakına sığmayan, reklam kokan ve ihtiyaç sahiplerini rencide edecek, milletimizin yardımsever vicdanına sığmayan hiçbir kampanyayı desteklemiyorum."/Archive/2020/11/26/071303657-256250737x1024.jpgKIZILAY'A KAYYUM OLARAK ATANMIŞTI!Ankara 9'uncu Sulh Hukuk Mahkemesi 12 Aralık 2018 tarihinde verdiği kararlar Binali Yıldırım'ın kardeşi İlhami Yıldırım'ı Kızılay'ı seçime götürmek için kayyum olarak atamıştı. cumhuriyet.com.tr

Devletin kurumları, yandaşa kadro açmak için ilginçuygulamalara yöneliyor

Devletin kurumları, yandaşa kadro açmak için ilginç uygulamalara yöneliyor figure > Antalya L Tipi Cezaevi’nde hükümlü H.G. ile 5 kez kayıt dışı görüştüğü ortaya çıkan Savcı Hisli yeni bir göreve getirildi. Hakkındaki soruşturmada takipsizlik kararı verilen Hisli, Antalya Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulu Üyeliği’ne seçildi. Antalya L Tipi Kapalı Cezaevi’nde hükümlü H.G ile 5 kez kayıt dışı görüştürüldüğü ortaya çıkan eski cezaevi savcısı avukat Hüseyin Hisli’nin Antalya Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulu Üyeliği’ne seçildiği öğrenildi. Antalya L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda iş insanı Fettah Tamince’nin avukatı Ahmet Kürşat Köhle’nin ardından eski cezaevi savcısı avukat Hüseyin Hisli’nin 2020 yılında H.G isimli bir mahkûmla cezaevinde 5 kez kayıt dışı görüştüğü ortaya çıkmıştı. Hakkında herhangi bir işlem yapılmayan savcı Hisli, 13 Ekim’de alınan kararla Antalya Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulu Üyeliği’ne seçildi. Antalya Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığı tarafından yayımlanan “Antalya Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulu Üyeliği Seçim Sonuçları” bildirisinde, “Antalya Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İzleme Kurulu Üyeliği için başvurular alınmıştır. Başkanlığımızca 13 Ekim 2020 tarihinde saat 11.00’de yapılan toplantı neticesinde başvuranlar arasından Dilek İnce, Hüseyin Yüzbaşı, Hüseyin Hisli, Hüseyin Kurtay ve Filiz Oruç’un Asil Üye, Çiğdem Apaydın, Hasan Sakız ve Mehmet Karakök’ün Yedek Üye olarak seçilmelerine karar verilmiştir” denildi.ŞİKÂYET EDEN BAŞKA YEREÖte yandan Cezaevi 2. Müdürü B.Y., şikâyetinin ardından Antalya Elmalı Kapalı Cezaevi’ne tayin edilirken Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı suçun kabulüne ve söz konusu eylemin sabit olmasına karşın, herhangi bir kişinin mağduriyetine sebebiyet vermediği gerekçesiyle dönemin Cezaevi Kurum Müdürü Tuncay Avanaş hakkında takipsizlik kararı vermişti. Bunun üzerine B.Y Antalya 6. Sulh Ceza Hâkimliği’ne itiraz dilekçesi vererek sorumluların cezalandırılmasını istedi. B.Y dilekçesinde Kurum Müdürü Avanaş’ın kayıt dışı suçunu iki kez işlediğini belirtirken ilk kayıt dışı olayında Adalet Bakanlığı müfettişlerince ‘avukat ve ziyaret yönetmeliği usulüne aykırıdır’ şeklinde rapor tutulduğunu kaydetti. İki olay karşılaştırıldığında suçun aynı olduğuna dilekçede yer veren B.Y., buna karşın Hisli’nin kayıt dışı görüşmesine verilen takipsizliğin kaldırılmasını istedi. Leyla Kılıç

Arıtma tesisindeçalışmak için gerekli eğitim kriterlerine uyulmadı

Arıtma tesisinde çalışmak için gerekli eğitim kriterlerine uyulmadı figure > Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, tesis sorumlusu görevi için düzenlediği eğitime katılma hakkı kazananlar arasında moda tasarımı, zootekni ve iş idaresi gibi bölümlerden mezun olanlar da yer aldı. ÇMO Başkanı Kahraman, “Meslek hakkımız peşkeş çekiliyor” dedi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından kentsel ve sanayi atıksu arıtma tesislerinde görev yapacak tesis sorumluları için düzenlenecek yeterlilik eğitimini almaya hak kazanan adaylar arasında moda tasarımı, iş idaresi, açıköğretim işletme ve kamu yönetimi gibi bölümlerden mezun olanlar yer aldı. Halihazırda görev yapanların da almasının gerekli olduğu eğitim için Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğe göre ilk koşul, üniversitelerin Çevre Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmak. Fakat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü, çok sayıda farklı bölüm mezunu kişinin başvurusunu kabul etti. Bu bölümler arasında moda tasarımı, açıköğretim işletme, kamu yönetimi, iktisat, makine mühendisliği, su ürünleri mühendisliği, iş idaresi, zootekni, maden mühendisliği ve elektronik öğretmenliği gibi bölümlerden mezun olanlar da yer aldı.‘MESLEK GASPI’Resmi Gazete’de belirlenen koşullara bakanlık tarafından uyulmadığını vurgulayan Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) Başkanı Ahmet Dursun Kahraman, çevre mühendislerinin gerekli eğitimi alarak mezun olduklarını, sertifikanın zorunlu tutulmasının da diplomalarının yok sayılması anlamına geldiğini söyledi. Kahraman, “Karşı durduğumuz, yıllarca ailelerimizin ve devletin yatırımları ile laboratuvarlarda, stajlarda, sınavlarda, dersliklerde, sahada verdiğimiz emeklerle hak kazandığımız diploma ile tescilli mesleki haklarımızın böylesi kısa ve yüz yüze bile olmayan eğitim’ ile gasp edilmesi, bizim aldığımız eğitimin yanından bile geçmemişlere peşkeş çekilmesidir” dedi. Çevre Mühendisi olmayanların tesis sorumlusu olabilmesinin önünün, “alaylı arıtmacı” yetiştirmek için açıldığına işaret eden Kahraman, “Bir mühendislik formasyonuna sahip olmayan işletme veya moda tasarımcısına bu iki haftalık eğitim ile ne verilebilecek? Ayıptır, yazıktır. Diploma, böylesi ucuz yollarla sorgulanamaz. Bu girişimin sonu çözüm değil kaostur. Başvurdukları bu sakil yöntem, yurtta kurulmuş onca üniversitelere, akademik kadrolara, öğrencilere yapılan yatırımların heba edilmesi ve kamu zararı yaratmaktır” ifadelerini kullandı. Sefa Uyar

Yine akademik kadro, yine skandal

Yine akademik kadro, yine skandal figure > Yıldız Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nde açılan kadroya yerleştirilen kişinin mezuniyet notu 83.2 olarak gösterildi. Aynı kişinin notunun geçen yıl 78.6 olarak girildiği ortaya çıktı. Bölüm, “Sehven oldu” dedi, kadroya başvuranlar tepki gösterdi. Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar sürerken Yıldız Teknik Üniversitesi’nde (YTÜ) araştırma görevlisi alımında yaşananlar dikkat çekti. Üniversite, Biyomühendislik, Gıda Mühendisliği, Kimya Mühendisliği, Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü için araştırma görevlisi alımı yapılacağını duyurdu. 13 Kasım’da ise ön değerlendirme sonuçlarını açıkladı. Açıklanan listelerde bu kadrolara yerleşmek isteyen kişilerin yaptıkları başvuru sonucu ALES puanı, yabancı dil puanı ve öğrencilerin mezuniyet puan bilgileri yer aldı. Ön değerlendirme listelerinde sadece gıda mühendisliği bölümüne başvuran kişilerin mezuniyet notuna yer verilmedi. Gıda mühendisliği bölümü ise 1 kişi alacaktı.AKADEMİK KADROYU KAZANANLAR AÇIKLANDIAçıklanan listede Fatımatüz Zehra Sarı’nın lisans mezuniyet notu 83.2 olarak gösterildi. Ancak Sarı geçen yıl İTÜ’nün yapacağı alım için de başvurmuş ve kazanamamıştı. İTÜ ise Sarı’nın mezuniyet notunu sisteme 78.6 olarak açıklamıştı. Bunun üzerinde aradığımız YTÜ Gıda Mühendisliği Bölümü, “Sehven bir yanlışlık olmuş. Ancak 78 bile olsa Fatımatüz Zehra Sarı’nın ortalaması sonucumuzu değiştirmiyor. Kazananımız kendisidir” dedi. Kısa bir süre sonra işe alım listesinde Fatımatüz Zehra Sarı’nın mezuniyet notu düzenlenerek sisteme yeniden girildi. Ancak bu evrakta akademisyenlerin de imzası yer almadı. Bu kadroya başvuran öğrenciler yaşanan durumun bir skandal olduğunu belirterek “ALES, yabancı dil sınav sonuçlarının ‘sehven’ yanlış girilmediğini nerden bileceğiz” diyor. Seyhan Avşar

Dahaönceüretilen aşıya ilk defa yerliüretim dendi

Daha önce üretilen aşıya ilk defa yerli üretim dendi figure > Koca, uluslararası standartlarda üretilen ilk yerli tetanos-difteri aşısının kullanıma hazır olduğunu açıkladı ama... 1931-1996 yılları arası yerli seri üretimi olduğu ortaya çıktı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, uluslararası standartlarda üretilen ilk yerli tetanos-difteri aşısının kullanıma hazır olduğunu açıkladı. Sağlık Bakanlığı’nın aşı sayfasına göre ise, Türkiye’de 1931 yılından 1996 yılına kadar tetanos ve difteri aşıları üretildi. Kapatılan Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde 1940’lı yıllara kadar tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanos ve kuduz aşıları seri üretimle oluşturuldu. Enstitü 2011 yılında kapatıldı. Koca, yaptığı yazılı açıklamada, “yerelleşme ve millileşme politikası doğrultusunda” bakanlığın desteğiyle 2015’ten beri yürütülen çalışmaların ilk sonuçlarını verdiğini belirtti. “Uluslararası standartlarda üretilen ilk yerli aşımız kullanıma hazır” diyen Koca, “Erişkin tipi tetanos-difteri aşısının tüm üretim süreçleri tamamen yerli imkânlarla tamamlandı. Ankara’nın Akyurt ilçesinde 2015 yılında başlanan proje kapsamında yüklenici firma Turk İlaç, ilk dolumu 2017’de yaptı. İyi Üretim Prosesi (GMP) belgesi olan tesislerde antijen üretimi de dahil tüm süreçler yerli imkânlarla tamamlanarak üretime geçildi. Gerekli kalite denetimleri yapılan ve uygunluğu onaylanan erişkin tipi tetanos-difteri aşısının ilk teslimatı bakanlığımıza yapıldı” ifadelerini kullandı. Oysa, Sağlık Bakanlığı’nın “Türkiye’de Aşının Tarihçesi” adlı internet sitesine göre, Türkiye’deki ilk yerli aşı çalışmaları Osmanlı dönemine dayanıyor. Buna göre, 1913 yılında dizanteri ve veba aşıları Türkiye’de ilk defa hazırlandı ve uygulandı. Cumhuriyet döneminde, 1928’de kurulan Hıfzıssıhha Enstütüsü ile üretim merkezileştirildi. Burada 1940’lı yıllara kadar tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanos, kuduz aşıları seri üretimle oluşturuldu. Türkiye’de 1931 yılından 1996 yılına kadar tetanos ve difteri aşıları üretildi. Kolera salgını için Çin’e 1940 yılında aşı gönderildi. Türkiye’nin İnfluanza Laboratuvarı, 1950’de DSÖ tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı ve grip aşısı üretimine geçildi. Sarp Sağkal

Kadınlar, Kadına YönelikŞiddete KarşıDayanışma ve Mücadele Günü’nde alanlardaydı

Kadınlar, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma ve Mücadele Günü’nde alanlardaydı figure > “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma ve Mücadele Günü”nde kadınlar erkek şiddetinin durdurulması için ülkenin dört bir yanında alanlara çıktı. İstanbul Kadıköy’de buluşan kadınlar “Şiddete, eşitsizliğe isyanımız bitmeyecek” dedi. Ankara’da yürüyüşe engel olan polis, çok sayıda kadını darp etti. Hatay’da katledilen 3 bin 224 kadının anısına fidan dikildi. Tüm yurttaki eylemlerde kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması çağrısını yinelediler. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma ve Mücadele Günü’nde kadınlar yurdun dört bir yanında alanlara çıkıp “Bu düzene mahkûm değiliz” dedi.İSTANBUL Üniversitesi önünde toplanan Eğitim-Sen 6 No’lu Şube üyesi kadın emekçiler “Mücadeleyi büyütürsek kazanacağımızı biliyoruz” diyerek mücadele çağrısı yaptı. Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği üyeleri, Pendik’te “Kadın cinayetlerine, şiddete, eşitsizliğe, güvencesizliğe karşı ses çıkarıyoruz” dedi. İlerici Kadınlar Derneği’nden yapılan açıklamada, “Kadın düşmanlarına, gerici yobazlara, para babalarına, bu düzene mahkûm değiliz. Çocuk istismarlarına, kadına şiddete, tacize, cinayete mahkûm değiliz. Eşitlikçi bir düzen, insanca bir yaşam mümkün” denildi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Kadın Komisyonu, gazetecilere, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkılması, kadın ve çocuklara yönelik şiddetin takipçisi olunması çağrısı yaptı. DİSK Genel Merkezi önünde açıklama yapan DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu “İstanbul Sözleşmesi’nin ortadan kaldırılmasına dönük bütün girişimlere son verilmelidir” dedi.KADIKÖY Osmanağa’da bir araya gelerek İskele Meydanı’na yürüyen kadınlar, “Birbirimiz için sokakta erkek devlet şiddetine karşı isyandayız” pankartı açtı. Yapılan açıklamada, “İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına izin vermeyeceğiz. Eşitlik olmadan adalet sağlanmayacak” denildi.ANKARA Kadın Platformu’nun çağrısıyla Çankaya Belediyesi önünde bir araya gelen kadınların Sakarya Caddesi’ne yürümesi engellendi. Birçok kadın, polis tarafından darp edildi. Kadınlar, polis barikatı önünde açıklama yaptı. Mor renge bürünen Ankara Kalesi’nin üzerine “kadına şiddete hayır” ifadeleri yazıldı.İZMİR Bornova Belediyesi, erkekler tarafından katledilen 10 kadının son sözlerinin yer aldığı kadın silueti şeklindeki karton maketler ve pankartları Büyükpark, Bornova Cumhuriyet Meydanı ve Küçükpark gibi kentin en işlek noktalarına yerleştirerek farkındalık yarattı. Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde bir araya gelen kadınlar, “Kadın cinayetleri politiktir” sloganı attı. Kadınlar Dikili’de ve Buca’da da bir araya geldi.MUĞLA Eşitlik İçin Bodrum Kadın Platformu üyesi kadınlar Belediye Meydanı’nda açıklama yaptı. Mor tüllerle zincir oluşturan kadınlar, “İstanbul Sözleşmesi’ni uygula”, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganlarını attı. Fethiye Kültür Merkezi önünde bir araya gelen kadınlar iktidarın hedefindeki İstanbul Sözleşmesi’ne dikkat çekti.ÇANAKKALE Kadın Platformu’nun çağrısıyla bir araya gelen kadınların yürüyüşü, polis tarafından engellendi. AYDIN Didim Kent Meydanı’nda Kadın Platformu üyesi kadınlar, öldürülen kadınların resimlerini taşıdı. ANTALYA Kadın Platformu’nun çağrısıyla Attalos Meydanı’nda bir araya gelen kadınlar, “Yasaları uygulamadığınız için öldürülüyoruz” pankartını açtı. GAZİANTEP Demokratik Kadın Platformu tarafından Yeşilsu Parkı’nda açıklama yapıldı. “Haklarımızdan ve hayatlarımızdan vazgeçmiyoruz” pankartının açıldığı ve katledilen kadınların fotoğraflarının sergilendiği eylemde, “Hakkımız olanı ancak sokaklarda alacağımızı, evde, işte, her yerde mücadeleyi büyütürsek kazanacağımızı biliyoruz!” denildi. MERSİN Mezitli Belediyesi tarafından düzenlenen etkinliğe polis memuru Fatih Burak Aykul tarafından katledilen üniversite öğrencisi Feray Şahin’in ailesi katıldı. Aile, “Feray İçin Adalet” yazılı pankart açtı. Kadın Platformu’nun çağrısıyla bir araya gelen kadınlar kadın cinayetlerinin durdurulmasını istedi. HATAY Arsuz Belediyesi, Yollarda Sevgi Dağıtanlar Derneği ve Arsuz Gönüllüleri Dayanışma Derneği’nce Kurtbağı Mahallesi’ndeki Kadın Fidan Yaşam Ormanı’na erkek şiddeti yüzünden hayatını kaybeden 3 bin 224 kadının anısına fidan dikildi. SAMSUN Atakum Belediyesi tarafından düzenlenen “Yaşamaya Mecbursun” temalı etkinlikte İstanbul Sözleşmesi ve kadın haklarına dikkat çekilerek şiddete “dur” denildi.NEVŞEHİR Ürgüp Belediyesi, Üç Güzeller Peribacaları’nı ve Temenni Tepesi’ni turuncu renkle aydınlattı. TUNCELİ Dersim Kadın Platformu üyelerinin “Erkek devlet şiddetine karşı mücadeledeyiz” sloganıyla Seyit Rıza Meydanı’nda yaptığı eyleme 326 gündür kayıp olan Munzur Üniversitesi öğrencisi Gülistan Doku’nun ablası Aygül Doku da katıldı. “Şiddet her yerde, çözüm örgütlü mücadelede” pankartını açan kadınlar, “Erkek vuruyor, devlet koruyor” dövizleri taşıdı. ADIYAMAN İl Kadın Platformu, Demokrasi Parkı’nda açıklama yaptı. “Yasta değil isyandayız” pankartı açtı. DIYARBAKIR’da Dünya Kavşağı’nda açıklama yapan kadınlar, “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” diyerek Roboski Parkı’na yürüdü. ŞIRNAK ve HAKKÂRİ HDP il binalarının önünde mor zincir eylemi yapıldı. VAN ve BATMAN’da düzenlenmek istenen yürüyüşlere “eylem ve etkinlik” yasağı gerekçe gösterilerek izin verilmedi.ESKİŞEHİROdunpazarı Belediyesi, kadın cinayetlerine dikkat çekmek için Hamamyolu Caddesi’nde öldürülen kadınların isimlerinin bulunduğu “Kelebekler Anıtı” açtı. Anıtta, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nün simge isimleri olan “Mirabel Kardeşler”, Şule Çet, Özgecan Aslan, Münevver Karabulut, Ceren Damar Şenel, Emine Bulut, Iraz Ekinci, Şeker Dikbıyık, Kader Kaya ve geçen hafta Eskişehir’de kardeşi tarafından öldürülen Hasret Yüksekkavas’ın da aralarında bulunduğu 203 kadının adı yer aldı. Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt, “Kelebekler gibi kısa olmasın ömürleri, onlar gibi rengârenk yaşasınlar diye bu uğraşımız. Mücadelemiz, burada yazan isimlere yenilerinin eklenmemesi için” dedi. Espark AVM önünde bir araya gelen kadınlar da “Virüsten de şiddetten de ölmek istemiyoruz” dedi.TRABZON Barosu tarafından Trabzon Büyükşehir, Ortahisar ve Yomra belediyeleri, il emniyet müdürlüğü ve sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle etkinlik yapıldı. Araçlarına mor balonlar takan kadınlar, konvoy eşliğinde Atatürk Alanı’na geldi. Trabzon Barosu Başkanı Sibel Suiçmez, şiddeti, dayanışma ve mücadele ruhuyla ortadan kaldıracaklarını söyledi.ÖNERGEYE RETCHP’nin pandemi döneminde artan kadına yönelik şiddetin araştırılması için Meclis’e sunduğu araştırma önergesi reddedildi. CHP’li Gülizar Biçer Karaca, “9 Mart-7 Eylül arasında acil yardım hatlarına 4 bin 735 kadının çağrı bıraktığını” ifade ederek, “Ayıptır diyerek cinayetleri durduramazsınız. İstanbul Sözleşmesi’ni uygulayarak durdurabilirsiniz” dedi.İBB’DEN DESTEK HATTIstanbul Büyükşehir Belediyesi, “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”nde, 444 80 86 numarası üzerinden 7/24 Türkçe, Kürtçe, İngilizce ve Arapça hizmet verecek “Kadına Destek Hattı”nı hizmete açtı. Tanıtım toplantısına İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu da katıldı. Burada konuşan İmamoğlu, “kadın” ve “şiddeti” yan yana konuşmanın utanç verici olduğunu belirterek “Esas olan, bir zihniyet değişimidir” diye konuştu.KILIÇDAROĞLU: DEVLET POLİTİKASI OLMALICHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kadına yönelik şiddetin önlenmesinin bir devlet politikası olması gerektiğini belirtti. Yazılı açıklama yapan Kılıçdaroğlu, “Kadına yönelik şiddetin bir ‘veri’ olarak algılandığı günümüzde, toplumların öncelikli mücadelesi, şiddet, ayrımcılık ve ötekileştirmenin son bulması olmalıdır” dedi. CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka da konuya ilişkin CHP Genel Merkezi’nde basın toplantısı düzenledi. “Kadına yönelik şiddet politiktir” diyen Nazlıaka, “Bizler Halide Edib’lerden, Bahriye Üçok’lardan, Türkân Saylan’lardan aldığımız ilhamla, kadınların demokrasi, eşitlik ve insan hakkı mücadelesini uluslararası dayanışma içinde sürdüreceğiz” ifadelerini kullandı. cumhuriyet.com.tr

Saros Körfezi’ne yapılacak 270 metre uzunluğundaki iskele için yargısüreci beklenmedi

Saros Körfezi’ne yapılacak 270 metre uzunluğundaki iskele için yargı süreci beklenmedi figure > Edirne’nin Keşan ilçesinde, Saros Körfezi’nde Sazlıdere - Gökçetepe arasında doğalgaz taşıyacak gemiler için yaklaşık 270 metre uzunluğunda bir iskele dolgu platformu ve kara boru hattı projesinin başladığı ortaya çıktı. Davaların devam ettiğine dikkat çeken Sazlıdere köyü sakini Mehmet Zeybek, tarlasında kendisinden habersiz proje kapsamında çalışmaların başladığına dikkat çekerek “Arazim hakkında acele kamulaştırma kararı verildi. Bana bir tebligat dahi yapılmadan arazimde çalışmalara başladılar. Adıma para da yatırılmadı. Keşan Kaymakamlığı aracılığı ile jandarmaya ve Cumhuriyet başsavcılığına giderek ilgililer hakkında suç duyurusunda bulundum” dedi. Keşan Kent Konseyi Başkanı Hasan Karagöz de şöyle konuştu: “BOTAŞ’ın yapmış olduğu bu çalışmalar hukuk tanımaz, yaptım oldu mantığıdır. Edirne İdare Mahkemesi’nin bilirkişi keşfi üzerinden 15 gün geçti. Bilirkişi heyetine rapor hazırlamak için mahkemenin verdiği süre 60 gündür. Bu süre beklenmeden ve yerler istimlak edilmeden yasa tanımaz bir şekilde yerler işgal edilmiştir. Pandemi koşulları fırsata dönüştürülmüştür. İki buçuk yıldır mücadele ediyoruz. Mücadelemiz sürecek. Bu liman ve boru hattından Saros veya Ege Denizi’nde bizim ülkemize ait bir doğalgaz olsa ve buradan basılmak istense tamam ama Katar doğalgazını Avrupa pazarlarına pompalamak için dünya harikası Saros Körfezi ve çevresini talan etmek istemelerini kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz.”DAVALAR SÜRÜYORBoru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), Edirne’nin Keşan ilçesinde Saros Körfezi’ne Sazlıdere ve Gökçetepe arasındaki sahile doğalgaz taşıyacak gemiler için yaklaşık 270 metre uzunluğunda bir iskele dolgu platformu ve kara boru hattı inşa etmek istiyor. Saros FSRU Gemi İskelesi Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporuna Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olumlu görüş vermişti. Projeye karşı davalar açılmıştı. Hazal Ocak

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Türk gemisine baskın uluslararasıhukuka, sözleşmelere aykırı

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Türk gemisine baskın uluslararası hukuka, sözleşmelere aykırı figure > Libya’ya giden Türk kargo gemisi Rosaline-A’nın Libya açıklarında Avrupa Birliği’nin (AB) Libya’ya silah ambargosunu denetleyen Irini operasyonu kapsamında durdurulması nedeniyle patlak veren krizde Türkiye, olayın uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirtti. AB tarafından gelen açıklamalarda Ankara’nın gemiye yönelik arama talebine yanıt vermediği iddiası dillendirildi. 1988 tarihli Denizde Seyir Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Sözleşme (SUA) belli şartlarda bir ülkenin gemisine suç işlendiği şüphesiyle çıkılabileceğini, bunun için bayrak devletinden izin alınmasını, bu izin talebine 4 saat içinde yanıt verilmesini öngörüyor.‘BELİRLİ DURUMLAR’Bahçeşehir Üniversitesi Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi Başkanı Doç. Dr. Cihat Yaycı, “SUA sözleşmesine göre 4 saat meselesi ancak şu durumlarda geçerli olur: Geminin deniz haydutluğu ya da köle ticareti yaptığı, kitle imha silahı taşıdığı ya da uyuşturucu madde taşıdığı şüphesine dair somut delillerle bayrak devletinden izin istenir ve 4 saat beklenir. Burada acil bir durum yok, delil de yok. Türkiye’ye karşı bir kumpas girişiminde bulunulmuştur. Bu olayın BM’ye şikâyet edilmesi, uluslararası ceza mahkemelerine başvurulması, tazminat davası açılması lazım. Türk gemisine yönelik bu ihbar kim tarafından yapılmıştır? Bu kumpasın arkasında FETÖ olduğu muhtemeldir. Bu kumpasın amacı Türkiye’yi ağır yaptırımlara maruz bırakmaktı” diye konuştu. Olayın baş sorumlusunun Yunanistan olduğunu belirten Yaycı, “Gemi Alman gemisi, çıkan personel İtalyan, emri veren Yunan komutan. İlk muhatap Yunanistan. Nota verilen ülkelere Yunanistan’ın neden ve hangi sebeplerle dahil edilmediğini anlayamadım” dedi. Hüseyin Hayatsever

Batılılar, bilim ve felsefe birlikte ele alındığında muazzam bir sıçrama gerçekleştirilebileceğini gördü

Batılılar, bilim ve felsefe birlikte ele alındığında muazzam bir sıçrama gerçekleştirilebileceğini gördü figure > “Öğrenme tutkum beni İngiltere’den dışarı atmıştı. Bir süre Paris’te kaldım. Burada yalnızca önlerindeki kitaplara kurşunkalemle yıldızcıklar çizen, vakarlı bir otoriteyle oturan barbarlardan ve ağızlarını açtıklarında cehaletleri ortaya dökülen (yaratıklardan) başka bir şey görmedim... Durumu anladıktan sonra buradan nasıl kaçmam gerektiğini düşündüm, (çünkü) Arapların Toledo’daki dünyanın en bilgin filozofları tarafından verilen derslerini dinleyebilmek için gitmekte acele ediyordum. Dostlar beni İngiltere’ye geri çağırdıklarında yanımda İspanya’dan getirdiğim çok değerli bir kitap yükü vardı.” (Jacques le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, M.A. Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1984, s. 36-37) Bu sözler, 11. yüzyılın sonlarında Avrupa’yı dolaşan İngiliz entelektüeli Daniel Morley’e aittir. Bu sözlerin de kanıtladığı gibi 10. yüzyıldan sonra “beyin göçü” Doğu-İslam coğrafyasına doğruydu. Ne var ki hiçbir uygarlık ilelebet süremez... İbn-i Haldun uygarlık sürecini şöyle tarif etmişti: “Kavimler, gelişmek (uygarlık atılımı) için fetihlere girişerek ganimet edinir, sonra düzen kurarak haraç ve vergi toplar, kentler kurarak yükselişe geçer. Bu süreçte yeni bir uygarlığın temeli olan kültür de yaratmış olur. Sonra toplum (yönetim), maddi imkânların sınırlarına ulaşılmasının bir ifadesi olarak sefahate dalar, toplumsal yozlaşma baş gösterir, dünya nimetlerine dalmış olanlarda yorulma ve çürüme belirtileri başlar ve sonra uygarlık çöküşe geçer. Yeni bir uygarlık ya eskinin bağrından çıkar ya da bir başkası tarafından yıkılanın temelleri üzerinde kurulur.”EVET, ÇÖKMEK ZORUNDAYDIUygarlıkların yükseliş ve çöküş sürecini anlatan özgün bir yaklaşımdır bu. O halde şu soruyu sorabiliriz: Doğu-İslam uygarlığı çökmek zorunda mıydı? Evet, çökmek zorundaydı. Çünkü her uygarlık onu yaratan toplumun üstlendiği misyonun (din), amacın (fetih-haraç-vergi) ve imkânların (ekonomik-askeri güç) sınırlarına kadar genişleyebilir. Hedeflenen tarihsel misyon ve amaç, toplumsal sistemlerin (feodalizm-kapitalizm-sosyalizm) neyi nasıl üreteceğini ve bölüşeceğini de belirler. Yani misyon ve amaç, bilim ve teknolojiyi, kültür ve sanatı nasıl üretip kullanacağınıza da karar verir. Ortaçağ imparatorluklarının siyasi ve kültürel ufukları din ve fetihle sınırlıydı. Bu yüzden söz konusu devletlerin altyapısı, önce toprak ve yağma sonra da haraç ve vergiyle yaratılabilirdi. Misyon ve amaç, toplumların DNA’sı gibidir. Nasıl ki DNA, canlıların ne olacağının kodlarını içinde taşıyorsa toplumların misyon ve amaçları da onların ne olacağını belirler. İslam dinini yayma (cihat) ve fethedilen bölgelerden ganimet-haraçvergi toplama misyonunu benimsemiş İslam toplumları, “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” ideallerini benimsemiş burjuva demokratik toplumlara dönüşemezlerdi, çünkü bu toplumların ve bu toplumları yaratan bireylerin amaç ve misyonları farklıydı. Kuşkusuz yeni uygarlıklar, eskilerin kültürel altyapılarını içerirler ancak amaçları yenidir. Tartışmasız olan şey: Her toplum ve uygarlığın, kendi amaç ve misyonuna uygun insan tipi yaratmasıdır. Çünkü uygarlıkların üretim ve tüketim anlayışı gibi, insanların yaşam tarzı, maddi gereksinimi, ihtiyaç duyduğu ve arzuladığı bilim ve teknoloji, felsefe, doğa ve insan ilişkisi de farklıdır. Bununla belirlenmiş bir insan tipinin ve bu insanlardan oluşan bir toplumun “daha ileri” bir toplumsal model benimsemesi ve onu yaratmak için kolları sıvaması mümkün değildir. Bunun için köklü bir kopuş ve yeni bir toplumsal paradigma gereklidir. Böyle bir beklenti, hayalden öteye gidemez. Dolayısıyla Doğu-İslam uygarlığı baştan itibaren yıkılmaya mahkûmdu.5 MADDEDE YIKILIŞ SÜRECİYıkılışın nedenlerini özetle, önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:- Üstlenilen misyonla çağın yakalanamaması. Bunu özellikle vurguluyoruz, çünkü birçok yazar ve düşünür, Müslüman devletlerin gelişememesini sadece İslam dinine bağlamaktadır. Halbuki din, 7.-13. yüzyıllarda büyümenin ve çağdaş değerler yaratmanın motivasyonunu oluşturuyordu, fakat ideolojik sınırlıklar yıkılışın da kodlarını içinde taşıyordu. Özetle, bir paradigma değişikliğine gitmeden yeni bir süreç (Rönesans) başlatılamazdı. - Doğu-İslam uygarlığının ortaya çıktığı Akdeniz havzasının maddi olanakları yıpranmıştı. Bu bölge, Sudan’ın altınlarını ve Orta Asya’nın kısmi imkânlarını saymazsak rezervi tüketilmiş bir coğrafyaydı. Bu yüzden serbest rekabetçi Batı kapitalizmi, önce Amerika kıtasının devasa servetlerini, sonra Hindistan, Uzakdoğu Asya ve Orta Afrika’nın insan (köle) ve hammadde kaynaklarını ele geçirmek zorundaydı. İslam devletleri açısından bu olanaklar tükenmişti. - 11. yüzyıla girildiğinde Müslüman toplumlar kendi aralarında ölümüne parçalanmışlardı. Birbirinin gözünü oyan 3 farklı halife (Bağdat, Kahire, Endülüs), birbiriyle ölümüne savaşan onlarca devlet ve yüzlerce emirlik, çöküşü sadece çabuklaştırmıştı. 11. yüzyılın sonunda Toledo (1085), Sicilya (1091) ve Kudüs (1098) düştüğünde artık Doğu-İslam uygarlığı da çöküşteydi. - Moğol istilalarının (1250) yarattığı tahribat da buna eklenebilir, fakat bu hiçbir zaman önemli bir neden olmamıştır. Moğol istilaları, çökmüş olan bir uygarlığın son kalıntılarını temizlemişti. - Selçuklu veziri Nizamülmülk döneminde felsefeye karşı yürütülen kampanyanın (Gazali’nin filozofları tekfir etmesi) özgür düşünce üzerinde kısmi bir etkisi olmuştur ancak bu hiçbir zaman esas neden değildir. Eşarilik (Ebul Hasan) olarak bilinen Gazali’nin görüşleri, 9. yüzyılın sonlarından itibaren tedavüldeydi. Yükselişte olan toplumlar, gerici fikirlere itibar etmezken yıkılırken onları baş tacı ederler. Dolayısıyla Gazali’nin görüşleri, 16. yüzyıldan sonra Osmanlı üzerinde olumsuz rol oynamıştır. Gazali’nin tayin edici bir etkisi olsaydı ne büyük filozoflar İbn-i Tufeyl (1110- 1185) ve İbn-i Rüşd (1126-1198) ne de İbn-i Haldun (1332-1406) ortaya çıkabilirdi. Doğu-İslam uygarlığının yarattığı birikim (bilimsel keşifler, teknolojik icatlar, felsefi yenilikler ve kültürel alışkanlıklar) Müslüman toplumların gelişmesinde, devletleşmesinde çok önemli bir rol oynadı, fakat bunların etkisinin de bir sınırı vardı. Sonradan bu birikim, daha bir üst aşamaya sıçrayan yeni bir uygarlığın (Batı’nın) temelini oluşturmuştu. Avrupa’da filizlenen hümanizm ve Rönesans, sanıldığı gibi Müslümanlardan Yunan düşüncesini öğrendikten sonra başlamadı. Bu konuda da büyük yanılsama söz konusudur. Batılılar, Yunan eserlerinden her zaman haberdardılar. Bu eserler, Batı’nın kütüphanelerinde duruyordu, fakat bunlara ihtiyaç duyacak bir toplum ve zümre mevcut değildi. Fakat Batılılar, Müslüman toplumlardan bilim ve felsefe birlikte ele alındığında muazzam bir sıçrama gerçekleştirilebileceğini görmüşlerdi. Batılı aydınlar, Müslümanların yapıtlarını harıl harıl çevirip okudular, fakat Rönesans’ın başlaması için bir 400 yıl daha, yani koşulların olgunlaşmasını beklemişlerdir.UYGAR KAVİMLER NEDEN YENİDEN BARBARLAŞIR?Peki ama çöken uygarlıklar, arkalarında neden herhangi bir birikim bırakmıyor? Her yeni uygarlık (Batı), yıkıma uğrayan eski uygarlığın (Doğu) bütün imkân ve birikimini güç ve yaratıcılık kullanarak kendine çevirir. Ardından da eski uygarlığın bütün can damarlarını keser. Can damarı kesilen toplumlar, sömürüldükleri ve yağmalandıkları için birkaç kuşak sonra kültürel açıdan çölleşirler. Bunun, enerjinin sakınım yasasıyla da ilgisi vardır. Özetle, gelişmekte olan uygarlıklar, yükselebilmek için verili olanakları (enerji), yani bilim, doğa, insan emeği ve düşünsel birikimi kendi yararına dönüştürmek zorundadır. Sümer-Babil veya Habeşistan-Mısır uygarlıkları çökerken de arkalarında kültürel açıdan çölleşmiş bir coğrafya bırakmışlardı. Orta Avrupa, Yunan-Roma uygarlığının çöküşünden sonra barbarlık koşullarına geri dönmüştü. 6.-10. yüzyıl arasında Avrupa’da ticaret çökmüştü; bilim ve eğitim son bulmuş, ulaşım kesintiye uğramış, sağlık sistemi yok olmuş, her yanı salgın hastalıklar sarmıştı, nüfus her yerde seyrekleşmişti. İslam coğrafyası da aynı akıbete uğramıştır. Ayrıca Doğu-İslam uygarlığının başarılarını ve tabii ki başarısızlıklarını ve sınırlılıklarını da o günün koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Doğu-İslam uygarlığı, önemli kültürel başarıların yanı sıra büyük düşünürler de yaratmıştır. Bu düşünürlerin ilki, kuşkusuz Hz. Muhammed’dir. Sonra onu Arapların ilk filozofu El-Kindi, Er-Razi, Farabi, İbn-i Sina, Biruni, Hayyam, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi insanlık tarihinin düşünsel birikimine ciddi katkılarda bulunan onlarca düşünür takip etmiştir.İSLAM FELSEFESİNİN KATKISIÖzgün bir İslam felsefesinin varlığı bir uydurma değil, tarihsel gerçekliktir. Felsefe tarihinde “büyük felsefi katkılar” yoktur. Her katkı, öncekilere “küçük” ve ayrıntıda bir katkıdır. Düşüncede büyük sıçrayışlar istisnadır ve aslında her “küçük” tarihsel katkı, bir paradigma değişikliğine de tekabül eder. Platon’un, Aristoteles’in, Descartes’ın, Kant’ın, Marx’ın katkıları da hep küçük ama tayin edici (paradigma değiştiren) ölçekte olmuştur.DİN VE FELSEFE İKİ SÜTKARDEŞTİRKatkı, düşüncede tıkanmanın giderilmesi, bendin yıkılıp suyun önünün açılmasıdır. Doğu-İslam felsefesi, 5. yüzyıldan itibaren bütün dünyayı etkisi altına almış olan dinci (Yahudi, Hıristiyan ve İslam) taassubun etkisini kırarak düşünceye yeniden felsefeyi sokmuş ve açtığı gedikle Rönesans ve aydınlanma sürecinin başlamasına katkıda bulunmuştur. Felsefe, ilahiyatın düşünsel alanını daraltmış, onun bilim ve akla karşı ördüğü önyargıları dağıtmıştır. 12. yüzyılda tektanrılı dinlerle (düşünür ve filozofları) felsefeyi buluşturmak, düşünce tarihinde bir devrim ve felsefede paradigma değişikliğiydi. Bu süreçte okuyan yazan herkes felsefeyle uğraşır hale gelmiştir. Bu gelişme, Doğu-İslam felsefesinin büyük başarısıdır. Dünyanın en seçkin filozofları ve bilim insanları, Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd’ü idol kabul etmişlerdi. İbn-i Rüşdçü akım (sonradan Aristotelesçilik), 500 yıl boyunca (12.-16. yüzyıl) Avrupa’nın düşünsel yaratımının ana kaynağını oluşturmuştur. İbn-i Rüşd’ün “Din ve felsefe iki sütkardeştir” ifadesi veya tezi, felsefede bir sıçrama ve devrimdi. Bu düşünsel devrim, tıpkı Kopernik’in ve sonradan Galileo’nun bilim dünyasında “Güneş değil, fakat dünya dönüyor” demesi gibi bir olaydır. Sadık Usta

Tüm destekler gerçekleşse de 2026’da 17 milyon vatandaşhâlâriskli binalarda yaşıyor olacak

Tüm destekler gerçekleşse de 2026’da 17 milyon vatandaş hâlâ riskli binalarda yaşıyor olacak figure > Ülkede 6.7 milyon riskli konutta yaşayan 22 milyon kişi için devlet katkılı uzun vadeli borçlanma talep edildi. 8 STK, alternatif finansman modellerini teşvik edecek yasal düzenlemeler istedi. Konut Geliştiricileri ve Yatırımcıları Derneği (KONUTDER) Başkanı Altan Elmas, kentsel dönüşümün müteahhitlerin sermaye yapısına dayanarak gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını belirterek vatandaşlara devlet katkılı ve uzun vadeli finansman sağlayacak bir borçlanma modeli geliştirilmesi gerektiğini söyledi. GYODER, İNDER, KONUTDER, TürkMMMB, Türkiye İMSAD, İNTES ve YDKB, Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) girişimiyle bir araya geldi. Ortak bildiride, 7 maddeden oluşan bir bildiri açıklandı. Kentsel dönüşümün hızlanmasının önemine vurgu yapılan bildiride, kentsel dönüşüm için alternatif finansman modellerini teşvik edecek yasal düzenlemeler yapılması istendi. Bina yapımında A sınıfı müteahhitlerin iş üstlenmesini sağlayacak yeterlilik sınıflandırması yapılması, yapı denetiminin etkin şekilde işletilmesi, yeni jenerasyon malzemelerin ve inşaat sistemlerinin kullanılmasının teşvik edilmesi, parsel yerine mahalle ya da ada bazlı kentsel dönüşüm modeli oluşturulması, binalara yapım süreçlerini ve bilgilerini içeren kimlik belgesi verilmesi için yasal düzenlemeler yapılması da öne çıkan diğer talepler oldu. KONUTDER’in başkanı Elmas, “İstanbul’daki 1 milyon konut 3-5 yıl içinde müteahhitlerin sermaye yapısı ile dönüştürebileceğimiz bir husus değil” diye konuştu. Kentsel dönüşüm eylem planına göre gelecek 5 yılda 1.5 milyon konutun dönüşmesinin hedeflendiğine dikkat çeken İMSAD Başkanı Tayfun Küçükoğlu, “TÜİK verilerine göre konut başına 3-4 kişi düşmesinden yola çıkarak hesapladığımızda, 6.7 milyon riskli konutta 22 milyon vatandaşımızın yaşadığını görüyoruz” dedi. Küçükoğlu, “Kamunun 1.5 milyon konutun kentsel dönüşümüne destek için bugünkü fiyatlarla kira ve taşınmaya ortalama 28 milyar TL, konut üretimine 280 milyar TL kaynak aktarması gerekecek. Tüm bunların gerçekleştiğini düşünürsek 2026’da 17 milyon vatandaş hâlâ riskli binalarda yaşıyor olacak” diye konuştu. cumhuriyet.com.tr




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter