News - Haberler
Cumhuriyet GençYazın
Cumhuriyet Genç Yazın Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluştu. YURTDIŞI: HAYAL Mİ, KAÇIŞ MIAhmet Deniz DÜNDARÇukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü Z kuşağı olarak ülkemizde yaşanan gelişmeler ışığında geleceğe karamsar bakma eğilimindeyiz. Açık konuşmak gerekirse karamsarız da.Artan ve durmak bilmeyen döviz kuru, hükümetin sırtımıza yük olarak sunduğu gereğinden fazla vergiler, mezun olduktan sonra faiziyle geri istenilen krediler...Bütün bunlar oldukça korkutucu ve yorucu. Hatta üzücü. Haliyle çoğumuz yurtdışına çıkma hayalleri kuruyoruz. Ama hep bir soruda takılıyoruz: Bu bir hayal mi, yoksa “kaçış” mı?Yurtdışı konusunda en popüler ülkelerden Almanya örneğini vermek istiyorum. Almanya siyasal bütünlüğünü geç bir zamanda tamamlamış ve çok geçmeden kendini bir dünya savaşı içerisinde bulmuş bir ülke. Sonuçta bu savaşı kaybeden Almanya’da imparatorluk dağılıyor, yerini 20. yüzyıldaki çoğu ülke gibi Cumhuriyete bırakıyordu. Savaşın ve imzaladıkları Versay Antlaşması’nın verdiği zarardan ötürü Weimarr olarak da bilinen Alman Cumhuriyeti, oldukça büyük ekonomik krizden geçiyordu.SANCILI GEÇEN UZUN YILLARŞöyle ki bir kış günü üşüdünüz. Sobayı yakmak için Alman Markı kullanıyorsunuz. Şaşırtıcı ama gerçek çünkü bir torba oduna verilen parayı yakmak, ısınmak için çok daha akla uygun bir durumdaydı. İşin sonunda Hitler adında bir diktatör geldi. Ülke önceki döneme göre daha iyi bir konuma gidiyor izlenimi veriyordu, ancak durum öyle değildi. Hitler’in aldığı her siyasal karar, Almanya’yı kanlı bir savaşa götürürken milyonlarca insanın ölümüne yol açmıştı. Şimdilerde gıptayla baktığımız Almanya, ağır süreçten geçerek bugünkü gibi büyük bir devlet haline geldi.Japonya da bir başka örnek. İki atom bombasıyla vurulan Japonya, süreçten sonra birlik ve beraberlikle daha da yükselerek dünya sahnesinde bugün önemli bir yer edindi.Her iki ülke de sancılı geçen uzun yılların ardından ayağa kalkabildiler. Kısacası Türkiye için de hiçbir şey geç değil. Bizimle benzer süreçleri yaşayan hatta daha kötüsünü gören ülkeler bugün ayakları sağlam yere basabiliyorken Türkiye neden olmasın?Türkiye’nin de güçlenmesindeki en büyük anahtar Z kuşağı. Ülkemizdeki yanlış uygulamalara, liyakatsiz politikacılara ve sürekli müdahale güdüsüyle hareket eden emperyalist güçlere karşı ancak omuz omuza mücadele ederek karşı gelebilir ve ülkemize mutlu ve umutlu günleri tekrar kazandırabiliriz.KURULUŞ AYARLARI...Hayatımızın her anında önceliklerin değişebilmesi gibi durum var. Yıllar sonra evlat sahibi olduktan sonra önceliğimiz neslimizin daha iyi şartlarda yetişmesiyse onlar için kaçmamalı, mücadele vermeliyiz. Ülkemizin kuruluş ayarlarına, en hakiki mürşitin ilim ve fen olduğu o ayarlara dönmemizin umudu bizleriz ancak unutmamamız gereken önemli bir ayrıntı var:Günümüzde üretici olmak 100 yıl önceki gibi önemli ancak bulunduğumuz dijital çağda sadece fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel anlamda da üretici olmamız gerekiyor.Ülkemizin beyin göçüne değil, sanayide, yazılımda ve endüstride yeni fikirler üretecek ve gerektiğinde uygulamaya geçirecek gençlere ihtiyacı var.Örneğin, bugün Çin fiziksel anlamda en üretici ülke. Bir milyarı aşkın nüfusu var, ancak Çin’in ünlü bir teknoloji şirketi bugün telefon üretimini durdurmanın eşiğinde. Çünkü zihinsel üretimde Çin’den daha iyi olan ve bunu toplumundan ziyade beyin göçüyle diğer ülkelerden elde eden ABD, birçok ürünün fikri mülkiyetini elinde bulunduruyor. Yani ABD izin vermediğinden ötürü bu şirket bırakın telefon üretmeyi, kendi markası altında çıkardığı işlemciyi dahi yetiştiremez hale geldi. Kullandığımız cep telefonundan, bilgisayarlara kadar dijital her ürünün neredeyse her parçasının fikri mülkiyet değeri var ve bu çoğunlukla ABD’ye gidiyor. Peki, bizler de yeni fikirler üretsek ve değerler ülkemize gelse daha iyi olmaz mı?Şafağa ulaşmamız gerekiyorsa ve şafak bize gelmiyorsa; yol ne kadar çetin de olsa bizim şafağa ulaşmamız gerekiyor. Bir ışık, bulutun bir parçasını dağıtırken ışıklardan oluşan ve ufuktan doğan “Güneş” bütün bulutları dağıtıp şafağa ulaşmamıza yardım edebilir.Unutmayalım gecenin en karanlık anı şafak sökmeden önceki andır.1919’da olduğu gibi hep beraber yürüyelim...BİLİM VE UYGARLIK İLİŞKİSİArda KUKULSt. Petersburg Ulusal Araştırma Üniversitesi Toplumları aydınlanma yolunda ilerleten başlıca unsur, bilimdir. Bilime gereken önemi vermeyen; çalışan, düşünen ve üreten insanlarına hak ettikleri değeri göstermeyen; ve bilgisizliğin çok büyük bir sorun olduğunu kavrayamayan toplumlar, gelişme ve ilerleme yolunun önünü kesen uçuruma doğru sağlam adımlarla ilerlemektedir. Tarih boyunca bu özelliklere sahip olan toplumların, bilime önem veren ve bilimsel üretim yapan toplumlar tarafından etki altında tutulduğu, stratejik çıkarları uğruna kullanıldığı ve yönlendirildiği görülmüştür. Toplumlar, eğer siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel alanlarda bağımsızlıklarını korumak ve uluslararası alanda özgür hareket yetisine sahip olmak istiyorlarsa kullanacakları yegâne araç, bilimdir. Bilimi yol gösterici olarak kabul etmek isteyen bir toplumun yüzleşmesinin kaçınılmaz olduğu başlıca sorun, bilimsel bağlamda “üretim-tüketim” çizgisinin hangi noktasında bulunulması gerektiğinin anlaşılmasıdır. Bilimin açtığı yolda ilerlemeye hevesli olan bir toplumun yalnızca tüketici olarak kalması, yurtdışından alınan teknolojileri kısa sürede benimseyip sadece kullanmakla yetinmesi, sahip olduğu üniversitelerin bilimsel araştırmaya önem vermemesi ve o toplumdaki yaratıcı, sorgulayıcı, eleştirel aklın hayatın her alanında önemini kaybetmesi çağın gerekliliklerine uyan gelişmeler değildir. Bu toplumlar “bilim toplumu” olarak değerlendirilemez. AYDINLANMA YOLU“Bilim toplumu” olabilmenin tek yolu, bilimsel ve teknolojik üretim yapmaktır. Bu üretimin yapılabilmesi ise toplumdaki bireylerin yaratıcılıklarını kaybetmeden bilim, sanat ve felsefe üçgeninden beslenen bir eğitim alabilmesine dayanmaktadır. Böyle kapsamlı bir eğitim alma imkânına sahip olan nesiller, ilerleyen yıllarda “hazırcı” zihniyetten kurtularak üreticiliğin hem önemine hem de insana verdiği keyfe vâkıf olurlar. Bu noktada vurgulanması gereken konu, tarih boyunca bilim üreten toplumların her zaman için “uygar” sayılamayacak olmasıdır. Bir yandan bilimsel üretim yapan, öte yandan ise ürettiği bilim sayesinde sahip olduğu teknolojiyi kendi sınırları dışındaki toprakları kontrol etmek ve orada bulunan kaynakları sömürmek için kullanan, bu faaliyetlerini de kontrol altına alınan toplumları siyasi, kültürel ve ekonomik alanda kendi seviyelerine çıkarmaya çalıştıkları bahanesiyle sürdüren devletlerin tarihsel açıdan “medeni” ve “uygar” kabul edilmeleri, şüphesiz ki akıl ve mantık süzgecinden geçemez. Bilimin aydınlığını benimseyip onun gücüne inanan toplumların ahlak ve erdem kapsamındaki tutumlarına dikkat etmeleri gerekir. Bilimin insanlığa verdiği gücü yıkıcı faaliyetler için kullanan toplumlar, insanlığın geleceğini belirleyecek olan “uygarlık” anlayışının içerisinde kendilerine yer edinemeyeceklerdir. Uygarlığın en temel göstergesi, bir toplumun her açıdan bağımsızlığını korurken diğer toplumlara ve o toplumların benimsemiş olduğu sosyal, kültürel ve ekonomik değerlere saygı gösterebilmesidir.Aydınlanma yolunda bilimin yaktığı, insanlık tarihi boyunca sönmemiş olan ateşi yol gösterici olarak kabul edebilen ve sahip olduğu bilgi birikimini diğer toplumları kontrol altına almaktansa insanlığı ilerletmek için kullanmaya istekli olan toplumlar, insanlığın evrenin karanlıklarında yol alacağı gelecekte “uygarlık” bayrağını taşıyan öncüler olacaklardır. O karanlıklar, kuşku yoktur ki o öncülerin taşıdığı ve kaynağını bilimden alan meşalelerle aydınlanacaktır. GÜNAYDINAbdullah KAYAMarmara Üniversitesi Güzel Sanatlar FakültesiSaatim 05.32’yi gösteriyor. Fonda Wagner, Der Ring Des Nibelungen. Başımı klavyeden kaldırıp odamın camına yöneliyor gözlerim. Dördüncü kattan, tüm sokağı ufkuma alıyorum. Bayram namazında saflara sıkışmış, uykulu, şaftı kayık erkekleri andıran Üsküdar apartmanları. Bana fısıldıyorlar. Sanki gayet iyi bildiğim oyunun sonunu unuttuğum için sitem ediyorlar. Gecenin karanlığı iktidar sarhoşu. Saatlerin muktediri, mukadderata boyun eğecek. Aydınlık yakın hem de çok yakın. Avangard güneş ışınları henüz tecavüze koyulmadılar. Karanlık; erkeğinin üzerine gelmiş, hırçın dişi bir sırtlanı andırırcasına uzanıyor, insanlığın üzerinde. Günlük periyotta sahnedeki rolün süresi kısıtlı. Elbet, mütecaviz dişi sırtlanların da bir Azrail’i var, olmalı. Nerede beklenen gün ışıkları? Daha ne kadar bekleyecekler yeryüzüne inmek için?KARANLIĞIN VADESİ DOLUYOREzan okunuyor. Serzenişim hissedilmiş olmalı. Müezzin hatırlatıyor, günün aydınlanmasına daha var. Müminler vahiy olunduğu üzere, gün ışığı yeryüzüne inmeden, secdeye varmalılar. Gecenin tutsağı olan ben, sabırsızlıkla beklerken sabahı... Henüz vakit olmasına karşın gün doğumuna, ferahlıyorum. Karanlığın vadesi doluyor, bu bana hatırlatılıyor. Arkama yaslanıyorum. Kendimi Brueghel’in bir tablosunda gibi hissediyorum. Yahut distopik bir romandan alıntıyla, dikine inşa edilmiş insan kümeslerinden birindeyim. Yan kümeste ne oluyor? Tablonun hangi köşesinde, hangi figür ne yapıyor. Paragrafın hangisinde çubuklar rahmaniliğe bükülüyor? Bilmiyorum. Şairin dediği gibi: Yazgı desem, kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma.*Rahibenin eteği kalktı, ikinci perde başlıyor. İlk ışıkları vurdu günün. Karanlık inliyor fakat işitilmiyor ezilen kalplerin kulaklarında. Vicdanlardaki yerlerini kaybetti sırtlanlar. Akbabaları oldu onların insanlar. Günlerce sulanmamış bir saksı toprağının, suyla buluşması gibi. Yahut bir bakirenin ilk kez ıslanması gibi. Bu oyunu her izleyişimde ikinci perdeden duyduğum hazzı tarif edemiyorum.İmamın selam verip son rekatı da bitirmesiyle, Üsküdar apartmanları gevşedi. Uykulu duvarlar bir bir ayılıyor. Namaz safında hiçleşen kullar, gömleklerini, sıfatlarını kuşanmaya başladı. Ayrıştılar; korkulukları krom kaplama apartmanlarla, ahşap çerçeveli olanlar. Gün onların üzerine doğdu. Karanlığın esir aldığı tebaa, özgür yurttaşlar ilan edildi. Ne varsa üzerlerinde sıfat, hepsini güneşe borçludurlar. Kızıl serinlik kovalıyor sokaklarımızdan kara gömleklileri. Hissediyorum. Sabah oluyor. Anın devrimci sloganı: Günaydın!Martılar bas bas bağırarak uçuşuyorlar. Müjdeliyorlar, sokaklarımızda motorlu kuryelerin kasklarıyla dolaşacak olan hürriyeti. Hep bir ağızdan söyledikleri: Zafer marşı olsa gerekti. Sabah oldu, karanlık defedildi. Geceden geriye, hırpalanmış fahişeler, biz kaldık. Geride bırakıp, rahimlerimize diri diri gömdüklerimizi, kusmak için devri sabıkların üstüne...Peçelerinden soyunan kadınlar gibi apartmanlar ayırt edilebilir hale geldi. Kişilik kazandılar sanki. Bana da kazandırmak istedikleri, bir bilinçti belki. Yahut yalnızca bir hatırlatma gereksinimiydi onlarınki. Evet, evet yalnızca bir hatırlatma. Oyunun bittiğini değil elbette. Zira bu oyun tam olarak ne zaman başladı ve ne zaman bitecek tarih boyunca kimse çözemedi. Çözdüğünü iddia eden olduysa da herkesi ikna edemedi. Hoş, herkesin ikna olmaması da oyuna dahildi. Hasılı, temsil elbette devam ediyordu, biten yalnızca perdeydi. Hem de her gün durmadan tekerrür eden perde. Gün doğuyor ve batıyor. Ne karanlık ne aydınlık baki kalıyor. Aykırı olan ben, üzerimize çöken gecelere karşı umut doluyorum. Nasıl olsa, güneş battığı gibi doğmasını biliyor. Bilmese de doğuyor...* Amentu şiiri, İsmet ÖzelMÜKEMMEL SIRADANLIK Altuğ DEMİRCANİstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk FakültesiMükemmel sıradanlığım olur musun? Beraber bir pazar sabahı kahvaltısı yapsak mesela (Bilirim sen çok seversin kahvaltıları) Soğuk bir kış günü aynı yorganın altına gireriz belki de sonra Beraber el ele dolaşırız şehrinin sokaklarında Zaman zaman saçma sebepler için kavga ederiz sadece barışabilmek için “Evde ekmek var mı” sorusunu sana sorabilmek ne de güzel olurdu kim bilir? Yani demem o ki sıradanlığın günah sayıldığı bu yeni dünyada mükemmel sıradanlığım olur musun? KARGAYusuf BOZDAĞHaliç Üniversitesi Tıp Fakültesisenin şükürlerini, dualarını duymak,dinlediğin notaları kulağınla dinlemek,hissettiklerini ruhunla hissetmek,senin içinden görmek geceyi,isterim ben bir karga gibi.akıp da taşarmış su ilgilenmezsen.bolluk içinde değil, yokluk içinde sevmek,yağmurun altına tuz serpmek istemek,senin içinden görmek geceyi,isterim ben bir karga gibi.şükürler olsun senin bana verdiklerine,birkaç sözcükten ibaret satırlarınmüteessir ettiği bu beyazlığı doğuran çocuk,şimdi de güneşi çizsin senin için, kavrularak. yine desenin içinden görmek geceyi,isterim ben bir karga gibi.sen çok çoğal ama meryem ol,arı ol, arım gibi narin balınla,dudağımın kenarlarından ak,seni sıkıca yakaladım, o bolluğunu,akıp da gidemezsin bir yerlere.senin içinden görmek geceyi,isterim ben bir karga gibi.tanrı yaratmamış seni, mutlak güzelsin,iniltiyle kaçarım varlığından, bolluğundan,çok şey söylememi bekleme benden,ben susmasını severim, harfleri severim,harflerim seni görmek için can atıyor,onlara yüzünü göster çok umutlu kadın,beni içine al, göster artık geceni.karga geceyi serbest bırakalım,üreyelim birlikte,güneşi doğuralım. cumhuriyet.com.trSiyaset ve hukuk dünyası,‘Türk’ifadesininçıkarılmasınıyorumladı: Bakan‘oluru’yla kaldırılamaz
Siyaset ve hukuk dünyası, ‘Türk’ ifadesinin çıkarılmasını yorumladı: Bakan ‘oluru’yla kaldırılamaz Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bazı taşra teşkilatlarındaki müzik ve dans toplulukları için aldığı “Türk” isimini kaldırma ve şehir değiştirme kararı tepki topladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın aldığı karar kapsamında bazı koroların isminde yer alan “Türk” ibaresi çıkarıldı. Düzenlemeler kapsamında Şanlıurfa’daki Devlet Türk Halk Müziği Korosu Müdürlüğü’nün ismi Şanlıurfa Sıra Gecesi Müzik Topluluğu Müdürlüğü, Elazığ’daki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğü’nün ismi Elazığ Kürsübaşı Müzik Topluluğu Müdürlüğü, Diyarbakır’daki Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürlüğü’nün ismi Diyarbakır Medeniyetler Müziği Korosu Müdürlüğü, Edirne’deki Devlet Türk Müziği Topluluğu Müdürlüğü’nün ismi ise Rumeli Müzikleri Topluluğu Müdürlüğü olarak değiştirildi. Duruma siyasilerden, hukukçulardan ve sendikalardan tepki geldi. Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, “Daha önce de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteği doğrultusunda sözde birleştirici olmak amacıyla devlet ve kamu kuruluşlarının adlarındaki ‘Türk’ sözcüğü ya da ‘T.C.’ kısaltması kaldırılmış ancak kamuoyundaki yoğun tepki üzerine bu uygulamadan vazgeçilmişti” anımsatması yaparak “Şimdi yeniden başa dönülüyor” ifadelerini kullandı. Anayasal ve yasal terim olarak “Türk” sözcüğünün etnik bir kimliği ifade etmediğini belirten Türk, “Bu sözcük, anayasanın 66. maddesinde verilen tanımla ‘Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı olan herkes’ için ‘Türk milleti’ ya da -66. maddede olduğu gibi- ‘Türk Devleti’ şeklinde ‘Türkiye Devleti’ ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. ‘Türk’ sözcüğü, Türk milletinin her bireyini ve Türkiye Devleti’nin her vatandaşını, hiçbir etnik ayrım gözetmeksizin kucaklayan bir terimdir. Her milletin ve devletin böyle bir adı vardır. İsimsiz millet veya devlet yoktur” diye konuştu. Devlet madalyalarından Atatürk kabartmasının çıkarıldığını da anımsatan Türk, “Bütün bunlar, Türk ve Atatürk alerjisi olarak nitelenebilir. Ama hiçbir milletin bireyleri kendi milletine, hiçbir devletin vatandaşları kendi kurucusuna karşı böyle bir tepki göstermemektedir. Bizde az da olsa tersine sözler söylenmesi ya da tersine uygulamalar yapılması, anlaşılmaz bir vefasızlık ve nankörlüktür. Böyle bir tutum, hiçbir Türke yakışmaz; hiçbir devlet veya kamu kuruluşu böyle bir inkârcı tutum içine giremez” ifadelerini kullandı. ‘KALDIRMASI MÜMKÜN DEĞİL’Hukukçu Ömer Lütfü Avşar ise durumu hukuki açıdan değerlendirdi. Avşar, “Bakanlar Kurulu ibaresinin karşılığı 16 Nisan referandumundan sonra Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi oldu. Dolayısıyla bakanlar kurulu kararı ile tesis edilen bir işlemin paralel bir idari işlemle, Cumhurbaşkanlığı kararıyla yeniden düzenlenmesi mümkün olabilir” dedi. Bakanların da eskisi gibi yetkileri olmadığını aktaran Avşar, “‘Topluca karar alma ehliyeti’ dahi olmayan bir bakanın, bakanlık kararıyla ya da bakanlıktaki bir makamla, bakanlar kurulu kararını ortadan kaldırması mümkün değil” dedi.‘İPTAL EDİLMESİ GEREKİR’Eski Kültür Bakanı İstemihan Talay da değişikliğin yanlış olduğunu vurgulayarak “Oradaki korolar sadece oranın müziğini değil, bütün Türk halk müziğini seslendiriyor. Sadece bölgesel düşünüp onlara bulunduğu ilin ismini verip Türk adının çıkarılması yanlış bir uygulama. Çok önemli hassasiyetlerin olduğu bir dönemde böyle bir girişimin kime faydası olacağını anlamak mümkün değil” dedi. Bakanlar Kurulu kararıyla verilen bir ismin bir bakan oluruyla değişemeyeceğini söyleyen Talay, “En azından onay yerinin Cumhurbaşkanı olması gerekir. Hukuki açıdan da şekil açısından da yanlış bir uygulamadır. Danıştay’a başvurulursa şekil şartının da yerine getirilmemesi nedeniyle iptal edilmesi gereken bir karar” ifadelerini kullandı. YARGIYA TAŞINIYORKültür Sanat-Sen Başkanı Ahmet Özbek de isim değişikliğini ve teşkilat taşımasını yargıya götüreceklerini duyurdu. Özbek, “Türk isimleri korolardan kaldırılıyor. Bu yerel isimler verilen koroların işlevinin ne olacağına dair bir şey yok. Bunlar yıllardır oturmuş isimlerdi. Bir de halk dansları topluluğunun Ankara’dan İstanbul’a taşınması söz konusu. Sözleşmeli çalışanlarımız da var, onlara ne olacağı belli değil. Konuyla ilgili hukuki yollara da başvuracağız” dedi.‘SEÇİM İÇİN OLABİLİR’Hukukçu Bülent Yücetürk ise “Bu kadar vatan-millet bayrak siyaseti yaparken neden böyle bir değişikliğe gerek duyuldu? Bunun açıklaması sanırım, özellikle Güneydoğu’daki müzik topluluklarından Türk isminin çıkarılması, oradaki Kürt seçmene mesaj vermeye çalışıyor olabilirler” dedi. İYİ PARTİLİ TÜRKKAN’DAN ÖNERGEKültür Bakanlığı’nın kararına İYİ Parti Grupbaşkanvekili Lütfü Türkkan da tepki gösterdi. Türkkan, TBMM Başkanlığı’na Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. Türkkan Ersoy’a şu soruları yöneltti:“Koro isimlerinden ‘Türk’ kelimesinin çıkarılması kararı kimin ya da kimlerin tavsiyesi doğrultusunda alınmıştır? Çözüm süreci döneminde ‘Türk’ kelimesinin ırkçılık çağrışımı yaptığı görüşü savunularak ‘Andımız’ın kaldırılması istenmiş ve bu doğrultuda adım atılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı da mı aynı görüşe sahiptir, korolardan ‘Türk’ kelimesinin çıkarılması kararı bu doğrultuda mı alınmıştır? Bakanlık’ın bu kararının Danıştay’ın ‘Andımız’ın okutulmaması kararı ve Devlet Nişanı verilecek Arap liderleri ve işadamlarının Atatürk kabartmalı nişanlardan rahatsız olması nedeniyle Atatürk’ün bu kabartmalardan çıkarılması ile aynı döneme denk gelmesi bir rastlantı mıdır, yoksa Bakanlık, korolardan ‘Türk’ kelimesinin çıkarılması kararını bu kararların devamı niteliğinde mi almıştır?” Sarp Sağkal53.SİYADÖdülleri açıklandı:‘Nasipse Adayız’a beşödül
53.SİYAD Ödülleri açıklandı: ‘Nasipse Adayız’a beş ödül Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyelerinin oylarıyla belirlenen 2020 yılı Türk sinemasının “En İyileri”, salgın koşullarında çevrimiçi yapılan ve oyuncu Tuğrul Tülek’in sunuculuğunda yapılan ödül töreninde açıklandı. Ercan Kesal’ın yazıp yönettiği Nasipse Adayız, En İyi Film Ödülü dahil toplam beş ödül kazandı. Nasipse Adayız’ı dört ödülle Nuh Tepesi, üç ödülle Bina ve bir ödülle Kronoloji izlediler.Bu yılki SİYAD Onur Ödülleri’nin sahipleri oyuncu Nur Sürer ve belgesel sinemacı Can Candan, Emek Ödülü’nün sahibi ise emektar sinema makinisti Ali Koçoğlu oldu.SİYAD, bu yıl yeni bir kategori olarak 2020 yılında yalnızca çevrimiçi mecrada izleyici karşısına çıkan filmler arasında Netflix’te gösterilen Mank’ı “Çevrimiçi En İyi Film” seçti. SİYAD’ın geçen yıl sinemalarda vizyona giren yabancı filmler arasından belirlediği En İyi Yabancı Film Ödülü’nü ise Bir Film’in Türkiye’ye getirdiği Boyalı Kuş’un (The Painted Bird) kazandığı daha önce açıklanmıştı.En İyi Film: Nasipse Adayız En İyi İlk Film: Nuh Tepesi En İyi Yönetim: Ercan Kesal / Nasipse Adayız En İyi Senaryo: Ercan Kesal / Nasipse AdayızEn İyi Kadın Oyuncu Performansı: Cemre Ebüzziya / Kronoloji En İyi Erkek Oyuncu Performansı: Ali Atay / Nuh Tepesi En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Performansı: Selin Yeninci / Nasipse Adayız En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Performansı: İnanç Konukçu / Nasipse Adayız En İyi Görüntü Yönetimi: Federico Cesca / Nuh Tepesi En İyi Müzik: Can Demirci / Bina En İyi Kurgu: Yorgos Mavropsaridis / Nuh Tepesi cumhuriyet.com.trGhislaine Maxwell hakkında bir kişi daha "çocuk istismarına arabuluculuk"şikayetinde bulundu
Çocuğun cinsel istismarı suçlamasıyla tutuklanıp intihar eden Jeffrey Epstein'ın eski kız arkadaşı Maxwell'e yönelik bir suçlama daha yapıldı. Böylece cinsel istismara arabulucuk ettiği iddiasıyla şikayette bulunanların sayısı dörde çıktı.Habere Gitmek için TıklayınAB Yüksek Temsilcisi Borrell: Yapıcıtavır oluşturmak için Türkiye ile aktifçalışmamız gerekiyor
vrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, "Yüksek Diplomatik Gerilimli Hafta" başlıklı bir blog yazısı kaleme aldı. HDP'nin kapatılması davası ve İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararını eleştiren Borrell, Doğu Akdeniz konusunda ise "Yapıcı bir tavır görebilmek için Türkiye ile yakın çalışmak gerektiğini düşünüyorum" ifadelerini kullandı.Habere Gitmek için TıklayınSON DAKİKA | Merkez BankasıBaşkan Yardımcısıgörevden alındı
SON DAKİKA | Merkez Bankası Başkan Yardımcısı görevden alındı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Başkan Yardımcısı Murat Çetinkaya'nın görevden alınması Resmi Gazete'de yayımlandı. AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlanan karara göre TCMB Başkan Yardımcısı Mustafa Duman oldu. Sıcak gelişme, ayrıntılar geliyor…Son dakika gelişmelerinden anında haberdar olmak için Cumhuriyet mobil uygulamasını (iOS, Andorid, Huawei) indirebilir, Twitter (@cumhuriyetgzt) ve Facebook (cumhuriyetgzt) hesabını takip edebilirsiniz. cumhuriyet.com.trKelley'den 'Güz Dönümü'
Türkçe Haberler En Son Başlıklar Kelley'den 'Güz Dönümü' Amerika’daki ırk ilişkileri üzerine yapıtlarıyla Afro-Amerikalı yazar William Melvin Kelley’in Güz Dönümü; 50’li yılların son çeyreğinde hayali bir Güney eyaletinde geçen, Tucker Caliban adlı siyahi bir çiftçinin tüm tarlasına tuz döküp ağaçlarını keserek, hayvanlarını öldürüp evini ateşe vererek ve hiçbir açıklama yapmaksızın ailesiyle birlikte eyaleti terk ederek fitilini ateşlediği, tüm siyahların bu eyaleti terk etmesine yol açan benzersiz bir göçün hikâyesi. /Archive/2021/3/29/184528340-3-.jpgAmerika’daki ırk ilişkileri üzerine yazdığı deneysel düzyazı ve taşlamalarıyla bilinen Afro-Amerikalı yazar William Melvin Kelley’in henüz 24 yaşındayken kaleme aldığı; pek de uğrak sayılmayacak bir eskici dükkânının tozlu raflarında yeniden keşfedilmeyi bekleyen Güz Dönümü’nün geçtiğimiz yıllarda bir gazeteciyle buluşması, Amerikan edebiyatı için dönüm noktalarından biriydi.Oysa Kelley, Harvard Üniversitesi’nde başarılı bir öğrenciyken yazar olma kararı alarak akademiyi terk eden, gençlik yıllarında kuşağının en yetenekli Afro-Amerikalı sanatçıları arasında anılan, William Faulkner’dan James Baldwin’e bir dizi büyük edebiyatçıyla karşılaştırılan bir isimdi./Archive/2021/3/29/184540465-1-.jpgSİYAH VE BEYAZ ARASINDA...Sivil Haklar Hareketi’nin ırk ayrımcılığına karşı verdiği mücadeleyi çok çetin bir atmosferde yürüttüğü günlerde bu yakıcı konularda kalem oynatmasına ve dönemi dolayısıyla son derece ses getirmesine rağmen Kelley’in gereken ilgiyi görmemesinin ve metinlerinin zaman aşımına uğramasının birçok farklı nedeni vardı.Her şeyden önce Kelley “beyazların siyahlara dair ne düşündüğü hakkında yazan bir siyah”tı. İki taraf da birbirleri hakkındaki utanç verici düşüncelerinin derin ve karanlık sularında boğulmaktan çekiniyordu.Siyah okurlar, anlatılan kendi hikâyeleri olmasına rağmen Kelley tarafından tasvir edilen sinik beyazların zaten gündelik hayatta sürekli maruz kaldıkları utanç verici tutumlarından kesitler okumak istemezken, beyazlar Amerikan eyaletlerinin görünmez yasalarla belirlediği çerçevede riayet etmeye mecbur hissettikleri, kendilerine tanınan yabancılaştırıcı üstünlük politikalarıyla yüzleşmekten kaçınıyordu./Archive/2021/3/29/184554918-2-.jpgBENZERSİZ BİR GÖÇ!Güz Dönümü işte tam da bu atmosferde yazılan, ‘50’li yılların son çeyreğinde hayali bir Güney eyaletinde geçen, Tucker Caliban adlı siyahi bir çiftçinin tüm tarlasına tuz döküp ağaçlarını keserek, hayvanlarını öldürüp evini ateşe vererek ve hiçbir açıklama yapmaksızın ailesiyle birlikte eyaleti terk ederek fitilini ateşlediği, tüm siyahların bu eyaleti terk etmesine yol açan benzersiz bir göçün hikâyesidir.Bu göçün gerekçesi eyaletteki siyahiler için ne kadar açıksa, eyaletin beyaz sakinleri için o denli karmaşık ve anlamlandırılamazdır. Çünkü ne bu sessiz isyan ne de ardından gelen göç dalgası, şiddete başvurularak ateşlenir. Fakat beyazlar - ve doğalında okurlar - geçmişin ve bugünün adaletsizliklerini, ayrımcılığı, örtük ve açıktan sistematik şiddeti kendi vicdan terazilerinde tartmak üzere kendileriyle baş başa kalır.Güz Dönümü’nü özgün kılan tam da budur. Irkçılık meselesini yaşamı boyunca bir beyaz sorunu olarak gören Kelley, Güz Dönümü’nde siyahilerin yaşamını farklı sınıflara mensup beyazların gözünden, onların gözlemlerine dayanarak aktarır. Siyahilerin sesleri yalnızca diyaloglarda görünür, metin boyunca hiçbiri dile gelmez. Dolayısıyla okur, tüm diğer siyahlarla birlikte Tucker Caliban’ın da zihnindeki düşünce ve tasarıları doğrudan öğrenemez. Oysa kurgunun kilit noktasını tam da bu oluşturur./Archive/2021/3/29/184608230-4-.jpgKUŞAKTAN KUŞAĞA İNTİKAM DUYGUSUKelley Amerika’daki ırk ilişkilerini her boyutuyla aktarabilmek için alternatif tarih anlatılarına da başvurur. Karakterlerinin yolculuğunu, kurduğu kuşaklar arası bağlarla beslerken, “intikam” duygusunun kuşaktan kuşağa sessizce aktarıldığını ve asla sönmeyeceğini vurgular. Akıbetin ve iradenin siyahlar tarafından tekrar ele geçirilişi, kendi kaderlerini tayin hakkını kazanışları yalnızca bu hayali eyaletin beyaz sakinlerini değil, her kuşaktan okuru sarsacak ürkütücü yoğunlukta bir gerçekliğe bürünür.M. Barış Gümüşbaş’ın dilimize kazandırdığı, Ahmet Birsen editörlüğünü üstlendiği Güz Dönümü, yapıtları son yıllarda pek çok dile çevrilmiş, “Amerikan edebiyatının kayıp devi” olarak nitelendirilen Kelley’e hak ettiği değeri nihayet kazandıracak nitelikte bir ilk roman.Güz Dönümü / William Melvin Kelley / Çeviren: M. Barış Gümüşbaş / Sel Yayıncılık / 210 s. Mısra GökyıldızBu toprağın kadınları...
Bu toprağın kadınları... Zine’nin öykülerinin hepsi kadın, hepsi hayat. Bazısı çok yakın bazısı uzak coğrafyalardan. Kimi başında yazması, kimi sırtında astragan’ı, kiminin elinde ihanetin kırmızı şalı, kiminin kitabı ama hepsi kendi adının sahibi. Yaşar Seyman’ın Zine’si, bir balad, bir şarkı, bir mektup. Hem bir yazar kurgusu, hem bir siyasetçinin insan algısı ve bir aktivistin coşkulu sesi var. Hüzünlü ama umutlu ve sevda dolu. /Archive/2021/3/29/184313154-ic1.jpgFarsça ve Arapçanın ortak sözcüğüdür Zine; Anadolu’ya göçüp bu toprağın kadınlarına ad olurken, kâh ziynet (zinet) kavramındaki mücevher anlamını taşır, kâh zinde kavramındaki hayat anlamını. Her dilin son ünsüzü olan “Z”yi dille diş arasından sonsuzca çıkarabilmemiz ise hem hayat’a hem mücevhere yakışmış ve elbette kadın adı olmaya en uygun sözcük olmuştur.Zine’nin öykülerini ilgiyle okudum. Hepsi kadın, hepsi hayat. Bazısı çok yakın bazısı uzak coğrafyalardan. Kimi başında yazması, kimi sırtında astragan’ı, kiminin elinde ihanetin kırmızı şalı, kiminin kitabı ama hepsi kendi adının sahibi.HAKSIZLIĞA ÇIĞLIK!Seyman kalemini üçlü bir sacayağının harlı ateşinde ısıtan bir yazar. Sacayağının biri sendikacılığı, biri siyasetçiliği, üçüncüsü ise kadın hakları aktivistliğine adanmış yılları. Bu üçü de başkasına ses, haksızlığa çığlık, haksıza engel olan alanlar.Yaşar Seyman hepsi zorlu bu mücadele meydanlarından geçerken belli ki kalemini hep cebinde taşımış. İnce uçlu, renkli mürekkepli, insan sevgisiyle coşan, dost ihanetiyle kırılan bir kalem. Sendikacı Seyman haksızlığı görmüş, siyasetçi Seyman çözüm aramış, kadın hakları aktivisti Seyman dünya kadınları tanımış ve yazar Seyman “Ömür Yoldaşım” diyerek başlamış Zine’nin ilk öyküsünü, ömür yoldaşı kalemine adamış. “Onlar, elinde kalemi az olanlardır ama onlar kalemi doğru olana inananlardır” .Bu cümleler akla Şair’in dizelerini getiriyor: “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar ve kahreden ve yaratan onlardır” Doğrudur, onlardır bütün öykülerin başkişisi ve kitaba adını veren Zine’nin kız kardeşleridir. Burada ve dünyanın her yerinde aynı kadınlardır. Yazgının alınlarındaki çizgisi, ellerindeki aşiret simgesi kına kadar çıkmaz bir kalemle kazınmıştır.DİLSİZ ZİNE!Bu anı-öykülerde, anlatıcı da gözümüze dimdik bakar, anlatılan kadınlar da. Bazıları hâlâ kurtlarla koşar ama çoğu çoktan unutmuştur koşmayı. Kitaba adını veren Zine; bir dilsiz kadındır, laldır, konuşamaz, ağzından ses, dilinden söz çıkmaz. Adı bir ironi gibi Zine/hayat olsa da acının ve ölümün yoldaşıdır, çığlığını içine haykırır, utanır, üzülür ama direnir, hayata katılır. Konuşamaz ama dinler, söyleyemez ama alfabe öğrenir. Bu yüzdendir Zine öykülerdeki kadınların ortak adıdır.Yazar bir derin hafızadır. Her sözün ve nesnenin çağrışımıyla okuru peşine takar, Sim dağının ardındaki kentten gelen kadının sesiyle umutkondu semti’nde durur, Gülperçem’in dövmesinde anlam bulur, kekik satan Nine ile soluklanır. Mademki duydukları ve dinledikleri aklında bir dövme gibi kazılıdır alır kalemi, yazar./Archive/2021/3/29/184343685-kapakic2.jpgDÖVME!Dövme, aslında bir kadın süsü bir kadın imgesi, bir kadının sessizliğin içinden gelip sizinle konuşması değil midir. Kadının yürüyüşünün, gülüşünün, her deviniminin gözaltına alındığı coğrafyalarda dövme, ne denli güçlü bir varlık işaretidir. Asla silinmeyecek bir şekli deriye kazımaktır. Var olmak, görünür olmak ihtiyacının en güçlü dışa vurumudur. Dövme, insanın tarihi kadar eski ve her yerde aynı ihtiyacın karşılığıdır.Yaşar Seyman dövmeyi Ugandalı sendikacı İrma üzerinden anlatırken kadraja Gülperçem girer. Sevdiğinin adını iki göğsünün arasına kazdıran, inatçı, sevdalı Gülperçem. O, korkunç bir öfkenin kadınıdır. Kimliksizliğine ve yok sayılmasına duyduğu öfkeyle yaşar.Peki; “öfke” nedir; Seyman’ın kalemi hemen soyutlamaya, kavramı temellendirmeye girişir. “Ondaki öfkeyi sevmedim. Oysa öfkeyi severdim. İnsana dinamizm kazandırdığını düşünürdüm” der. Yazar; bunu her öykü de yapacak, konunun kendindeki izdüşümünü de yazacaktır. “Şükretmek, isyan, tutunmak, dünyayı değiştirmek, gerçekleştirmek” sorguladığı ve kendindeki karşılığını aradığı kavramlardır.YAMAN BİR İÇ HESAPLAŞMASeyman dinlediği kadınların öykülerine ve kendi gerçeğine aynı dikkatle bakar. Kapağında anı-öykü yazan Zine; yaman bir iç hesaplaşmadır ve kendi kalbinin üstündeki dövmeyi ifşa etmenin tam zamanıdır. “justitia vitrim regina (adalet erdemlerin kraliçesidir.)Edebiyatın yumuşak gücü, dövme yapılırken duyulan acıyı, gözükara Gülperçem’in hışmını, yakın tarihi olaylarını sisli bir dille anlatır sonra araya edebiyat girer, acıyı unutmaya davet eder. Okulsuz, elektriksiz bir köyde, 12 yaşında evlendirilen Gülbahar’ın acısı; derdini denize döken yaşlı kadının gözyaşına karışır, belki fonda “Sarı Gelin” duyulur. Hayat, edebiyata karışır, anılar okurun malı;, öyküler, edebiyat sosyolojisi için bir kanıt ve belge olur.‘YÜZ AKI BÜTÜN KADINLARI PARÇALADIK!’Öykü kadınlarının çoğunun zihni kıskançlıkla doludur. Yazar; “ruhları yaralı kadınlar” der onlara ve metni, eleştirel söylemle geliştirir. İletiyi finalde verir. “O parçaladığınız kadın bu akşam masamızda olsaydı dünyayı konuşuyor olurduk. Oysa biz ne yaptık, başarılı ve ses duvarını aşmış, Türkiye’nin yüz akı kadınlarından birini parçaladık. Yani yüz akı bütün kadınları parçaladık.”Öyküye dönüşmüş bütün bu anılar belli ki yazarın kişisel tarihinde dönüm noktaları, farkındalık eşikleridir, kendi kutup yıldızlarına selamlar gönderir. M. Luther King’ten R. Luxemburg’a, Montessori’den Beavoir’e bir portreler galerisi önümüzde açılır.Yaşar Seyman’ın Zine’si, bir balad, bir şarkı, bir mektup. Hüzünlü ama umutlu ve sevda dolu. Coşkuyla biriktirdiği anılar, tanıdığı insanlar, tanık olduğu olaylar... Orada, hem bir yazar kurgusu hem bir siyasetçinin insan algısı ve bir aktivistin coşkulu sesi var. Zine’ de bir hayatı okuyoruz öykü lezzetinde.Zine / Yaşar Seyman / Bilgi Yayınevi / 240 s. /2020. Çiğdem ÜlkerOpera başyapıtıTurandot’u okumak...
Opera başyapıtı Turandot’u okumak... Turandot adı “Turan’ın kızı” anlamında bir tamlamadır. Yapıtın çevirisini “Turankızı/ Çin Prensesi Turandot” başlığıyla sunmak hikâyeyi meydana getiren “öz”e sadık kalan bir çevirmen kararına işaret ediyor. /Archive/2021/3/29/184126249-ic1.jpgPadova’lı tiyatro yazarı Kont Carlo Gozzi’nin 1762 yılında kaleme aldığı düzyazı oyunu Turandot’tan yola çıkan Friedrich Schiller 5 perdelik manzum bir versiyon kaleme alır. 1801’de tamamlanan yapıt 1802’de Weimar Saray Tiyatrosu’nda sahnelenir.Schiller’in yapıtı özenli bir çeviri ve duru bir Türkçe’yle geçtiğimiz günlerde Kaynak Yayınları tarafından basıldı. Çevirmenler Senar Ülger ve Selçuk Ülger’in de sunumda belirttikleri üzere “Turandot” bir doğu masalı ve masalın başkişisi Çin Hanı’nın kızının adını taşıyor.Farsça “docktar” (kız) ve “Turan” (Türk yurdu, Türkistan) sözcüklerinin bir araya gelmesiyle (Almanca Turantochter) oluşan Turandot adı “Turan’ın kızı” anlamında bir tamlamadır. Yapıtın çevirisini “Turankızı/ Çin Prensesi Turandot” başlığıyla sunmak hikâyeyi meydana getiren “öz”e sadık kalan bir çevirmen kararına işaret ediyor. Çevirinin bir diğer başarısı da okurda bıraktığı etki.Gelelim bir çırpıda okunan bu akıcı şiirin ne anlattığına. Opera severlerin dışında, edebiyat meraklıları için de okumaya değer bu yapıt romantizmin erken dönem izleklerinden akıl ve ruh ikiliğini, Turankızı’nın üstün duruşuyla maskelemeye çalıştığı bir çatışma şeklinde merkeze alır.Öte yandan Turankızı’nın babası Efsanevi Çin Hakanı Altun’un sarayında görevli Başvekilin Commedia Delle Arte’den Pantalone’nin adını taşımasıyla uyanan anakronik çağrışım okurun dikkatinden kaçmaz.Hikâye’nin akışında sergilenen dolaplar / kurnazlıklar / oyunlar Avrupa tiyatrosunun “Fars” geleneğiyle buluşurken, Timur Han’ın oğlu Astrahan prensi Kalaf’ın dünyalar güzeli Turankızı’nın kalbini çalmasıyla; kızın bu akıllı ve hoş kahramanı denediği bilmecelerle Binbir Gece Masalları’nın kapısı da aralanır./Archive/2021/3/29/184137374-kapakic2-.jpgBAŞKALDIRAN TURANKIZIBöylece Avrupa ve Doğu edebiyatlarının geleneksel türlerini bir araya getiren yapıt Turankızı’nın Kalaf’ı sınamaları sırasında devreye giren sağduyulu baba, divan bilginleri, köle kadınlar, Harem ağası gibi yan kişilerin kişisel tasarıları, kendi “ajandaları”yla örülü hareketli bir hikâyeyi anlatır.Zeki, kendine güvenen ve alışılmış değerlere başkaldıran güzel Turankızı’nın dediğim dedik, inatçı kişiliğinin çevresinde kurulan olay örgüsü tüm bu kişilerin kâh akıl veren manipülatif söylemleri kâh sağduyu talep eden sözleri olay örgüsü ilerledikçe dalgalana dalgalana Baktinyen polifoni’ye açılır.Kişiler duruma ve Turankızı’nın tutumuna göre sürekli yön ve söylem değiştirirken okuru da giderek hareketlenen bir eylem alanında peşlerinden sürüklerler. Oyunun sonuna doğru Turankızı’nın kaya gibi direnci bile yılankavileşir; Barok’a özgü bir değişkenlik, oynaklık (inconstance) hissedilmeye başlar.Schiller’in oyunu yalnızca kişilerinin kişisel kaygılarıyla dalgalanan söylemleriyle değil, uzak coğrafyaları Batılı akıl ve Doğulu duyumsayışla kurgulayarak birden çok yazınsal anlatının sesini barındırması açısından da çokseslidir. Keyifle okunacak bir yapıt.Turankızı. Çin Prensesi Turandot / F. Schiller / Çevirenler: Saner Ülger-Selçuk Ülger / Kaynak Yay. / 166 s. / 2020. Nedret Öztokat KılıçeriKurtuluşun gerçek kahramanları
Kurtuluşun gerçek kahramanları Ağlama Smyrna Döneceğim ve Smyrna’nın Gözyaşları’nın ardından kaleme aldığı Smyrna’nın Yazgısı, Gülseren Engin’in üçlemesinin son kertesi. Engin, bu romanında, İstanbul’un işgalini, TBMM’nin kuruluşunu ve Kurtuluş Savaşını pek çok isimsiz kahramanın destansı hikâyeleriyle dile getirirken, savaşta etkin görev üstlenmiş gerçek kahramanları da romana ustalıkla katıyor. /Archive/2021/3/29/183936406-ic1.jpg‘SMYRNA’NIN YAZGISI’Gülseren Engin, yakın tarihimize ayna tutan yazar başarılı bir roman yazarı olmasının yanı sıra ciddi anlamda iyi bir araştırmacıdır da. Yorgun ve Yaralı isimli romanında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde geçen tutkulu bir aşk hikâyesinin yanı sıra savaşla, göçlerle topraklarından ayrılmak zorunda kalan insanları, bu bağlamda açlık ve yoksulluk içinde yaşam savaşı veren kadınları, Çanakkale’de Süveyş’te, Bağdat önlerinde savaşarak tükenmiş bir imparatorluğun yorgun ve yaralı insanlarını anlatmıştır.SMYRNA’NIN GÖZYAŞLARI VE YAZGISIYorgun ve Yaralı romanıyla savaş düzleminde buluşan Ağlama Smyrna Döneceğim, üçlemenin ilk romanı. 23 Şubat 1914’te İzmir’i işgal etmeyi planlayan İngilizlerin Kösten (Uzunada) Adası’nı ele geçirme girişiminde evleri bombaların hedefi olan Balıkçı Bedros ve ailesinin adayı terk etmek zorunda kalışlarını anlatan bölümle başlar. On altı Yunan gemisinin destekçileri muhriplerle, işgal etmek üzere Körfeze girerek, İzmir’e doğru ilerlediği 14 Mayıs 1919’da biter.İkinci kitap Smyrna’nın Gözyaşlar, Ege’de Kuvayı Milliye’nin kuruluşunu, halkın ve efelerin Yunan ordusuna direnişini kimi isimsiz kahramanlar aracılığıyla anlatır. Son kitap Smyrna’nın Yazgısı’nda ise İstanbul’un işgalini, TBMM’nin kuruluşunu ve Kurtuluş Savaşını pek çok isimsiz kahramanın hikâyeleriyle dile getirirken, yine savaşta etkin görev üstlenmiş gerçek kahramanları da romana ustalıkla katıyor.Roman, 8 Ekim 1919’da Smyrna’nın Nikos tarafından kaçırılmasıyla başlıyor. Kösten adasında yoksul bir balıkçının kızı olan Smyrna’ya daha önce tecavüz edip kaçırmış, sonra da nikâhına almıştır. Evlendikten bir süre sonra ise Smynra’yı Avrupalı zenginlere pazarlamıştır.Smyrna bir süre sonra ailesinin yanına kaçmış, ancak Nikos izini sürerek Smyrna’nın anne ve babasını öldürüp onu yeniden tutsak etmiştir. Nikos’un Smyrna’yı kaçırıp tutsak etmeleri sürmüş, daha sonra Türk denizci subayı Çakır Osman, Smyrna’yı kurtararak onunla evlenmiştir. Smyrna, Yüzbaşı Çakır Osman’la evlendikten sonra Müslüman olmuş ve Suna adını almıştır. Hastanede hemşire olarak çalışmaya devam etmektedir./Archive/2021/3/29/183952531-ic3.jpgİŞGAL, BÜYÜK MİLLET VE DİRENİŞ!Bir yanda savaş tüm hızıyla devam ederken, diğer yandan kurgulanmış kişiler gerçek olayların içinde gerçek kahramanlarla yer alırlar. Nikos’un elinden kurtulan Smyrna da Efe kadınların arasına katılır, Sırma Efe adını alarak savaşın içinde yer alır. Kahraman kadınların arasında Nakiye Hanım, Asker Saime Hanım, Gördesli Makbule, Erzurumlu Kara Fatma, Çete Ayşe gibi kadın efeler vardır. Smyrna da kadın efelerle birlikte Ankara’ya gider.Romanda işgal edilen Anadolu şehirlerinin ve kasabalarının düşmana karşı savunulması, Kuvayı Milliye hareketi, direnişler roman bütünlüğü ve kurgusu içinde kronolojik bir izlekte yansıtılıyor. İşgal edilen şehir ve kasabalardaki mücadele ve zafer; savaşın, direnişin hemen her cephesi ve her evresiyle veriliyor.TARİHİ BİR NEHİR ROMANKaynaklara hatta kimi belgelere dayanılarak kurgulanan roman, geniş bir zaman dilimini içermesiyle ve kalabalık bir kişi kadrosuyla nehir roman özelliği gösteriyor. Yine yakın tarihimizde gerçekleşen olaylar bütününü yansıtması açısından tarihi roman olarak da nitelenebilir.Romanda özellikle kimi belgelere de yer veriliyor. Sözgelimi İstanbul’un işgalinin anlatıldığı bölümde Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal’den gelen telgraflar, yazışmalar yer alıyor. İstanbul’un Kanlı İşgali (16 Mart, 1920) bölümünde şöyle açıklanıyor:“Paşa aynı zamanda Antalya’daki İtalyan Telgrafhanesi aracılığıyla bütün dünya ülkelerine protesto mesajları gönderiyor, ayrıca valiliklere, kumandanlıklara telgraf göndererek bütün vilayetlerde işgali protesto eden mitingler düzenlenmesini, bütün dünya ülkelerine protesto telgraflarının yine İtalyan telgrafhanesi aracılığıyla gönderilmesini emrediyordu. Bununla da kalmıyor, karadan, denizden Anadolu’ya girecek kişilere dikkat edilip kötü niyetlilerin tutuklanmasını istiyordu.”/Archive/2021/3/29/184007921-kapak.jpgEDEBİ BİR ANLATIMLA KURTULUŞ SAVAŞIYazar, Kurtuluş Savaşını salt tarihsel yönüyle değil aynı zamanda edebi bir anlatımla, başarılı betimlemeleriyle söz oyunlarıyla; kişileri, olayları ve çevreyi canlı kılıyor. Gülseren Engin’in romanı, olay örgüsünün ve kurgusunun sağlamlığının yanı sıra açık, çapaksız, akıcı dili ve anlatımıyla da başarılı:“Karanlık, çok karanlık bir geceydi. Pusu kokuyordu rüzgâr ve sokaklardan kan sızıyordu.” / “Kurşun renkli sular dalgalıydı. (…) Boğazı geçerken güçlenen buz gibi rüzgâr içine işliyordu. Güneş yeni doğmuş olmalıydı; ama gökyüzü boz bulutlarla ağırlaşmış, kentin üzerine alçalmıştı ve gün ışığı aradan sızamıyordu. Halide olabildiğince kuytu bir yere oturmuştu; ama soğuktan büzülmüş, titriyordu. Son günlerde yaşadıklarını düşünüyordu.”Smyrna’nın Yazgısı’yla sonlanan bu üçlemenin (Ağlama Smyrna Döneceğim, Smyrna’nın Gözyaşları) hem zor bir konuyu, yorucu bir araştırma ve çalışma ile roman türüne uygun duruma getirmesi, hem de ulusça yeniden var olmamızı sağlayan Kurtuluş Savaşı utkumuzun anlatılması açısından önemli bir roman.Ayrıca bu romanların Ege halkına bir armağan olduğunu düşünüyorum; çünkü onlar Yunan işgalini ve zulmünü dört yıl boyunca bizzat yaşadılar. Yine de dimdik ayağa kalkıp kadın erkek silahlanarak direndiler ve Milli Ordu kurulana dek Yunanlıları Ege’de durdurdular. Böylece Mustafa Kemal Paşa ve Hükümetine ordu kurmak için zaman kazandırdılar. Canları pahasına….Özellikle yakın tarihimizin bu önemli dönemini okuyup anlamanın ne denli gerekli olduğunu düşündüğümüzde Gülseren Engin’in çok değerli bir hizmeti gerçekleştirdiğini görürüz. Kendisini kutluyorum.Smyrna’nın Yazgısı / Gülseren Engin / Remzi Kitabevi / 414 s. / 2020. Filiz GülmezRomain Gary nerede?
Romain Gary nerede? Bazı yazarlar bir insan ömrüne geldiklerinde orada yer eder, hiç gitmezler. Kitaplığınızda bir konuk değil, iyiden iyiye kendilerine yer yurt edinmişlerdir. /Archive/2021/3/29/183739970-kapakic1.jpgROMAIN GARY DİYE BİRİ!Öyle ki; artık o uzun yolculuklar bitmiş, yerleşik düşünceye dönüşmüştür aranızdaki her şey. Evet, her şey… Öyküleri, yaşanmışlıkların, getirdikleriyle, tanıklıklarıyla, izdüşürmeleriyle okuma dünyanızın bir parçasıdırlar artık. Ve aranızda iklimsel bir bağ vardır. Romain Gary, kendi payıma bu soy yazarlardan biri.Yüzümü nereye dönsem karşıma çıkan bir anlatıcıdır. Tanıştığımız yaz, Cennetin Kökleri’ni (1989) çeviriyordu öykücü Gülderen Bilgili. Buluşup söyleştiğimiz günlerde ara ara Romain Gary’den söz ederdi.Emile Ajar adıyla yayımladığı Onca Yoksulluk Varken’i konuştuğumuzda, Attilâ İlhan’dan dinlemiştim ilkin Gary’nin romancılığını. André Malraux, Jorgé Semprun adlarının yanına koyuyordu onu da dönemin Avrupa romanında.Attilâ İlhan, çevresindeki genç yazar adaylarına kendi yazarlarından söz etmeyi sever, hatta okumaya da yöneltirdi. Gülderen Bilgili’nin de bu romanın çevirisine ilgisi biraz bundandı. Erdal Öz’ün de ısrarıyla bu roman Türkçeye kazandırılmıştı.Cennetin Kökleri hem okurunu şaşırtan, hem de Romain Gary’nin romancılığını ve yaşamını merak ettiren bir romandır.Semprun ve Gary okumalarımda biraz da Attilâ İlhan’ı, onun romancılığını görür gibi olmuştum.Bu üçlüyü, hatta Malraux’yu da yan yana getirdiğimizde; roman yazan, düşünsel iklimlerde gezinen bir yazar için ivme olabilecek “dört as” olarak görebileceğimizi söyleyebilirim./Archive/2021/3/29/183747485-ic2.jpg“Zamanın ruhu” kavramını yaşadıkları çağın tanıklıklarıyla yansıtmaları sanırım en belirgin ortak yanları.“Yeni roman” düşüncesinin egemen olduğu yıllarda; “başka roman” yazma, hatta bunu da adlandırmadan yazma eylemleri de birbirine denk düşer.Attilâ İlhan’ın yolunun her biçimde de Semprun / Malraux / Gary’le kesiştiğini düşünürüm.Gary’den ilkin Cennetin Kökleri’ni okumak, sanırım onun romancılığını keşif, roman düşüncesini anlamak için iyi bir başlangıç.Biletiniz Buraya Kadar, Koca Tembel, Kadının Işığı, Yıldızyiyiciler’den sonra Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı’ya geçiş; artık onun Romain Gary olma, yazarlığını oldurma öyküsünün (özellikle annesi Nina Kacew’in oğula adanışının) tanığı olmanız; size, yazıda yaşamın ne denli önemli olduğu gerçeğini de anlatıyordu.Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı her ne kadar özyaşamsal anlatı/roman olsa da; eninde sonunda bir kurmaca.Gary, bize, yaşanan bir hayatın kurmacaya nasıl dönüşebileceğini de anlatır aslında. Tıpkı, yıllar sonra, onun eşi Jean Seberg’le yaşadığı tutkulu aşkı Diana: Yalnız Avlanan Tanrıça anlatısında romana dönüştüren Carlos Fuentes’in de yaptığı gibi.Kurmaca anlatı, hayatların kesişme noktalarıyla oluşur. Orada elbette ki anlatıcının bilinci/bakışı ve yaşamı vardır. Yaşamsız kurmaca ne mümkün sonra!İşte bu soy yazarlar bize kurmacayı kurmaca kılanın ne olduğunu anlatan, gösteren; hatta öğretendir./Archive/2021/3/29/183758501-ic3.jpgBİYOGRAFİK ROMAN YAZMAKBay Piekielny Adında Biri romanını okurken, ki buna biyografik-roman demek yerinde olur, kitabın yazarı François-Henri Désérable’ı merak ettim doğrusu.Romain Gary vari bir yazarı konu edinmek biraz da cesaret isteyen bir çaba. Gene de biyografi yerine kurguya seçmesi de onun merakı olabilir!Gary üzerine Dominique Bona’nın yazdığı biyografiyi okurken, bu ilginç edebi kişiliğin yaşam yolunun dehlizlerine girmek romanları kadar merak uyandırıcı gelmişti bana. Bir bakıma Bona, iyi bir biyografinin nasıl yazılabileceğine dair ipuçları da veriyordu yapıtında.Benim için ikna edici olan ise şuydu: İyi bir biyografinin ancak o sanatçı göçüp gittikten, hayatını/yapıtını tamamladıktan sonra yazılabilirliği. Yaşanmış bitmiş bir hayat…Biyografi ya da kurmaca yazarı artık kendi sözüyle o hayatı yeniden tümlemeyi göze alır. Bir bakıma parçaları bütünleştirmeye çalışır.Bona’nın, yazdığı biyografideki çıkış noktası anlatıcının kurmaca yapıtlarıdır. Onlardan iz sürerek Gary’nin yaşamına, anlatı dünyasına açılır. Tanımlar getirmez; onu anlamaya, açıklamaya, hatta tanıtmaya çalışır. Öyle ki; bir yerde de şunu diyecektir Bona: “Gary, oyuncu, dümenci, gözüpek bir hilecidir, başarının güldürüyle ilerleyeceğini deneyimleriyle bilmektedir.”Gary, bunlarla da yetinmeyen bir anlatıcı, yaşam gözlemcisidir aynı zamanda. Yani dönüştüren bir anlatıcı. Ona 1956’da Concourt Edebiyat Ödülü’nü getiren Cennetin Kökleri bize Morel’in öyküsüyle bambaşka bir dünya sunar. Trajedinin hayatın her yerinde, her çağda nasıl biçimlendiğini; Alman faşizmiyle Afrika’da fillere yapılanın ne olduğunu da okurun algısına taşıyarak gösterir.Ötede ise Kadının Işığı’nı yazarken, aşkı/kadını Jean Seberg için adeta bir “ağıt” kurar. Bir bakıma onun trajik öyküsünü, aşkın aşkınlığını anlatır burada da./Archive/2021/3/29/183811563-ic4.jpgBİR BAŞKA BAKIŞLARomain Gary’nin öyküsü şaşırtıcıdır, bir o kadar da romanlıktır! Anne Nina Kocew, adeta onun yaşamsal yazgısı yaşama ivmesi olmuştur. Ender görülen bir ana-oğulun adanış öyküsüdür onlarınki.Yüzyılın başında, Polonya Yahudisi olarak sürgünden sürgüne giderek gelip Fransa’nın güneyinde Nice’te göçmen yaşamayı seçen Nina ile Romain, kendilerine yeni bir yurt edinmişlerdir artık. Bütün dertleri ayakta kalarak bu yere tutunmaktır. Nina, oğluna adamıştır kendini, öngörülüdür de; ileride onun yaşam çizgisini bilmektedir.François-Henri Désérable, Bay Piekielny Adında Biri romanında Romain Gary’nin izini sürer. Onun “Romain Kacew” olarak başlayan (Polonya/Wilno/Vilnius) öyküsünün ardına düşer.Bir tür kurmaca yolculuğudur bu.Bir anlatıyı okurken kendinleştirmek; oradan hem kendine hem de anlatıcının anlatıcılığına bakmak…İşte Désérable, Romain Gary anlatılarıyla çıktığı yolculuklarda ilkin bunu yapıyor. Sonrasında ise onun “hikâye”sinin ardına düşüyor.Eğer Şafakta Verilmiş Sözün Vardı’yı okuduysanız, Romain ile annesi Nina’nın birbirine bağlı/adanış öyküsünü hatırlarsınız, hatta “Bay Piekienly”nin ordaki imgesini…“Wilno’da, Grande Pohulanka Sokağı 16 numarada Bay Piekienly diye biri yaşardı…”Romain Kacew’in öyküsü işte oradan başlıyordu. Annesi Nina’nın ona dair düşleri, beklentileri de…Her yaşam bir kurmacadır, işte Romain Gary de bize bunu en iyi anlatanlardan biridir sevgili okurum. Hem yaşadığı, hem de yazdıklarıyla./Archive/2021/3/29/183747485-ic2.jpgOkuma ÖnerileriRomain Gary:• Cennetin Kökleri; Çev.: Gülderen Bilgili, 1989, Metis Can Yay., 448 s.• Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı, Çev.: Alev Er, 2012, Agora Yay., 402 s.• Kadının Işığı, Çev.: İsmail Yerguz, 1996, Can Yay., 108 s.• Koca Tembel, Çev.:Müntekim Ökmen, 1997, Can Yay., 167 s.• Biletiniz Buraya Kadar, Çev.: Aykut Derman, 19988, Can Yay., 204 s.• Dominique Bona, Romain Gary; Çev.: Ertuğrul Efeoğlu, 2017, Tefrika Yay., 439 s.• François-Henri Désérable, Bay Piekielny Adında Biri; Çev.:Aylin Yeğin, 2020, Can Yay., 240 s.• Carlos Fuentes, Diana: Yalnız Avlanan Tanrıça; Çev.: Pınar Kür, 1996, Can Yay., 208 s.• Maurice Guichard, Jean Seberg; Çev.: Ender Bedisel, 2010, Agora Yay., 223 s. Feridun Andaç / Cumhuriyet Kitap Eki