Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Tuesday, 05.20.2025, 05:26 AM (GMT)

News - Haberler

En büyük rakibin takım arkadaşın

En büyük rakibin takım arkadaşın Netflix’in nefes kesen belgesel dizisi “Formula 1: Drive to Survive” 3. sezonuyla huzurlanızda. Pandeminin yaraladığı sezonun hikâyelerinde öne çıkan en önemli unsur takım içi çekişmeler. Meraklısı kaçırmayacak zaten, ama bize sorarsanız draması, aksiyonu ve hayata dair çıkarımlarıyla herkes için ilgi çekecek 10 bölüm var burada. “Hayat adil değil” diyor Formula 1 pilotu Sergio “Checo” Mendez ve ekliyor “Formula 1 de değil”. Mendez bu sözleri talihsiz bir kaza sonucu son sıraya düştüğü ama ne yapıp edip birinci bitirdiği Bahreyn’deki o müthiş yarıştan sonra sarf ediyor. Meraklıları çok yakından takip ediyor zaten ve Sergio Mendez’in bu sezon Red Bull için yarıştığını da biliyor, ama kimileri de -tıpkı benim gibi- Formula 1’e ilgisini çoktan kaybetti ve motor yarışlarının bu en gösterişlisini en fazla Netflix’te yayımlanan “Formula 1: Drive to Survive” belgesel dizisinden takip ediyor. Açıkçası en son Schumacher, Alonso, Hakkinen, Villeneuve gibi pilotların rekabet ettiği 2000’li yıllarda takip ediyordum Formula 1’i ve sonrasında büyük bir boşluk var arada. Yani Hamilton, Vettel ve Rosberg gibi yeni kuşak şampiyonların kariyerlerine çok aşina değilim. Yine de Netflix’in şu sıralar 3. sezonu yayımlanan “Drive to Survive” serisinin gerçek bir müptelasıyım. Diyebilirim ki, Formuyla 1’i anbean takip ettiğim yıllardakinden bile daha büyük bir keyif alıyorum bu diziyi izlerken. Çok sağlam bir kurgusu olması bir yana, normalde asla göremeyeceğiniz ve duyamayacağınız detayları müthiş bir şekilde önümüze getiriyor “Drive To Survive”.PANDEMİ ETKİSİElbette pandeminin -tüm dünyayı ve tüm organizasyonları da olduğu gibi- Formula 1’i de nasıl etkilediğini görüyoruz. Sezonun hemen başında yarışlar iptal edilmeye başlıyor, hevesler kursaklarda kalıyor, sektörün ekonomisi ciddi biçimde sarsılmaya yüz tutuyor. Ama bir şekilde geniş önlemler altında yarışlara dönme kararı alınınca ilk yarış için Avusturya’ya gidiliyor ve sezon tam anlamıyla başlamış oluyor. İlginç bir şekilde takım içi çekişmelerin daha bir sert yaşandığına tanık oluyoruz; üstelik zirvede bile. Son büyük şampiyon (geçen yıl 7. kez şampiyonluğa ulaştı) Lewis Hamilton ile takım arkadaşı Valtteri Bottas arasındaki kıyasıya rekabetin anlatıldığı bölüm çok iyi. Örneğin ve Formula 1’de egoların ne kadar şiştiğinin de (hatta şişirildiğinin) çok açık bir kanıtını görüyoruz. Bir diğer sert çekişme de McLaren takımında yaşanıyor. İki çok yakın arkadaş, Carlos Sainz Jr. ve Lando Norris’in sezon boyunca devam eden rekabetlerinin onları getirdiği dip nokta çok ibret verici gerçekten. Tabii takım içi çekişmelerin en büyük sebeplerinden biri de Formula 1’de ikinci sürücü olan kişinin kariyer anlamında her zaman birinci sürücüden daha riskli bir durumda oluşu. Yani biraz da sistem zorluyor bu takım arkadaşlarını kavgaya. Ama ne demişti Sergio Perez: “Formula 1 adil değil”. Tıpkı hayat gibi.

CumhurbaşkanıKararnamesi ile büyükelçiliklerde atama yapıldı

Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile büyükelçiliklerde atama yapıldı Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile Resmi Gazete'de yayımlanan kararla birçok büyükelçilikte atama gerçekleştirildi. Yayımlanan Resmi Gazete'deki kararla; Azerbaycan'da 24. Dönem AKP Çorum Milletvekili Cahit Bağcı, Polonya'da Cengiz Kamil Fırat, Kırgızistan'da Ahmet Sadık Doğan, Myanmar'da Ali Sait Akın, Sierra Leone'de Sibel Erkan, İspanya'da Burak Akçapar, Burina Faso'da Nilgün Erdem Arı, Hindistan'da Fırat Sunel, Kongo'da Mehmet Munis Dirik, Birleşik Arap Emirlikleri'nde Tugay Tunçer, İtalya'da Ömer Gücük, Irak'da Ali Rıza Güney, Tayland'da Serap Ersoy atanarak göreve getirildi. 

Orfinoz, Sus Barbatus, Semender…M. Sadık Aslankara'nın yazısı...

Türkçe Haberler En Son Başlıklar Orfinoz, Sus Barbatus, Semender… M. Sadık Aslankara'nın yazısı... Masal, o sözel anlatı diliyle bizi kuşatıyor ama çağdaş masalcı, bunu yazınsal anlatı diliyle kuruyor yine. Söz konusu bu üst dil hep bir kavramsal kuşatma getiriyor önümüze. İşte Bilge Karasu, Faruk Duman, Mucize Özünal bu açıdan bir kez daha dikkati çekiyor. /Archive/2021/3/31/172338156-ic1.jpg  Fethi Naci anılarında, Yaşar Kemal’in, yazacağı romanı Mecidiyeköy’den Taksim’e yürüyüşleri sırasında, bir sağına bir soluna geçerek, coşkuyla, yer yer yansılamayla baştan sona üstelik ayrıntısıyla ayaküzeri aktardığını söylemişti geçmişte, oyuncu edasıyla bunu nasıl yansıttığını, bundaki hünerini eklemişti. Bu, Yaşar Kemal’in ta Homeros’tan başlayıp Türkçenin masal atalarına, Kürtçenin dengbejlerine uzanan bir yolda bunları çağımıza taşıdığını, böylelikle yazınımızda büyücü-meddah-ozan bağlamında alınabileceğini göstermiyor mu? Kurdukları anlatıda bu gelenekle iç içe görünen pek çok yazarımız var ayrıca. SÖZELDEN YAZINSALA, ANLATICININ SIRADAĞLARI Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi (1979; Metis, 2017, On Üçüncü Basım) adlı ölümsüz yapıtındaki “Üçüncü Masal”ın girişine şu notu düşmüş: “Adalet Cimcoz’a / (İstanbul’da kendisine okumuştum. Aralık ayının sonuydu. Yayımlandığını göremedi.)” (48) Buna göre Bilge Karasu, Yaşar Kemal’in “sözel anlatı”cılığından sıyrılıp “yazınsal anlatıcı” konumu sergiliyor demek ki. Nitekim yapıtında anlatı varlığı olarak işlediği “orfinoz”, “alsemender” vb. öğeler, yaratıcı edebiyatta, onun “kurma” üzerine yarım yüzyıl kadar önce yayımladığı bir “ders kitabı” olarak da alınabilir. Şimdi şu kadar yıl sonra Bilge Karasu’nun bu anlatı varlıklarına Faruk Duman’ın Sus Barbatus!’ta (1; 2018 - 2; 2021, YKY) bu kez “sus barbatus”la arkadaşlarını katması doğrusu çok anlamlı geliyor bana. Derken Mucize Özünal, Semender Söylencesi’nde (Cumhuriyet, 2020), “semender”le bir başka açıdan bunlara eklemlendi. Yapıtlar böylelikle yaratıcı masalı çağdaş anlatıyı birbirinde bütünlemenin örneğine dönüşmüş oldu. Anlatı varlıklarının eğretileme olarak masallarda özel vurguyla metne kazandırdığı bağlam üzerinde durmakta sayılamayacak yarar var. Öyle ya, ister masal, isterse öykü-roman olarak okunsun, bunların nasıl birer anlatı sıradağı halinde önümüze geldiği, bir kavramsallaşma deryası ortaya çıkardığı üzerinde uzun uzadıya durmak zorunlu. Deniz Yıldırım’ın, son aylarda Cumhuriyet’te cumartesileri, kavramsallaştırma örnekleri veren yazıları okunabilse keşke. Bu doğrultuda Bilge Karasu, özgün bir dille yazınımıza kazandırdığı Göçmüş Kediler Bahçesi’nde, kavramsal temelde, dönüp dönüp okunacak felsefi bir şiir-metin kuruyor denebilir. Faruk Duman da Sus Barbatus!’ta asla folklorik yansıtıma sığınmadan halk anlatısı geleneğinden el alıp kendine özgü bütünlüklü bir üçleme sunuyor. Mucize Özünal’sa Semender Söylencesi’nde önceki verimlerinden farklı bir romanla gelip salkım hikâyelerle bütünlüklü ağ kuruyor. Daha önce bunun üzerinde durmuştum. (4.02.21) Arayı açmadan Bilge Karasu’yla Faruk Duman’ın andığım romanlarına da yer açacağım ayrı ayrı. Sonuçta bu yapıtlar, zengin sözcük dağarı, sözdizimi ustalığıyla anlatıyı dille uçurmanın açılımını gözler önüne sererken soyutlayım, dönüştürüm temelinde metni çatılayıp yapılandırma anlamında hünerli bir temel de ortaya koymuş oluyor. Okurlar kadar yazarlar için de ufuk açıcı örnekler bunlar. Üç yazarın da “masal” kalıbı ve tadındaki açık biçimli bu yapıtları, genç yazarlar-yazar adaylarınca örneklem hatta kılavuz anlamında dikkate alınabilir pekâlâ. İşte tam bu noktada “Eskişehir ilindeki liseli gençleri yazmaya teşvik ed(ip) becerilerini geliştirmek” üzere yürütülen “yazma atölyesi projesi”nden söz edeyim birkaç satırla. /Archive/2021/3/31/172410172-ic2.jpg “YARATICI YAZAR ADAYI”NIN ÖNÜNÜ AÇABİLMEK 2017-18 döneminde “Eskişehir İl Milli Eğitim Müdürlüğü ‘Eğitimin Niteliğini Artırma Projesi’ kapsamında” başlatılıp “Kalemin Ucundakiler Projesi” başlığıyla üç yıl boyunca sürdürülmüş bir etkinlik söz konusu. Gençlerden yazarlıkta karar kılacaklar çıkacaktır ileride kuşkusuz. Ancak hiçbiri bu yola girmese bile, yazıyı yaşayıp, deneyimleyip bunun hendesesinden geçen birinin nitelikçe gelişkin bir okurluk düzeyine evrilmemesi mümkün mü? Zaten öyküler kitap olarak da yayımlanmış: Kalemin Ucundaki Öyküler I-II-III (2108, 19, 20). Bunlara göz atıldığında, işin nasıl ciddiye alındığı gözlenebiliyor. Kaldı ki okuyup kitaplarına değindiğim öğretmen-yazarlar da var proje ekibinde. Hadi adlarıyla anayım hepsini de: Ali Osman Yalçın, Kadir Kılıç, Kader Menteş Bolat, Demet Eker Özenbaş, Nilüfer Altunkaya, Sevtap Ayyıldız, İlkay Noylan, Erkan Kantarcı, Ceyda Kömürcü. Üç yıl boyunca proje ekibinde yer alan bu adlar yanında sayıları her yıl değişen “Yazma Atölyesi Türk Dili ve Edebiyatı Rehber Öğretmenleri” de önemli görevler üstleniyor. Gelelim öyküsü yayımlanan gençlere. İlki genelin, ayraç içindekiler kızların sayısını vermek üzere ciltlere göre toplam, 43 (38) - 61 (55) - 63 (53) yüz yetmişe varıyor. Her ciltten birkaç öykü okuyabildim, ama önemsedim, dilerim sürer bu çalışma. Erkek öğrencilerin kaleme aldığı öykülerin, kız öğrencilerin metinleri yanında esamisi okunmuyor neredeyse. Üç ciltte birden ya da ikisinde görünen kızlar az değil. Sonuçta zaten öykü verimimizde kadınlar alabildiğine yükselmiş ve kadın yazar sayısı gitgide artarken lise düzeyinde de sonucun böyle yansıması şaşırtıcı gelmedi bana. /Archive/2021/3/31/172423422-ic3.jpg ANLATIYI KURMAK, YAZMAK, YÜKSES SESLE DE OKUYABİLMEK Yazarlık ufkumuz genişlerken, metni doğru yazmak kadar doğaçtan sözel anlatı kuruyorcasına Yaşar Kemal’ce bunu seslendirmek de gerekiyor. Hadi Dil Derneğinin Yazım Kılavuzu’yla (On Birinci Baskı, 2019) yazım yanlışlarını giderdiniz, yanlışları giderilmiş bir metne hakkını vererek bunu nasıl doğru okuyacaksınız? Konuşma eğitimi, diksiyon için Nüzhet Şenbay başta olmak üzere kimi başucu kaynakları önerilebilir, şu sözü unutulmadan onun: “…[D]iksiyon sanatı kendi başına sorunlarını çözümleyen bir sanat değildir. Dil sorunlarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır.” Yazımıyla “hala”yla “hâlâ”yı ayırmak hadi kolay diyelim, “salep” ya da “marul” nasıl okunacak, “a”lar uzun mu kısa mı, hangisi uzun hangisi kısa? Gençler kadar tüm yazarların da el altında tutması gereken kitaplar var bu konuda. Alanda bir özgün çalışma da yakınlarda yayımlandı. Enis Gençtürk’ün yoğun emekle, deneyimle verimlediği yapıt, tüm yazarlara önerilebilecek değerli bir başucu kaynağı: Doğru ve Hatasız Konuşma (2020; İletişim: 0 543 249 06 84) www.sadikaslankara.com, her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.

‘Gözünüzeşiir değsin!’

‘Gözünüze şiir değsin!’ Sanırım ilk şiirden günümüze ‘göz, bakış, görmek, bakmak’ sözcükleri ve bunlara bağlı olarak ‘seyretmek, gözlemek, göz etmek, göze almak, gözden düşmek, kör göz, görmemek, gözüm üstünde, nazar etmek, göze gelmek, göz süzmek, göz yummak, göz yaşı, gözde olmak’ gibi deyimler, tamlamalar şiirlerde kullanılagelmiştir. /Archive/2021/3/31/172547420-ic1.jpg BAKIŞ BİR KİMLİKTİR! “Ben nerde bir çift göz gördümse/ Tuttum onu güzelce sana tamamladım”. Cemal Süreya bu dizelerle gözün bir insanı simgelediğini, tamladığını anlatırken Ülkü Tamer, “Yürürken o bakışını bırakma/ kasketin gibi kendine ekle onu” diyerek bakışın bir kimlik olduğunu ifade eder. “Gözdür alemi gezer/ Gönül biriynen olur” der Neşet Ertaş. Bir dizemde; “Kocaman pencere olurdu gözlerim” derken gözün tüm canlılar için yaşamı, dünyayı görme, tatma yeri olduğunu imlemiştim. Bir de ‘gönül gözü’, ‘iç göz’ var ki, o da halk ve tasavvuf şiirinde önemli bir yer tutar. “Bana kara diyen dilber/ Kaşların kara değil mi/ Yüzünü sevdiren gelin/ Gözlerin kara değil mi” diyen Karacoğlan, birçok halk ozanı ve şair gibi, kaş-göz ve saç imgelerini beraber kullanır. Nâzım Hikmet, “Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak gözlerine” ya da “Gözlerindeki tadını düşün/kıpkırmızı güneşin” dediği gibi; Arif Damar da, “Duran el/ gitmeyen ayak/ bir göz ki/ arkasında bir ölü gözü” der. Attila İlhan’ın, “Gözlerin gözlerime değince/ felaketim olurdu ağlardım” diyen şiiri ezberimizdedir. Ruşen Hakkı görmek fiilinden yola çıkarak, “Dilini öğrendim böceklerin/ otlarla gördüm gökyüzünü” dizelerini yazar. Metin Eloğlu, “De, bir kırlangıç alacası bile göremedim/ o kamçı gibi İstanbul tüneklerinde/ Hiç kimse çağırmasa da hep kalkıp gittim” der. “Ateşler yaktım ısındım karanlığında/ yoluma çıktıkça gözlerinin akşamı/ ne ürkek ne büyük olduklarının akşamı” diyen Kemal Özer, sevgiliyi gözlerinin sıcağıyla anar. /Archive/2021/3/31/172558873-kapakic2.jpg GÖZLERİNDEN BELLİDİR! Ahmet Necdet, “Ben bir İnegöllüyüm/ İnegöl tatlı yurdum/ ilk kez orda açtım dünyaya gözlerimi” diyerek yaşamını anlatır. Salâh Birsel, “Ben şiir yazmasını bilmem/ ama ben bekledim o yazları/ kibar gözden yaş gelmez/ çok yaşadım, çok öldüm” diyerek ironisini sezdirir. Sabahattin Kudret Aksal, “uyandım uyandım hep seni düşündüm/ Yalnız seni, yalnız senin gözlerini” derken; Orhon Murat Arıburnu, “Gözlerin, gözlerime rasgele değse/ dizlerin, dizlerime, yağmurlar yağar içime/ taa içime” dizelerini yazar. Göz sanatın her dalında önemlidir. “Gözlerinden bellidir Cevriyem/ Sende de kara sevda var” şarkısı eşliğinde izlediğimiz Fosforlu Cevriye unutulur mu? Çoğu türkülerde ela, kara, zeytin, bal rengi, zümrüt, deniz, kahve renkleriyle anılır. Bazen de “Tek bana gösterme cinli gözlerin” denir. Nâzım’ın “Karım benim/ gözleri baldan tatlı arım benim” şiirini çoğumuz biliriz. ‘Yüce dağ başında yatmış uyumuş/ ela gözlerini uyku bürümüş’, ‘Senin en güzel yerin/ kahverengi gözlerin’/ ‘Zeytin gözlüm uzaklarda işin ne’/’Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı’/ ‘Bak yeşil yeşil’, ‘Gözlerin bir içim su’ gibi şarkı ve türküleri ömrümüzde göze dair seslerdir. CEFA ÇEKTİRİR, DELİ EDER, MAŞUKU ÖLDÜRÜR! Bakmak, görmek eylemleri yaşamdaki birçok durum için kullanılırken ‘göz’ daha çok aşk şiirlerinde, özellikle de güzellemelerde sık geçer, erkek şiirinde kadını işaret eder. “Ahu göz, ceylan göz” ifadelerine divan ve halk şiirinde çok rastlarız. Hatta bazı dizelerde gözler katildir, maşukunu öldürür. Cefa çektirir, deli eder. Fuzuli, “Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlu akar su/ Habibim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı” derken Mihri Hatun da, “Sevgili, ‘yolumda canını terk kıl, gözüm kan görmeye meyillidir, hemen çabuk ol’ dedi. ‘Gözüm üstüne’ dedim” dizeleriyle aşkın gücünü yazar. Ümit Yaşar Oğuzcan, “Ben senin en çok gözlerini sevdim/ Kâh çocukça mavi, kâh inadına yeşil/ Aydınlıklar, esenlikler, mutluluklar/ hiçbiri gözlerin kadar anlamlı değil” derken; Hüseyin Ferhad, “Uğrunun tekiydi herhal/ Nesepsiz bir harami/ Ezilmiş bir çift üzüm/ Gibiydi ama kara gözlerin” der. /Archive/2021/3/31/172615982-ic3.jpg KADIN YAŞAMINDA GÖZ! Betül Tarıman, “Gözlerimde uçsuz bucaksız ırmaklar yıkanıyor” der. Arzu K. Ayçiçek, “Düşündükçe büyüyorsa gözleri Sümbül hanımın/ bahçesinde oynayan çocuklara bakarak” dizeleriyle kadın yaşamına gönderme yapar. Lale Müldür, “Ela gözlerim teninizin en derenlerine getti/ Batıl bir evlenme yaşadım. Sevsem de öldürüyorlardı” derken; Bilsen Başaran, “Gözlerinin uzun öykülere düşmesi ne güzel” der. Ahmet Günbaş, “Gözlerini göndersen biraz kalsalar” diyerek özlemini dile getirir. Dilruba N. Erenler, “Yüzündeki öfkeyi kimliksiz dolaştıran/ göz avlusunda bir çift turna” der. Tarık Günersel, “engeller aşa aşa/ mağaranla baş başa/ kalınca iç gözle bak/ gizlerle sarsılarak” dizelerinde ‘iç göz’ü söyler. Cevahir Bedel, “ölüm sayfasına yazmayın beni/ ben gözlerimi kocaman açıp/ boynuma dolanmaya yaşamı çağırdım” derken; Gültekin Emre, “Öğlen/ sonbahar şiirleri geliyor aklıma/ ölü gözler gibi dizeler”i yazar. Tuğrul Keskin, “Gözlerim hiç yeşil olmayacak/ kederden bu gece” der. “Kimsesiz çocuklar geçti gece yarısı/ korkudan büyümüş gözleriyle” dizeleriyle Gülsüm Cengiz kimsesiz çocukları işaret eder… “Susamak Zamanları” şiirimde, “Ölür gideriz gözümüz açık/ kimse görmez susadığımızı/ erir hasretler, yerin altına iner/ kardaki sudur/ sızlatır ırmağı usulca” derken başka bir şiirde “Gözlerin bir yoldu/ içinden geçerek sana geldiğim” demiştim. Gözünüze nazar değil, şiir değsin...

Abdülkadir Budak:‘Kumdum, cam olmaya yolaçıkmıştım’

Abdülkadir Budak: ‘Kumdum, cam olmaya yola çıkmıştım’ Şair Abdülkadir Budak’ın, Dalgın Rüzgâr (1978 - 2006) ve İştahlı Makas (2011 - 2020) olarak iki ciltte okurlarla buluşturduğu, on dört şiir kitabından ve kitaplarına girmemiş kimi şiirlerinden bir araya gelen Toplu Şiirleri, şairin ilk sancıları, kendi şiirini kurma çabalarından, oluşturduğu üslubu ve geliştirme çabalarına kadar kat ettiği menzilde ortaya koyduğu bir yol hikâyesi ve iz sürümü. /Archive/2021/3/31/172041096-ic.jpg ŞİİRLE ELLİ YIL - Bugünden geçmişine baktığında 50 yıllık şiir serüvenini nasıl değerlendirir şair? Kayda değer ilk şiiri yayımlayışımın üstünden tastamam elli yıl geçmiş (Defne, Mayıs 1970). Şiir düşünmeden, yazmadan, yeni kitaplar ya da yeni dergiler heyecanına kapılmadan geçen başka bir ömür yaşamadığım içindir ki mukayese etme şansım yok. Ben ki, bir kitabının arka kapağına “Üç ömrüm daha olsaydı bağışlardım şiire” dizesini koymuş biri olarak, toplamı okura sundum. On dört şiir kitabımı Dalgın Rüzgâr (2020) ve İştahlı Makas (2020) adlarını taşıyan iki ciltte toplamış oldum. Serüvene dair notlar vermeye kalkacak olursam… İlk kitaplar ilk sancılar; hemen ardından kendi şiirini kurma çabaları; gide gide bulduğunu sandığın bir üslup ve onu geliştirme, kalınlaştırma çabaları. “Hayat bir kâğıt sokaktı / Yürümeye değil yazmaya vardı” diyen ben, bu serüveni bir dizeyle özetlediğimi görüyorum: “Kumdum, cam olmaya yola çıkmıştım.” Bilmeyenler için söyleyeyim, camın hammaddesi kumdur. Kumken içini şiir yoluyla dışarıya gösteren bir cam mı oldum, olabildim mi? Tersinden sorayım, camdan bana bakanlar, dipteki asıl olanı, o çekirdeği, kumu görebilecekler mi? Şu elli yıl zarfında hayata kum ve cam ekseninden, bireşiminden bakmış, kendimi bu yolla dönüştürmüş olmalıyım. Yazılan onca şiire, basılan onca kitaba bakıldığında bu serüvenin neresi, ne kadar görülecektir? Tek tek kitaplarım üstüne çok yazıldı, söylendi de toplama dair eleştiriler, değerlendirmeler en başta tarafımdan merak ediliyordur. Araya giren üç çocuk, üç de düzyazı kitabı… Biri halen sürmekte olan dört dergi serüveni… Şiir merkezli bir yaşama biçimi işte. ‘ŞAİR RUHUNU YIKAR ŞİİRLE!’ - Son elli yılın şiir dünyasındaki değişimler doğrultusunda Türk Şiirinin nasıl bir değişim süreci içinde olduğunu gözlemliyorsunuz? Kendi adınıza bu değişimin şiirlerinize, veriminize nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz? Dünya ellerini yıkar şiirle; buna bağlı olarak şair ise ruhunu. Hayata, insana ince bakmayı, estetik bir dille empati kurmayı öğrenirsin. Onun içindir ki, şiir sadece dünyaya ait değil, şairine de aittir. Onun içindir ki her şair öncelikle kendi şiirinden sorumludur; bu sorumluluk kendi şiiri hakkında konuşma yetkisi de verecek demektir. Demeye çalıştığım şu: Elli yıllık şiir zamanında yaşıtım olan başka şairleri biraz da sert biçimde değerlendirmeye, eleştirmeye kalkmış ve bunun yanlış olduğu kanısına varmıştım. Bu sebepledir ki, genel şiir serüvenini ötekiler bağlamında ele almaktan çok, kendi yolculuğumu esas almak isterim. ‘ŞİİR AKARSU GİBİDİR, KENDİ YOLUNU BULUR’ Şiir, akarsu gibidir, kendi yolunu bulur. Bende de öyle oldu. 1960 Toplumcu Şiir Kuşağı’nın parlak dönemini yaşadığı ama İkinci Yeni etkisinin sürdüğü yıllarda başladım şiire. Elli yıl içinde dönem dönem toplumcu şiir başat oldu; zaman geldi İkinci Yeni yeniden keşfedildi, somut şiir, görsel şiir arayışları girdi araya. Şair sayısı kadar şiir çeşidi… Bunlar olmuştur, olacaktır. Beni 1970 Kuşağı şairleri arasında görenler, sayanlar olmuştur. Sivas doğumlu biri olarak (Hafik, 1952) içinden çıkıp geldiğim halk kültürünü, ileriye yönelik olarak yeniden yorumlama, modern söyleyişlerle ifade etme çabasına girmiştim. Leylâyı, Kerem’i, Ferhad’ı bugünün gözüyle okuma, dönüştürme, yansıtma gayreti içindeydim. Şimdi Yaz, Gömleğim Leyla Desenli, Sevdanın Son Kerem’i ya da İmzası Gül’deki kimi şiirler toplumcu kuşağımın ortak söyleyişinden olabildiğince uzakta tutuyordu beni. Sese âşıktım. Müzikalite içeriğe katkı verecek boyuttaydı. Dörtlükler, öbekler, iç, dış uyaklar vs. Cümlenin değil dizenin, yazılış sebebini gizlemeyen, dağıtmayan bir şiirin peşinde oldum hep. Yer yer güzellikler sunmaktan, ilginç söyleyişlerden çok yapıyı esas aldım. Şiirde bütünü, yapıyı gözete geldim. /Archive/2021/3/31/172110221-5.jpg ‘ŞAİR, HİZASINA YAŞITLARINDAN BAKAR’ Şair, hizasına yaşıtlarından bakar. Şiirlerim, yakın tarihlerde şiire başladığımız Enis Batur’un yazdıklarına da benzememeliydi, sözgelimi Ahmet Telli’nin yazdıklarına da. Yaşıtım sayılacak şairlerden Ali Cengizkan’ı, Ahmet Erhan’ı, Barış Pirhasan’ı ötekilere oranla biraz daha sevmiş olmam bundandır belki de. 60 Kuşağı toplumcu şairlerinden de şiirin mecrasını değiştiren İkinci Yenicilerden de şahsen tanıştığım, zaman zaman görüştüğüm şairler oldu. Aynı dergilerde yer almaktan sevinç duyduğum Dağlarca, Necatigil, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Attila İlhan ve daha nice usta da etkin dönemlerini yaşıyorlar o yıllarda. Demem o ki, Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel burada, Turgut Uyar ve Cemal Süreya şurada; az ötede Melih Cevdet ile Necatigil duruyor. Bu şairleri günü gününe, aynı zamanda okuyorsunuz. Hangisine daha yakın, hangisine biraz daha mesafeli duracaksınız. Hepsine bakacak ama kendinizi göreceksiniz. Bu o kadar kolay değildir. Aidiyet sorunu yaşamak var işin içinde; öte yandan yanlış, tehlikeli bir aidiyet duygusunu yaşamak da var. Böyle düşününce ait olduğunuz yer kendi şiiriniz olacaktır. Olabildiğince oraya ait olmak durumundasınız. Bunun birinci koşulu da hiç vakit kaybetmeden kendi sesinizi bulmaktır, bulabilmektir. Bunları düşünmeye başladığım yıllar şiirin siyaseten de değer taşıdığı, baskın çıktığı yıllardı. Ajite şiirler revaçtaydı. Şairin toplumcu olması çok önemliydi, nasıl söylediğinden çok ne söylediğine bakılıyordu. 60 Kuşağı şairlerinin parlak çıkışı, gördüğü itibar, şiirinin çerçevesini belirlemiş kimi şairleri bile raydan çıkaracak boyutta ve ağırlıktaydı. ‘HER ZAMAN USTALAR ETKİLEMEZ GENÇLERİ, TERSİ DE MÜMKÜNDÜR’ Her zaman ustalar etkilemez gençleri, tersi de mümkündür. Öyle ya, Toplandılar kitabını kim ve ne zaman yazdı? “Hüseyin Çapkan’a Ağıt” şiiri kimin kaleminden çıktı? Ya “Mendilimde Kan Sesleri” başlıklı şiir? Ben, ille de toplumcu şiir yazılacaksa Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in, İlhan Berk’in verdiği örnekler gibi olsun istiyordum. O yıllarda bireyci sayılan, kaçış şiiri yazdığı ileri sürülen Turgut Uyar’ın “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar” dizelerine daha yakın hissediyordum kendimi. “Şehir” adlı şiirim zamanın Türk Dili dergisinde çıkınca, rahmetli olmuş bir şair arkadaşım “İyi de bu şiirde geçen genç ölünün sağcı mı, solcu mu olduğu belli değil” demişti de ürpertmişti beni. Acemi arı ne yapacak? Eleştirileri göğüsleye göğüsleye, kendinden önce yazılmış çiçeklere (ustalara) konacak, ustaların yazdıklarıyla çarpışa çarpışa yürümeye çalışacak, kendi sesini, üslubunu (rengini, kokusunu) bulma gayretine girecektir. Kendi mizacınıza uygun şiiri keşfedeceksiniz, bununla kalmayacak görünür hale getirmek için çaba vereceksiniz. İleride, “kendini tekrar ediyor” diyenlere “benimki tekrar değil, ısrardır” yanıtını vermek zorunda bırakacaklar sizi. Şiir yazarı olmaktan şair olabilmeye geçiş, iyi şiir yazmaktan öte kendi şiirinizi yazmanıza, imge sisteminizi kurmanıza, farklı bir iklim yaratmanıza bağlıdır. Bu iş, yeteneğinizi geliştirmeyle, yazdığınızın arkasında durmayla, şiiri yüz metre koşusu gibi değil de maraton koşusu gibi görmeyle ilgilidir. Bencileyin elli yılı göze almayı gerektirir. Sabır ister, dayanma gücü ister, şiire üç ömür vermeyi göze almayı ister… ‘BEHÇET NECATİGİL’DEN ALDIĞIM O MEKTUP’ İlk kitap çıkar çıkmaz, Behçet Necatigil’den edebiyat tarihine geçmiş bir mektup alacaktım. Bununla da kalmayacak, Aydınlık gazetesinde “bu şairimiz bundan sonra da adını unutturmayacağa benziyor” dediğini görecektim. Ateşler bunlar genci. İşe daha sıkı sarılmasına yol açar. Bende de öyle oldu. Arayış dönemi fazla uzun sürmedi. Sesimin rengini ilk üç kitapta bulduğumu yazanlar oldu. İlk kitap Geçti İlkyaz Denemesi (1978) adını taşıyordu. Bu kitabın adını vermemdeki sebep, toplumcu yaşıtlarımın o dönemde koyduğu kitap adlarına bakılsın diyedir. Bu kitap adı nasıl başlandığına dair bir fikir verebilir. Yazıldığı için söylüyorum; usul sesle söylenen, “bendeki sen”i hedefleyen şiirler peş peşe geliyordu. Dönemin slogancı şiirinden uzak kalmaya çalışmakla birlikte, bireyin toplumsal bir varlık olduğunu unutmayan bir gencin yola çıkışıydı. Başlarda, Behçet Necatigil’i sevdiğini söylemekten çekinmeyen bir “toplumcu” yerine konduğum da olmuştur. Öyle ya da böyle, adımın edebiyat kamuoyunda kabul görmesini sağlayan Gömleğim Leyla Desenli (1981) ve ardından gelen Sevdanın Son Kerem’i (1985) ile bana uygun şiir iklimini, yazış yöntemini bulduğumu düşünürüm. Daha sonraki arayışlar bu çekirdeği esas almak üzerinden yürütülmüştür. Endişeli Fesleğen (1999), Ahşap Anahtar (2000), Kapalı Bir Açılım (2015) vb. Yeri gelmişken, “Kişisel Şiir Tarihi” alt başlığıyla yayımlanmış olan Ya Şiir Olmasaydı (YKY, 2009) adlı kitabımı hatırlatmak isterim. Bu kitapta, şiirdeki uzun yolculuğumun duraklarına bakıldığı gibi, neredeyse kronolojik bir sırayla okumalar, anılar, tanıklıklar, belge niteliği taşıyan kimi mektuplar eşliğinde, dergiciliğime, kendi kuşağıma, benden sonra gelenlere de bakılmış oluyor da ondan. ‘ŞİİR EN İNSAN, EN TOPLUM YANIM’ - Dalgın Rüzgâr ve İştahlı Makas adıyla iki cilt olarak yayımlanan Toplu Şiirlerinizin de ortaya koyduğu gibi tüm alametleri ve halkıyla insan kadar doğanın şiirlerinizdeki metaforik yeri de derin. İnsana dair her duygu ifadesini bulduğu rengarenk bir skalada esin bulduğu doğanın kollarında bileşiyor dizelerinizde. Bu güzel nitelemeye sevindim elbet. İster insan - doğa, ister insan - insan ilişkileri ya da çelişkileri olsun, neyi yazarsam yazayım önce şiir değeri taşısın ve buna bağlı olarak kendi söyleyişim bağlamında olsun istedim, bunun için çaba verdim. Şiir benim iç sesimdi, ona kulak verilsin istedim hep. Hemen her meselemi şiire konu ettim. Anlık sevinçlerimi, hüzünlü, kaygılı zamanlarımı da. “Ötekine bakar gibi kendine bakan” bir şair olduğumu yazanlar oldu. Şiir en insan, en toplum yanımdı. Ona bakıp kendimi, dünyayı gözden geçirdiğimi görüyordum. Benden çıkıp o’na yönelen ama sonra yine bana dönen bir ince yol arkadaşlığı. Şairler öteki şairler için de yazarlar. Aynı gözeden su içenlere… Bunu demekle birlikte, yazarken bunun hesabını yapmaz şair; yayımladığında kime, nerede rastlayacağını, kimde, ne kadar süre ile konaklayacağını kestiremez. İşin doğası gereği yazar şiirini; yazmadan edemez. Arı balını birlerini düşünerek, hesaplayarak mı yapar? Bal üretmek yazgısıdır da ondan yapar. Her şairde olduğu gibi, kimler okur bu şiirleri diye düşünmeden yazdım, yayımladım, şiirime dair güzel karşılıklar aldım. Uzunlu kısalı değerlendirme yazılarına, tez çalışmalarına rastladım. Toplu şiirlerin sonunda yer alan “ne dediler” başlıklı bölüme bakanlar görecektir; görülmüştür bu şiir. Necatigil, Anday, Ece Ayhan, Mehmet H. Doğan, Adnan Binyazar, Ataol Behramoğlu, Orhan Koçak bunlar arasındadır örneğin. Yaşı bana yakınlardan, daha gençlerden de karşılık bulmuştur şiirlerim… /Archive/2021/3/31/172125330-2.jpg ‘ŞİİR AYNI ZAMANDA DİRENME MEVZİSİDİR!’ - Toplumsalın yansımaları... Günün, çağın, sokağın nabzında atan, ıskalamayan isyankâr şiirlerinizde de karanlığı yırtmanın peşinde bir irade yansıyor her daim. Hayli yerde sert şiirler adeta. Böyle diyebilir miyiz? Toplu Şiirlerinizin ikinci cildi İştahlı Makas’taki “Kapalı Bir Açılım”daki dünya şiiri ve şairlerine adanmış şiirlerinizi ve o kardeşliği yorumlar mısınız? Şiir, şairin hayatı ve okudukları, toplumsal oluşumlar, süreçler paralelinde değişiyor, yeni alanlar açıyor kendine. Toplum içinde yaşamakla birlikte birey olmaya ve sürdürmeye kararlıysanız, bunun mücadelesini veriyorsanız bu yazdığınız şiire de yansıyacaktır. Şiir aynı zamanda direnme mevzisidir. Kendi özel yaşantıma da paralel olarak yer yer, zaman zaman usul sesle söylenen şiirlerin sertleştiği, hırçınlaştığı dönemler olacaktır; olmuştur. Özellikle Ahşap Anahtar ve Ev Zamanı adlı kitaplar, diğer kitaplarda yer almış olan kimi şiirler, sizin deyişinizle “isyankâr” bir hava taşımıştır. Dar, ara sokaklarda atılmış olan küçük çığlıklar belki. Şairin iç hesaplaşması dış hesaplamayla çatışınca şiddet artmış gibi görünebilir. Öyle ya da böyle, yazılanın şiir değeri, etki değeri üzerinde birleşilmelidir. Örneğin, Ahşap Anahtar bilindiği gibi “Baba - oğul” kitabıdır; bu ikilinin buluşma ve belki de çatışma alanı olmuştur. Değerli eleştirmen Orhan Koçak’ın “yol açıcı” nitelemesi, öngörüsü gerçekleşmiş, başka şairler elinden baba - oğul temalı kitaplar çıkmıştır. Ev Zamanı, sadece evin, evlilik kurumunun sorgulanması değil, Behçet Necatigil ile de karşılaşma cesaretinin kitabı olsa gerektir. Şair, bir süre sonra bunları da yapabilir. Ben ki yazılan, hatta kendini yazdıran şiirden yana biri olarak, “yapılan”ı da (tasarlama, yoğunlaşma diyelim) denemiş ve bu iki kitabı yayımlamışımdır. ‘TÜM ŞAİRLER KARDEŞTİR!’ Sorunuzda geçen Kapalı Bir Açılım kitabına gelecek olursam… Genelde beni besleyen, içimde şiir yazma isteğini uyandıran şairler çoklukla bizden olmuştur ama şiirin evrensel değerleri kollayan, işleyen bir yazın türü olduğunu düşününce yabancı şairlere kayıtsız kalamazsınız. Çevirilere güvenmeme gibi bir lüksünüz yoktur, onları da okuyacak, şiirinizin göğünü ya da bu kuşun kanatlarını genişleteceksiniz. Hem sonra, hangi ulustan, hangi ırktan ve renkten olursa olsun şairler kardeştir ve ortak dili de şiirdir. Yesenin’i, Lorca’yı ayrıca sevdiğim bilinir de, bu kitapta bir ya da iki dizesiyle andığım, söyleştiğim 29 şair var. Mallerme, Rilke, Neruda, Ritsos, Füruğ gibi bilinenlerin dışında Miguel Hernandez, Perre Reverdy, Cendrars, Dario gibi Türkçede az bilinenler de var. Bu şairleri okurken kimi dizelerini bir deftere geçirdiğimi yıllar sonra fark ettim. Dedim ki, o dizeler hareket noktam olsun, oradan çıkayım ama ne yapıp edip kendi şiirime varayım. Bunu da bir kitap bütünlüğünde düşüneyim ve şiirimizde ilklerden birine imza atmış olayım. Yabancı şairlere dair şiir yazan şairler olmuştur ama bunu kendi şiirini esas alarak kitap bütünlüğüne taşıyan olmuş mudur; bilemem. Beni heyecanlandıran bir çalışma içine girdim ve iki yıl sonunda bu kitap çıktı. “Kavafis’le Sincan’da bir kahvede / Oturup çaylar içtik” diyen, bu tarz şiirlerin yer aldığı bir kitap bu. ‘KAPALI BİR AÇILIM, İÇ YOLCULUK KİTABIMDIR’ Kapalı Bir Açılım’ı biraz daha açmak için tekrarlamak durumundayım. Kitapta ele alınan şairlerin italikle dizili bir ya da birkaç dizesinden hareketle, Abdülkadir Budak’ın kendi içine yapılan yolculuk kitabıdır bana kalırsa. Dönmek için gidilen. Bir empati kurma kitabı gözüyle de bakılabilir. Şairin bir dünya yurttaşı olduğunu unutmamakla birlikte, kendi toprağında, kendi ikliminde yetişen bir çiçek olduğuna inanırım. Ancak kendi dilinin toprağında kıvamını bulan bir meyve ağacı diyelim. Bir ülkenin çiçeği ya da meyvesi dünya bahçesine geçebilirse bu yolla geçer, o bahçeye yeni bir renk, tat katabilmek için. Anadilinde sevilmemiş, kabul görmemiş şairlerin türlü-çeşitli girişimlerin sonucunda öteki dillerle buluşması zor değilse de o kadar anlamlı da değildir. Oryantalist bir bakış getirdiğim düşünülmesin de bir Fransız ya da İtalyan şairi üslubuyla çan, zangoç diye diye, İncil’i, Tevrat’ı yağmalaya yağmalaya kendi dilinden ve kültüründen soyutlanıp yabancılaşmış şairler yerine asıllarını tercih ederim, ettim. Neruda’yı, Lorca’yı Mayakovski’yi önemli kılan şey sadece iyi şiirler yazmayı başarmış oluşları mıdır? Kendi toprağının kokusunu öteki topraklara katabilmesi, kendi düşünce iklimlerini, ülkesine özgü ortak karakteri, kültürel kodlarını şiir hamurunda yoğurarak ekmek niyetine öteki sofralara uzatmayı başarmış olmalarını nereye koyacağız? ‘DÜNYA ŞİİRİNE DE KULAK KESİLDİM’ Bunları unutmadan, kendi dilinden insanlığın ortak dili olarak görülen şiire varabilmek için de dünya şiirine de kulak kesilmen, göz açman gerekir. Her şair yapar bunu; yabancı dilim olmadığı için çevirilerle yetinmek durumunda kalsam da burayı ihmal etmedim. Yazılarımda, onların adlarını sıkça anmıyor oluşum oraya kapalı olduğum anlamına gelmez. Kitap ya da antoloji bazında okudum dünya şairlerini; içlerinden birileri bana daha bir dokunmuş olmalı ki, bir kenara not ettiğim dizeler bir kitap getirdi sonunda. İki yılı aşkın bir süre çalıştım üstünde; istedim ki, insanlığın ortak sorunlarına onlarla birlikte eğileyim, bireysel olan ile toplumsal olanı evrensel bir gözle görebileyim, yansıtabileyim. Onların yardımı “ilk dize Tanrı vergisidir, gerisi şairin işidir” çerçevesinde oldu ve bu benim için çok kıymetli bir şeydi. Kitabın arka kapağında da yer alan “Bir şair bir şaire elini uzatır hep/ Kan sızdığı saatlerde lalelerinden” dizeleri bu kitabın ruhuna, yapılış nedenine ışık tutuyor olsa gerektir. Demek, bu kitaba giren otuz şairi Turgut Uyar’ın deyişiyle “yaramda açan lale” olarak görmüşüm, onlarla söyleşerek yaramı sağaltmaya gitmişim ve böylece şiirimizde bu oylumda, bu netlikte bir “buluşma kitabı” çıkmış ortaya. /Archive/2021/3/31/172110221-5.jpg ŞİİRİN SINIRSIZLIĞI… Yabancı şairleri konu edinerek, sadece onların özelliklerine vurgu yaparak şiir yazan ve yayımlayan arkadaşlarımız da oluyor. Onların da hakkını teslim etmeli, sevgi duruşuna onları da dahil etmeliyim. Ama herkes kendi meşrebince… İlkin rahmetli Enver Ercan fark etti bu kitabı; Varlık’ta “Edebiyat Gündemi”ne aldı. Benimle yapılan söyleşiden başka, şair arkadaşım Prof. Dr. Yusuf Alper’in “Psikodinamik açıdan Abdülkadir Budak şiiri ve Kapalı Bir Açılım” başlıklı yazısını anmalıyım. Arkası gelsin isterdim. Siz de o koca toplu şiirlerin içinden çekip çıkarmışsınız bunu, sevindim. Üzerinde durulmayı fazlasıyla hak ediyor çünkü. Sizin deyişinizle, günün, çağın, sokağın, ev içlerinin nabzını tutmaya çalışmakla kalmayıp, “şiirin sınırı yoktur” esasına bağlı kalınarak beni etkilemiş olan kimi yabancı şairlerden edinilen esinle yapılan bir kitaptır bu. Ama neyi yazarsam yazayım, altından imzası çekildiğinde “bu şiir Abdülkadir Budak’a ait olmalı” dedirtmek isteyen bir çabanın örneğidir. ‘BİRKAÇ EROTİK ŞİİRİME DE YER VERDİM’ - Toplu Şiirlerinizde kitaplarınıza girmemiş şiirlerinizden seçmeler de yer alıyor. O şiirlerinizden bahseder misiniz? Yazılışı aralıkları, dönemleri ve duyguları... Samimi bir itirafta bulunayım mı? Toplu şiirlere 2020 tarihini eklersem “şiirde elli yıl” esprisini ortaya koymuş olabilecektim; bu tercihte kitabını bulamamış kimi şiirlere alan açmak düşüncesi de esas oldu. Bugüne dek, olabildiğince kitap bütünlüğünü gözetme çabası vermiştim. Yani her şiir her kitaba değil de, “o kitaba ait” olmalıydı. Tümüyle olmasa bile, en azından dönemsel olmalı, tematik bir bütünlüğe işaret etmiş olmalıydı. Böyle düşününce, örneğin 15 yıl önce yazılmış bir şiir varsa, bugün yazdığım şiirle aynı yere, aynı kitaba koyamazdım onu. Birbirini iten değil de “bir kitapta buluşmak için” yazılmış gibi duranlar bir arada olmalıydı. Kimi şiirlerim tek tek güzel ve özel geliyordu bana ama kitabını bulamıyordu onlar. Kendime koyduğum yasağı böylece delmiş oldum; ikinci cildin sonunda “Kitaplarına Girmemiş Şiirlerden Seçmeler” bölümünde bu rahatlığı, özgürlüğü hissetmek istedim. Bu bölüm böylece çıktı ortaya. Hani ne denir, bir taşla iki kuş… Dikkatinizi çekmek isterim: Bu bölümde bir dergide yayımlanınca üstüne koca bir yazı yazılmış “Site Sakini” adlı şiir de var, erotik şiirler de. Evet, yanlış duymadınız benden birkaç erotik şiir. Hani Cemal Süreya’nın adı çıkmış ya, okuyun lütfen “Kafa Karışıklığı”, “Tuzlu Çeşme” Bin/bir Kadın”, “Açlığın Şarkısı” ve “Işıklı Kuyu” başlıklı şiirlerimi… Toplu şiirlerin sonundaki ek bunlar için bile kayda değerdir bana kalırsa. Kapalı bir yanımı bir başka biçimde açmış olur. ‘YAZDIKLARIMIN HAYATIMA DAİR OLMASINI İSTEDİM’ - Ya duyguların derinini deşerken kimi hareket ve referans noktası kıldığı maziyle ve kadim tarihle et tırnak o birliğine ilişkin ne der şairi? Şair psikologdur aynı zamanda. Sizin deyişinizle “duyguların derinliğini deşerler.” Çocukluk şairin anayurdu ise şiir bu anlamda “şairin geçmişine atıflarla ilerler.” Şiir yazmaya oturduğunuzda, şimdiki zaman bütün zamanları içerir. Sezgisi daha kuvvetli bir şair geleceğe dair öngörülerde de bulunarak yazabilir şiirini, ama bu iş daha çok şimdikine ve geride kalana dair olsa gerektir. “Şairin hayatı şiire dahil” sözü slogan olmanın çok ötesinde anlamlar taşır. Yazdıklarımın hayatıma dair olmasını istedim, bundan kaçınmadım da. Yazdığımın şiir değeri taşıması hayat değerinden daha büyük oldu hep. Has şiiri yakalamışsanız yaşadıklarınızı yansıtmış olmanızın bir değeri olabilir, yoksa yoktur. Şair yazdığıyla birebir örtüşemez de; fersah fersah öteye de düşmemeli derim. Şiir bir kişilik sanatıdır aynı zamanda. Mazimi, kendi kadim tarihimi yazmaya kalktığımda bu duygu ve düşünceler içinde de buldum kendimi. Yazıp da yayımlamadığım nice şiir oldu. Hayata bakışıma, şiir tarzıma aykırı olduğu kanısına vardığım, çizgi dışı gibi duran şiirlerimi yayımlamaktan korktum. Fena değillerdi ama sanki bana ait gibi de durmuyorlardı. Erotik denilebilecek üç beş şiiri bu söyleşinin sebebi olan toplamın “kitaplara girmemiş şiirler” bölümüne koyabildim. Bu cesaret bile az şey değildi benim için. Öyle de her zaman olduğu gibi, şu söylediklerime değil şiirlerime bakılacaktır, bakılmalı. Şiir değeri taşıyıp taşımadığına. Boy aynası oradadır. DAĞLARCA VE OZANCA DERGİLERİ… - Dergicilik serüveninize gelecek olursak… Evet, alkol kana karışmış bir kere… Daha önce dediğim gibi, kimi şairler sadece şiir yazarlar; kimi şairler şiir üstüne yazılar da yazarlar; kimi şairler vardır ki, şiirden başka, şiir üstüne yazı yazmakla yetinmez bir de dergi çıkarırlar. Ben üçüncü kategoride yer alıyorum. İlk dergimiz olan Ozanca’yı görevim gereği bulunduğum Kayseri’de çıkarmaya başladığımızda 24 yaşındaydım. İlkler ayrı bir önem taşır ya, Cumhuriyet okurları için bu maceraya biraz daha geniş değinmekte yarar var. Bu dünyaya veda etmiş olan iki dostuma getirdiğim öneri kabul edilmiş, dergi adının Dağlarca olmasında karar kılınmıştı. Öneri benden geldiği içindir ki, ustaya mektup yazıp izin ve şiir istemek de bana düşmüştü. Bunu başarmıştık ama kısa süre sonra Dağlarca’dan Ozanca’ya dönüşmek zorunda kalmıştık. 1975-76 arasının Kayseri’si... Yerel basında, “Dilde devrimci, sanatta toplumcu bir dergi: Dağlarca çıkıyor…” yollu duyurular yapınca koğuş karıştı. Aldığımız tehdit telefonlarında ve mektupta şöyle deniyordu: “Milliyetçi-mukaddesatçı bir şehirde Vietnamlı komünistlere övgüler düzen şairin adını taşıyan bir dergi çıkaracağını mı sanıyorsunuz?” ‘TEHDİTLER ÜZERİNE FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA’YI ARADIM’ Ölüm ve matbaa yakma tehditleri üzerine vazgeçmek zorunda kalmıştık. Daha çok gençtik, yazılacak şiirlerimiz vardı. İşin içinde bir de bize destek veren matbaacının ekmek teknesi vardı. Durumu açıklayan bir mektup daha yazdım Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya; bunu anlayışla karşıladı ama adını taşıyacak dergi için yolladığı şiiri için “başka bir dergide yayımlamaya kalkmayın” dedi. İlgiyle karşılandı Ozanca. Cemal Süreya “Kayseri’de Dergi” başlıklı bir yazıya yer verdi köşesinde. Ankara ve İstanbul’daki edebiyatçılara “bize de dikkat!” demeyi başarmıştık. HAKİMİYET SANAT, ŞİİR ODASI VE SİNCAN İSTASYONU… İkinci dergimiz Hakimiyet Sanat adını taşıyor ve yine Kayseri’de çıkıyordu. Eylül 1980 tarihinde son sayıyı çıkardığımızda rakamlar 50’yi gösteriyordu. Adımız eni konu duyulmuştu edebiyat çevrelerinde. Şiir Odası’nı Ankara’da çıkarmaya başladığımda yaş 48 idi. Dergi çıkarmak zinde kılar şairi, en yenilerle tanışma, onların ne yazdıklarını, ne düşündüklerini öğrenme fırsatı verir. Edebiyata bu yolla hizmet etmek bir yana, en başta kendinize iyi gelecekse, geliyorsa dergi çıkarırsınız. Her şeye daha içeriden bakma şansını da yakalamış olursunuz, aidiyet duygunuz süreklilik arz eder. En azından bende böyle olmuştur. 2000 yılı içinde 12 sayı çıkan Şiir Odası kelebeğe benzedi; kısacık ömründe renkli, sevimli, sıcak olmayı başardı. Dördüncüsü için, yakın zamanda 106. sayısı çıkmış olan Sincan İstasyonu için yedi yıl beklemem gerecekmiş. Bu dergi üstüne çok yazıldı, konuyla ilgili çok röportaj yapıldı benimle. Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sincan İstasyonu çıkmaya devam ediyor. Öyküsü olan bir adı, iyi edebiyatı hedefleyen bir yanı var. Esas olarak “yaşarken değerlendirmek” üstüne kurulu bir dergi bu, edebiyatımızın sıcak, samimi yanı. ‘BUGÜNLERDE BİR KİTABIMIN ADINI TAŞIYORUM: EV ZAMANI’ - Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi. Koronavirüs günleri… Sorularınızı yanıtladığım sırada yaşı bencileyin 65’i geçmiş olanlara sokağa çıkma yasağı kondu. Ruh hali biraz daha farklı olsa da bir kitabımın adını yaşıyorum: EV ZAMANI. Çalışma odam dergi/yayınevi bürosunu andırıyor. Vakit bu vakittir diye okunmak için raftan indirilmiş kimi kitaplar masamın üstünde. Bilgisayar başında Sincan İstasyonu’nun yeni sayı hazırlığı. Toplu şiirler iki cilt halinde yakın zamanda çıktı. Yeni bir kitap projesi için çok çok erken. Olur mu, onu da bilemem. Yeni tasarıları konuşmak yerine, ikinci cildin sonunda yer alan yazı ekinden şu cümleleri, (jübile niyetine sayılmaması dileğiyle) tekrarlamak daha uygun düşebilir: “Bugün şu yaşa gelmiş kimi şairlerin ısrarla ve inatla şiir yayımlamayı sürdürerek geçmişlerine rahmet okutmalarına ne demeli? İnsan, ardında bıraktığı o güzelim izleri kendi eliyle silmekte niye bunca ısrarlı olabilir? Şairin şiiri değil, şiirin şairi bırakma hakkına ve yetkisine sahip olduğuna inanırım da empati kurmaya, kendinizi şiirin yerine koymaya ne dersiniz? Bugünlerde bunları düşünür oldum. Yılı bir ya da en fazla iki şiirle kapatmak kararına varalı birkaç yılı geçti de bugünlerde o da olmasa olur diye düşünmeye başladım. Olursa, olsun. Olmazsa yazdıklarımıza sayılsın.” Dalgın Rüzgâr - Toplu Şiirler 1 (1978 - 2006) / Abdülkadir Budak / Yazılı Kâğıt Yayınları / 360 s. İştahlı Makas - Toplu Şiirler 1 (2011 - 2020) / Abdülkadir Budak / Yazılı Kâğıt Yayınları / 256 s.

Yalnızlık ekseninde dönenöyküler

Yalnızlık ekseninde dönen öyküler Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı’ndaki (Notos Kitap) öyküler, modern dünyanın açmazlarında yalnızlaşan, bu yalnızlıkla birlikte dış dünyaya yabancılaşan bireylerin öyküleri. Kitapta, ironi, mizah ve hüznün iç içe geçtiği, izlenimci anlatıma sahip toplam yirmi altı öykü bulunuyor. /Archive/2021/3/31/171603129-kapakic1.jpg BİLDİĞİMİZ DÜNYALAR! Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları’nda dünyanın büyüsünün çözülüp dağıldığından söz eder. Ona göre, “modern dünyanın en büyük kazanımı” gibi gözüken “bireycilik” anlayışı, beraberinde, bireye, “önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısını” da getirir. Yani insanlar artık kendilerini büyük bir düzenin parçası olarak hissedemezler. Son dönem yaşanan siyasi olaylar ve küresel salgınla da, kapitalist düzenin boğazını sıktığı birey daha yoğun varoluş kaygılarıyla karşı karşıya gelmeye başladı. Uygarlığımız ‘gelişirken’ çağdaş kültürün ve toplum yapısının değişimini, bireyin kayıp ya da çöküş duygusuyla deneyimlediklerini, yabancılaşma ekseninde yalnızlaşmayı ele alan metinler çoğalmaya başladı. Çiyil Kurtuluş’un Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı’ndaki öyküleri de modern dünya açmazlarında yalnızlaşan, bu yalnızlıkla birlikte dış dünyaya yabancılaşan bireylerin öykülerini karşımıza çıkarıyor. Kitapta ironi, mizah ve hüznün iç içe geçtiği, çoğu izlenimci anlatıma sahip toplam yirmi altı öykü yer alıyor. Bildiğimiz dünyaların hikâyeleri hepsi de. Günlük yaşamda karşılaştığımız kişiler -ya komşumuz ya bir dostumuz ya da iş arkadaşımız-... “Emoji Amor”, en etkileyici öykülerden. Yalnız bir kadının internette tanıştığı bir erkekle buluşmaya gidişini anlatıyor. Bireysel emeklilik uzmanı Semra Hanım’ın yalnızlığı, bu yalnızlığın verdiği itkiyle sosyal medyada arayış, Cenk’le tanışması ve uzaktan uzağa büyüyen bir ilişki... Yazarın hınzır dili katmanlı öyküsünün akışında yer yer gülümsetiyor. İç monologlar da karakterin derinleşmesi açısından çok değerli. “Hışırtı” öyküsünde ise karanlık bir orman yolundan sevgilisinin evine gitmeye çalışan bir kadının takip edildiğini fark ettiği o korku dolu anları anlatıyor. Öykünün kadınların birbirinden güç alması, eril otoriteye karşı çıkıp kendi evine dönmesi bir metafor olarak da dikkat çekici. /Archive/2021/3/31/171618301-ic2.jpg GÜÇLÜ SESİ OLAN GENÇ BİR ÖYKÜCÜ Uğurlu sayısını arayan bir kadının öyküsünde ise karakterin dünyası başarılı bir şekilde verilmiş. Öykülerin ritmi, sözcük seçimleri, anlatıcının dili, karakterle uyumu, Kurtuluş’un dil üzerine de düşünen bir yazar olduğunu gösteriyor. Karakter bakış açısıyla yazılan çoğu öyküde şimdiki zamanın içinde sıkışıp kalan bireyin yansımasını sunuluyor. Öykülerde görünen yüzüyle anne kız çatışmalarının, olgun, yalnız kadınların ruhsal dönüşümünün, evlilik içerisinde gittikçe suskunlaşan çiftlerin kopuşlarından söz etmek olanaklı. Ama bunların da ötesinde, bireyin kendine ve çevresine karşı yalnızlaşması ve modernliğin getirdiği başkalaşımla her şeye yabancılaşması söz konusu. Aramızda Bir Bahçe Yakınlığı’nda, Charles Taylor’ın sözünü ettiği dünyanın büyüsünün çözüldükten sonra bize kalan o suskunluk anları anlatılır. Derin yalnızlıkların içinde solan bireyin yabancılaşması yeşerir. Bana göre kitabın ismi de bu yalnızlığı barındırır. Çiyil Kurtuluş, öyküleriyle edebiyatımızda yeni bir kapı aralayan, güçlü bir sesi olan genç bir öykücü.

Gotik fantastik bir kadın romanı!

Gotik fantastik bir kadın romanı! Cinsel, etnik ve dini ayrımcılığın, kadın cinayetleri başta olmak üzere kadına yönelik şiddetin tüm biçimlerinin sıradanlaştığı günümüzde Özlem Ertan, Dolunay Ayini (Dark İstanbul) romanında yarattığı fantastik, gerçeküstü ve büyülü atmosfer içinde; Yunan mitolojisinde ötekileştirilen kadınların hikâyelerinden, İstanbul’un kadim geçmişine kadar uzanan bir yolculuğa çıkarıyor. Ve bu kapsamlı tarihselliğin bir noktasında , 6-7 Eylül Olayları’nı da içeren toplumsal meselelerle hesaplaşmaya girişiyor. /Archive/2021/3/31/171355959-kapakic1.jpg CADILARIN TANRIÇASI; HEKATE! Yazar Özlem Ertan’ın, Dolunay Ayini romanında, Yunan tanrıçası Hekate anlatının baş figürü olarak karşımıza çıkıyor. Hekate edebiyatta ve birçok fantastik dizide adı sıkça anılan bir tanrıça. Anadolulu. Karyalı. Yazara göre, sanılanın aksine kötücül bir tanrıça değil. O, Ay’ın hanımı, yeraltının hâkimi, kentlerin koruyucusu. Kadınların, cadıların tanrıçası. Yeraltının kapılarını açan anahtarların da sahibi. Ertan, cadıları -alışılageldik kimliklerinin ötesini göremeye çalışarak- kötücül olmaktan ziyade bilge, doğayı tanıyan, şifacılık hünerleri gösteren, doğanın ve hayvanların dilinden anlayan değerli kadınlar olarak tanımlıyor ve tanıtıyor. Hikâyemize gelince… Aydan, İzmir’de yaşayan, annesini ve babasını kaybetmiş, yıllarca üvey babası tarafından cinsel tacize uğramış, yıpranmış, içine kapanmış bir karakter. Yaşama, kimselerle paylaş(a)madığı derin hayal gücüyle direniyor. Ayrıca hayaletleri görme gibi bir yeteneği var. Olaylar bir gece annesinin hayaleti karşısında beliriverdiğinde başlıyor... Annesi Aydan’a “göründüğünde” kızına İstanbul’a, Beyoğlu’na gitmesini ve onu orada bulacağını söyler. Genç kadın bunun üzerine soluğu İstanbul’da alır. Aydan’ın Beyoğlu’nda tanıştığı Ece Hanım, eşlerinden şiddet görmüş kadınlara maddi karşılık göz etmeden yardım eden avukat Hilal Hanım’ın bürosunda sekreterlik işi bulması için yardımcı olur. /Archive/2021/3/31/171407381-ic2.jpg ANTİK ÇAĞ VE AYDAN’IN RÜYALARI! Aydan kısa süre sonra antik çağ tapınaklarında dolunay altında düzenlenen ayinlerle ilgili rüyalar görmeye başlar. Rüyalarındaki ayinlerin birinde siyah köpekler tarafından parçalanan bir adam görür. Birkaç gün sonra gazetelerde Emirgan Korusu’nda köpekler tarafından parçalanmış bir erkek cesedi bulunduğunu, üstelik maktulün karısını öldürmek suçundan arandığını okur. Koruda bulunan ceset Aydan’ın rüyasında gördüğü, siyah köpekler tarafından parçalanan adamın ta kendisidir. Bir başka rüyasında beş kadın bir erkeği yılanları kullanarak zehirler. Bu rüyasından sonra da yılan tarafından zehirlenmiş bir erkek cesedi bulunur. Maktul üç kadının öldürülmesinden aranan bir cinayet zanlısıdır. Aydan’ın rüyalarıyla gerçek yaşamda işlenen cinayetler arasında nasıl bir bağlantı vardır? Aydan günümüz İstanbul’unun tarihi semtlerinde dolaşıp gerçek kimliğini bulmaya uğraşırken, kendisine Ece Hanım’ın anlattığı antik çağ hikâyeleri ve tanrıça Hekate destek olacaktır. Özlem Ertan’ın Dolunay Ayini, bir yandan içerdiği derin Antik Çağ mitoloji bilgisiyle okuru bilgilendiren öte yandan kahramanlarını dolaştırdığı tekinsiz mekânları ve hayaletleriyle gotik bir atmosferde gelişen bir fantastik kadın romanı.

Lezzet, paylaşmaktır... Y. Bekir Yurdakul'un yazısı...

Lezzet, paylaşmaktır... Y. Bekir Yurdakul'un yazısı... Hayatı anlama, yorumlama, kıymetlendirme yolculuğuna masallarla çıkalım isteyen Judith Liberman; kilitli kapıları açıyor, yüksek duvarları etkisizleştiriyor, insanı insanla, üstelik unutturulmaya yüz tutmuş değerlerimizi incelikle anımsatarak yeniden buluşturuyor. Doğayla barışık bir yaşam özlemiyle de fotoğrafı tamamlıyor. /Archive/2021/3/31/171127413-ic1.jpg Masal Terapi, Masallarla Yola Çık, Önce Hayal, Bir Masal İyi Gelir yapıtlarıyla okumalarımıza ve düş dünyamıza yepyeni sevinçler katan Judith Malika Liberman bu kez olmazsa olmazlarının uzağına savrulmuş, yaşamının renkleri solmaya yüz tutmuş bir köye götürüyor. Çocuklarımız için kaleme alınan, şarkıların da eşlik ettiği Taş Çorbası’nı, bana sorarsanız önce büyükler okumalı hem de döne döne hem de “Ne yapıyoruz ki varlık içinde yalnızlığımız her geçen gün artıyor?” sorusu eşliğinde Liberman’ın açtığı kapıda kol kola girerek... Okuru, daha kapakta, Zeynep Özatalay’ın sıcacık yorumu karşılıyor; güzelim sokak hayvanları, kuşlar; meraklı, sevecen, halaya durmaya hazır bakışlarla bütünlüklü bir yaşam anlayışı... Kapağı açıyorsunuz ya da parmaklıklı ahşap bahçe kapısının mandalını kaldırıyorsunuz: İşte bahçedesiniz! Sarı zeminde, çorbanın aracı gereci kendini anımsatıyor sanki. Özatalay’ın zeminde sarıyı tercihi de boşuna değil: Ne varsa kullanılsın, unutmayın e mi, diyor. Ve hikâye başlıyor. BÖYLE DEĞİLDİ HAYATIMIZ Gün günden çoğalıyor kapıları çivilenmişçesine kilitli, duvarları her yıl biraz daha yükselen evlerimizin sayısı. Ve uzağa düşüyor insan insandan... Bu gerçeğe karşın, söze, “Köy var, köy var... Bazı köylerde her evin kapısı açık...” diye girerek umudun ışığını tutuyor üstümüze. Ardından “Paylaşılan emekler, alt dallardaki kirazlar insanların, üst dallardakiler kuşların...” diye sıraladığı üç tümceyle de epeydir unutturulmaya yüz tutmuş, özlediğimiz bir hayatı anımsatıyor. Anlatının ilk penceresinden bakarken hayata, Liberman’ın sözünü ettiklerinden ne çok köy düştü aklıma!.. Onlardan ikisini olsun bir anımsatayım istedim: Biri İzmir’in Çaltılıdere’si... “Adı ne güzelmiş!” dedim tabelayı görünce. “Adı güzel ama hikâyesi de bambaşkadır.” dedi dostlar. Tanrı misafiri kabul etmezler, “Susadıysan işte dere, acıktıysan başka yere, yatacaksan geldiğin yere...” derlermiş. Hâlâ böyle midir, bilmem ne ki sınamaktan çekinsem de birçok kez dinledim bunları; demem o ki namı yürüyor köyün. Öteki Kayseri Yeşilhisar’ın Güzelöz’ü (Maucan’ı). Ağustosun sıcak mı sıcak bir gününde, güneş tepeden aşağı dönerken varmıştık çıplak üç tepe (tepelerde doğal kuş yuvaları) arasına sığınmış Güzelöz’e. Köyün ortak fırınının yandığı günlerden biriymiş ve fırında kuru fasulye ve sarma pişmiş. Yanında da bulgur pilavı. Kendilerine göre hepsi. Amcaoğlu Kemal, biz; maaile, çocuklarla yedi kişiyiz. Bir sofra ki otuz yıldır durur aklımda. Üstüne de tavşankanı çay! /Archive/2021/3/31/171138663-kapakic2.jpg LIBERMAN’IN KÖYÜ Liberman’ın anlatısı beni hangisine götürecekti? Varlıklı mı varlıklı ama her yer kilit-duvar, sokakta köpeklerin yalnız dolaştığı, kuş sesleri kısık bir köydü burası. Şair Özdemir Asaf’ın “Azalır acılar paylaşıldıkça çoğalır sevinçler” dizeleri aklımda, sokuluverdim işte bu varken yok köyde ilk evin kapısını çalan gezginin yanı başına. “Bir tas çorba, bir bardak su, bir de kıvrılıp yatacak köşe bir geceliğine...” hepsi bu istediği gezginin ne ki tencere kaynar, fırından taze ekmek kokusu yükselirken Fazilet teyzenin olanı ancak kendineydi. Kalın yüksek duvarlar, birbirine kapalı kapılar ardındaki yalnızlığı fark edince gezgin, Fazilet teyzeyi kendi sofrasına davet etti. Taş çorbası içmeye... Nadir, o da ancak gezginlerde bulunur bir taşla yapılırdı bu çorba; içen bir daha ister içtikçe çoğalırdı. Neyse ki gezginin heybesinde vardı bir tane o nadir taştan. Şimdi bir kazan, biraz da su gerekecekti. Meraklanan Fazilet teyze, görmek ve tatmak isteyince taştan pişecek aştan hemen veriverdi kazanı; böylece kuruldu küçük bir ocak, şenlendi köy meydanı! Aslında güzel mi güzel bir Anadolu geleneğidir “ne varsa sofrada paylaştık işte...” yaklaşımı. Dar zamanda çok ve özel bir şey hazırlanmamış görünse de donanmıştır sofra. Dahası “Misafir kısmetiyle gelir.” çoğalır ambarda kilerde ne varsa. Çocukluğumdan bu yana ne çok tanık olduğum “Kimse kimsenin kısmetini yemez!” inanışını da iliştireyim şuracığa. AŞUREDE SAKLI OLAN Aşureyi anımsadınız mı? Topraktan ve birbirinden umudunu kesmeyen insanın mutfakta kilerde ne kalmışsa katıp karıştırıp ortaya çıkardığı belki son ama enfes tatlının hikâyesini bilmeyenimiz yoktur. Elbette o hikâyenin sonunda olanları da... Küçüklü büyüklü kâselerle paylaşılmıştır o son aş da... Aslında aşurenin tadı tam da bu paylaşımda saklıdır. Gezginin, köyün ortalık yerine kurduğu kazanında, kısa sürede o birbirlerini unutmuşların -elbette büyük sevinç duyarak çocukların- da katılmasıyla döne döndüre kaynattığı taş çorbası neden tadına doyulmaz bir aşa dönüşmesin ki! Çünkü “taş çorbası da hayat gibidir, paylaştıkça lezzetlenir.” Soframızda kimse yoksa, çalınmıyorsa kapımız, kalmışsak bir başımıza hangi lezzeti duyumsarız en sevdiğimiz yemekten bile? EDEBİYATIN GÜCÜ Geleneksel bir masalı sakin, yalın diliyle bize yeniden anımsatan, armağan eden Liberman; gezginin (geleneksel anlatının) “Nasıl insanlarsınız siz, paylaşmak nedir bilmezsiniz?” çığlığını yazınsal bir inceliğe taşıyarak hepimizi yeniden düşünmeye çağırıyor. Aslında masallar bizi bir yanıyla unutulmaz anlarımıza taşırken bir yanıyla da unutturulmaya yüz tutmuş yaşama sevinçlerini anımsatır hatta onları sinsice örten tozlu örtüleri kaldırıp atmaya çağırır. Edebiyatın gücü de burada saklıdır. Liberman; şarkılı masal Taş Çorbası’nı Burgazada’nın çocukları Maya, Masal, Akira, Arin Pera, Rubar ve Mirabelle’e ithaf etmiş. Ben bu masalı, kendimi o çocukların arasında duyumsayarak okudum. Siz de öyle yapın... Üstüne de eşsiz bir muhallebi ister, onu da siz yapacaksınız! Nasıl mı? Kitapta onun da tarifi var. Taş Çorbası / Judith Malika Liberman / Resimleyen: Zeynep Özatalay / Redhouse Kidz Yayınları / 40 s. / 4+ / Şubat 2021.

THY'ninİstanbul-Gaziantep seferini yapan uçağıteknik arıza nedeniyle geri döndü

THY'nin İstanbul-Gaziantep seferini yapan uçağı teknik arıza nedeniyle geri döndü Türk Hava Yolları 'nın İstanbul-Gaziantep seferini gerçekleştiren TK-2228 sefer sayılı tarifeli uçağı, teknik arıza nedeniyle kalkıştan kısa süre sonra İstanbul Havalimanı'na geri döndü. THY'nin Gaziantep'e gitmek üzere 20.45'de İstanbul Havalimanı'ndan havalanan TC-JRB kuyruk tescilli Airbus-321 tipi tarifeli yolcu uçağında kalkıştan kısa süre sonra teknik arıza meydana geldi.Bunun üzerine hava trafik kontrol kulesiyle irtibata geçen uçağın kokpit ekibi, İstanbul Havalimanı'na acil iniş izni istedi. Bunu üzerine uçak yaklaşık 20 dakika sonra İstanbul Havalimanı'na sorunsuz iniş yaptı. Teknik ekibin yaptığı kontrollerin ardından aynı uçak, yolcularıyla birlikte Gaziantep'e gitmek üzere 22.50'de yeniden havalandı. (DHA)

Aydın’ın Kuyucak ilçe KaymakamıYılmaz Kurt, Didim’deölübulundu

Aydın’ın Kuyucak ilçe Kaymakamı Yılmaz Kurt, Didim’de ölü bulundu Aydın’ın Kuyucak ilçe Kaymakamı Yılmaz Kurt, Didim’de ölü bulundu. Cumhuriyet Savcılığı olayla ilgili soruşturma başlatırken, kaymakamın ateşli silah yaralanması sonucu hayatını kaybettiği öğrenildi. AYRINTILAR GELİYOR... cumhuriyet.com.tr

CHP'den AKP'ye '1 Nisan' göndermesi: Keşkeşaka olsaydı

CHP'den AKP'ye '1 Nisan' göndermesi: Keşke şaka olsaydı CHP, AKP'nin 1 Nisan videosuna gönderme yaparak "Keşke 1 Nisan şakası olsaydı" dedi. AKP'nin 1 Nisan tarihinde paylaştığı videoya bir yanıt da CHP'den geldi. AKP’nin 1 Nisan videosunu yeniden düzenleyen CHP Genel Merkezi, “Keşke 1 Nisan şakası olsaydı... Biz de 1 Nisan'da “şakacılara” karşı yayımlardık. Ama hepsi gerçek. Hem de AKP'nin gerçeği!” ifadelerini kullandı.AKP’nin videosunda, CHP’nin heykel ve çeşme açılışı gibi çalışmalar yürüttüğü, AKP’nin ise büyük projeleri gerçekleştirdiği izlenimi verilmişti. CHP tarafından hazırlanan yanıt videosunda ise AKP’nin icraatlarına başka bir bakış açısı katıldı. Videoda hayat pahalılığına, enflasyona dikkat çekilirken, “Keşke 1 Nisan şakası olsaydı... Biz de 1 Nisan'da ‘şakacılara’ karşı yayımlardık. Ama hepsi gerçek. Hem de AKP'nin gerçeği!” ifadeleri kullanıldı.CHP'nin paylaşımı şu şekilde:/Archive/2021/4/2/214806227-cikape-1-nisan.jpg cumhuriyet.com.tr




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter