Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Thursday, 07.17.2025, 12:57 PM (GMT)

News - Haberler

Dünya SağlıkÖrgütü, koronavirüs salgınının bitmesi beklenen tarihi duyurdu

Dünya Sağlık Örgütü, koronavirüs salgınının bitmesi beklenen tarihi duyurdu Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa Bölge Direktörü Dr. Hans Kluge, yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınının 2022 yılının başlarında biteceğini söyledi. Danimarka devlet yayıncısı DR'ye açıklamalarda bulunan Kluge, 2021 yılının da Covid-19 yılı olacağını, ancak 2020 yılına göre daha temkinli ve yönetilebilir olacağını vurguladı.Kluge, en kötü senaryonun geride kaldığını, virüsün ilk yayılmaya başladığı 2020 yılına göre virüs hakkında daha fazla bilgiye sahip olunduğunu belirtti.Covid-19 salgınında yaşanan gelişmeleri hiç kimsenin önceden bilemeyeceğini vurgulayan ve kendi tahminini açıklayan Kluge, "2022'nin başında salgının sona ereceğini düşünüyorum." dedi.Kluge, "Virüs olmaya devam edecek, ancak kısıtlamalara ihtiyaç olacağını düşünmüyorum. Bu iyimser bir mesaj." ifadelerini kullandı.MUTASYONLAR NORMALCovid-19'un mutasyona uğramasını da değerlendiren Kluge, mutasyonların normal olduğunu ve virüsün bulaştığı kişiye uyum sağlamaya çalıştığını ancak mutasyonların hızlı yayılmasının kendilerini endişelendirdiğini anlattı.Kluge, Covid-19'un mutasyona uğramış daha hızlı yayılan türlerinin hızından dolayı Covid-19'a karşı geliştirilen aşıların ne kadar efektif olduğunu çok sıkı takip ettiklerini, gerek görülmesi halinde aşıların yeni mutasyonlara göre düzenlenebileceğini ve mutasyonlar için temelden aşı üretmeye gerek olmadığını söyledi.Mutasyonların virüsü kontrolden çıkarmayacağının altını çizen Kluge, ancak sağlık sistemleri baskı altında olan ülkelerdeki sağlık sisteminin, daha fazla baskı altında olabileceğini, bu yüzden mutasyonları çok ciddiye aldıklarını kaydetti.En büyük sorunun ise aşı olanların, aşı olmayanlarla aynı ortamlarda bir araya geldiğinde yaşanacağına dikkati çeken Kluge, zaman çizelgesinin çok önemli bir faktör olduğunun altını çizdi.Kluge, "Hız şu andan itibaren en iyi dostumuz. Her şey tempoya bağlı. Hız can kurtaracak ve ekonomiyi koruyacak ve sonunda da mutasyonları frenleyecek." ifadelerini kullandı. AA

Bilim insanlarıölüm oranıyüzde 75'e varan yeni bir salgın riski konusunda uyardı

Bilim insanları ölüm oranı yüzde 75'e varan yeni bir salgın riski konusunda uyardı Yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgını dünyayı kasıp kavurmaya devam ederken bilim insanları, ölüm oranı yüzde 75’leri bulan yeni bir salgını tetikleyebilecek Nipah virüsü tehlikesi konusunda uyardı. İngiliz The Sun gazetesinin haberine göre, ABD’deki Kentucky Üniversitesi’nin Moleküler ve Hücresel Biyokimya Bölümü Başkanı Dr. Rebecca Dutch, Nipah virüsünün (NiV) bir sonraki salgına ‘kesinlikle’ neden olabileceğini, bu virüsün ölüm oranının yüzde 45 ila 75 arasında değişebildiğini ve bunun Covid-19’daki orandan çok daha yüksek olduğunu belirtti.Diğer yandan Dr. Melanie Saville, dünyanın şu ankinden çok daha kötü olabilecek ‘çok büyük’ bir salgına hazırlanması gerektiği konusunda uyardı.Çevreci yazar ve hayvan kaynaklı hastalıklar uzmanı John Vidal ise insanlığın Kara Veba çapında yeni bir pandemiyle karşı karşıya kalabileceğini öngördü.Yazar, “Hava yolculuğunun ve küresel ticaretin yaygınlığı dikkate alındığında, virüs haftalar içinde semptomsuz taşıyıcılar aracılığıyla tüm dünyaya yayılabilir ve ülkeler sınırları kapatıncaya kadar on milyonlarca insanı öldürür” öngörüsünde bulundu.Şiddetli beyin ödemi, nöbetler ve kusma, Nipah virüsü hastalığının semptomlarından sadece bazıları. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre hastalık semptomsuz seyredebiliyor, ayrıca ciddi solunum problemlerine ve ensefalite (beyin iltihabı) yol açabiliyor.Nipah’ın kuluçka süresinin 45 güne kadar uzayabilmesi, bu süre zarfında bulaşmanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin bilinmiyor olması bilimcileri endişelendiriyor. Nipah’ın çok sayıda mutasyona uğrayabildiği ve bu şekilde yayılmasının hızlandığı biliniyor.Nipah’ın hem yarasalar hem de virüslü mango yiyen domuzlar tarafından insanlara bulaşabiliyor. 1999'da virüs nedeniyle, salgını önlemek amacıyla bir milyondan fazla domuz itlaf edilmişti.DSÖ’nün insanlık için en tehlikeli virüsler listesine dahil ettiği Nipah virüsünü önleyebilecek aşı ya da tedavi edebilecek ilaç henüz yok. İlaç şirketleri, virüsü tedavi edebilecek ilaç geliştirmeye yönelik henüz bir proje sunmuş değil. Nipah’a karşı semptomatik yoğun tedavi kullanılıyor. cumhuriyet.com.tr

İran nükleer tesislerinde‘baskın’denetim iznini kaldırıyor

İran nükleer tesislerinde ‘baskın’ denetim iznini kaldırıyor Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran ile nükleer tesislerdeki denetimlerine üç ay daha devam edebilmek için anlaştı. Fakat aceleyle yapılan bu anlaşma, ajansın baskın denetimler yapma iznini kaldırdı. ReutersKasım ayında İran'ın nükleer programındaki üst düzey isimlerden Muhsin Fahrizade'nin öldürülmesi gerilimi artırmıştıUluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran ile nükleer tesislerdeki denetimlerine üç ay daha devam edebilmek için anlaştı.Fakat aceleyle yapılan bu anlaşma, ajansın baskın denetimler yapma iznini sonlandırdı.İran bu kararı ABD'deki Joe Biden yönetiminin, Donald Trump'ın 2017'de geri getirdiği yaptırımları kaldırmaması sonucu aldıklarını söyledi.Bu üç aylık süreçte Washington ve Tahran'ın, yaptırımların kaldırılması için müzakere yapması bekleniyor.2015 yılında Çin, Fransa, Almanya, İran, Rusya, Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği İran'ın nükleer silah edinemeyecek bir şekilde nükleer program yürütmesi konusunda anlaşmış, bunun karşılığında da İran'a yönelik yaptırımlar kaldırılmıştı.Fakat Trump yönetimi 2017'de bu anlaşmadan tek taraflı çekilerek yaptırımları geri getirmişti.Bu kararın ardından İran, anlaşma sonucu yapmamayı kabul ettiği bazı nükleer faaliyetlerine geri dönmüştü.SON KARAR NE ANLAMA GELİYOR?Salı günü İran Meclisi'nde kabul edilmesi beklenen yasa, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun ani denetimler yapma imkanını elinden alacak.Bir haftadır Tahran'da müzakereler yürüten ajansın yöneticisi Rafael Grossi, "Bu yasa uygulamaya girince maalesef ek protokol sayesinde yaptığımız bu denetimler sonlanacak" dedi ve ekledi:"Tesislere erişimimiz daha zor olacak, bunu kabul etmemiz lazım. Ama yine de yeterli miktarda takip ve denetim yapabileceğiz."İran söz konusu denetimlerin yapılmasını 2006 yılında yasaklamış, 2015'te ise anlaşma sonucu tekrar izin vermişti.Bu denetimler İran'ın 1970 yılında imzaladığı bir BM anlaşması olan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması kapsamında yapılıyordu.İran geçen yıl ajansın iki denetim talebini aylar boyunca geri çevirdikten sonra izin vermişti.Daha az detayın incelediği rutin denetimler ise 2015'te anlaşıldığı şekilde sürecek.Rafael Grossi yeni anlaşmanın İran'ın tutumundaki değişikliği yansıttığını söyledi ve "İstikrarlı ve sürdürülebilir bir anlaşma için siyasi müzakereler gerekli, bu da benim karar verebileceğim bir konu değil" dedi.ANLAŞMA ÇOK DEĞERLİ BİR SÜRE TANIDIAnaliz: BBC Diplomasi Muhabiri Paul AdamsUluslararası Atom Enerjisi Ajansı yöneticisi Rafael Grossi bunun iyi bir sonuç olduğunu söylüyor.Bu anlaşma 2015'te imzalanan nükleer anlaşmayı hayata döndürme ve İran'ın nükleer faaliyetleri etrafındaki kriz halini sonlandırma potansiyeli taşıyor.İran'ın Salı günü çıkarması beklenen yasa ajansın denetim imkanlarını ciddi biçimde azaltacak olsa da bu yeni anlaşma, geçici süreliğine bazı denetimlere izin sağlamaya devam edecek.Anlaşmayı eleştirenler de olacaktır, özellikle 2015'teki anlaşmanın ve onu hayata döndürme girişimlerinin bir hata, anlamsız ve hatta tehlikeli olduğunu düşünenler arasında…Fakat Biden yönetiminin müzakere masasına dönme isteğini açıklamasından sonra varılan bu anlaşma taraflara çok değerli bir süre tanıdı.İRAN NEDEN ŞİMDİ HAREKETE GEÇTİ?İran kısa vadede ABD üzerinde baskı kurmak istiyor. Anlaşmanın diğer imzacılarına da ABD'nin petrol, bankacılık ve finans sektöründeki yaptırımlarını kaldırması için baskı yapıyor.Biden yönetimi ise ABD'nin bu anlaşmaya geri dönmesi için önce İran'ın anlaşmaya eksiksiz bir şekilde uyması gerektiğini söylüyor.İran'ın ruhani lideri Ayetullah Hamaney ise ilk adımı ABD'nin atması gerektiğini belirtiyor.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 21 Şubat Pazar günü İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile telefonda konuşmuş, ABD'nin anlaşmaya geri dönmesini beklediklerini söylemişti.ABD'nin anlaşmadan çekilmesiyle birlikte İran'ın da şartları yerine getirmemesi, nükleer bomba yapmasına olanak sağlayacağı nedeniyle endişeye yol açıyor.ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken geçen ayki konuşmasında İran'ın birkaç hafta içinde nükleer silah yapabilecek malzemelere erişmesinin mümkün olabileceğini söylemişti.Güncel İsrail tahminleri ise İran'ın nükleer bomba yapmasının iki yıl alabileceği yönünde. BBC Türkçe

‘Cinsiyet eşitliği dünyayınasıl kurtaracak?’

Türkçe Haberler En Son Başlıklar ‘Cinsiyet eşitliği dünyayı nasıl kurtaracak?’ “Catherine Mayer’in hayalini kurduğu ‘Eşitistan’ için dev kadınlar ya da adımlar gerekli değil; bu herkesin çözümün parçası olabileceği bir düzen. Üstelik Eşitistan ‘her zaman çevremizde ve içimizde”. Cinsiyet Eşitliği Dünyayı Nasıl Kurtaracak’ı; cinsiyet eşitliği hakkında bazı temel soruları cevaplamak adına bir adım atmak ve hayalini kurduğu eşit dünya ‘Eşitistan’ için çağrı yapmak üzere kaleme almış. /Archive/2021/2/22/002836647-ic1-.jpgEŞİT BİR DÜNYAYA DOĞRU!Catherine Mayer bir gazeteci, aynı zamanda Kadın ve Eşitlik Partisi’nin (Women’s Equality Part/ WE) kurucularından. Cinsiyet Eşitliği Dünyayı Nasıl Kurtaracak’I (İletişim Yayınları); cinsiyet eşitliği hakkında bazı temel soruları cevaplamak adına bir adım atmak ve hayalini kurduğu eşit dünya ‘Eşitistan’ için çağrı yapmak üzere kaleme almış. Mayer’in ayrıntıcı yaklaşımı ve eğlenceli anlatımı; çoğumuzun bildiklerine daha yakından bakmasını sağlayacak.Eşitsizliğe dair sorular, sorunlar çok çeşitli, üstelik kadınların en iyi koşullara sahip oldukları yerlerde bile onları dışlayıcı bir sistem mevcut. Kız çocukları hayata ikinci sınıf olarak başlıyor. Kadınların gösterdikleri başarılar, sahip oldukları statüler elverişli bir ortamda gerçekleşmiyor.Ataerkil toplumların ortak noktası Mayer’in deyişiyle, “kadın bedeni ile kafayı bozmuş” olmaları. Batı kadınların giysilerini azaltırken Orta Doğu’da ibre tersine dönüyor.Üremenin toplumun temel hedefi olarak görülmesi, örneğin Amerikan Hıristiyan sağı için hâlâ geçerlidir. Kadınlar açık ara en önemli “pay alamayan” kategorisi ve dünyanın her yerinde bu eşitsizlikle yüz yüze kalıyor. “Ayrıcalıklı” kadınlar, erkeklerle aynı toplumsal mesajların muhatabı olduğundan sorunun farkında olmayabiliyor./Archive/2021/2/22/002854787-kapak.jpgSİYASETTE, İŞ DÜNYASINDA KADINLAR VAR (MI?)Pek çok kadın liderin cinsiyet siyasetinden uzak durması da bunun bir kanıtı. İngiltere’de tam temsil hakkının elde edilmesinin ardından geçen yaklaşık doksan yıla rağmen kadınlar hâlâ temsil edilmeyi bekliyor.Kadınların siyasete katılmalarının önünde parasızlık, zaman yokluğu ve toplumun bir parçası olduklarını hissetmemeleri gibi engeller var. Siyasi partilerin cinsiyet eşitliğine inanışları genellikle göstermelik ve sözde kalıyor.ABD’de Trump’un seçilmesi ise bu gerçeğin daha açık bir şekilde görülmesini sağladı. Mayer’in örnekleri kadınların siyasetteki etkisi siyaseti ve siyasi sistemin yol açtığı sonuçları da değiştirerek herkesin yararına olacağını ortaya koyuyor.İş dünyası ile ilgili araştırmalar karar alma rollerinde büyük ölçüde kadınların yer aldığı şirketlerin daha kârlı; kadınlara daha fazla söz hakkı vermenin daha sağlıklı bir dünya bakımından gerekli olduğuna işaret ediyor.Ataerkil yapı sadece kadınların hayatını zorlaştırmıyor. Mayer’in üzerinde durduğu önemli bir konu da bu eşitsiz düzenin sadece kadınların değil, erkeklerin de aleyhine olduğu. İzlanda örneğinin kanıtladığı gibi, erkeklerin katkısı olmadan eşitliğin sağlanması söz konusu değil. Erkekler de cinsiyet eşitliğini desteklemeli ve onlarsız bunun gerçekleşmesi olanaksız. Zira kadınların düşmanı erkekler değil, ataerkil düzen.Ataerkinin ortadan kaldırılması öteki yapısal eşitsizliklerin de son bulması bakımından önemli bir başlangıç, başka alanlarda da daha eşit bir dünya demek. “Eşitistan” için dev kadınlar ya da adımlar gerekli değil; bu herkesin çözümün parçası olabileceği bir hayal.Üstelik Eşitistan “her zaman çevremizde ve içimizde” olan bir ihtimal; yalnızca insanların toplumsal cinsiyet eşitliğinin yaratabileceği değişimi görmesi ve iradesini ortaya koyması gerekli. Orası hepimiz için daha iyi bir dünya! Gökçesu Özgül

Aşk, Kapital ve Marx!

Aşk, Kapital ve Marx! Marx ailesi üyelerinin altmış yıldan uzun bir süre boyunca birbirlerine ve dostlarına yazdıkları binlerce sayfadan oluşan mektupları; Mary Gabriel’in kaleme aldığı aile biyografisi Aşk ve Kapital - Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu’nun belkemiğini oluşturuyor. /Archive/2021/2/22/002258619-ic3.jpgAŞKA VE DEVRİME ADANMIŞ HAYATLARKuşkusuz her biyografi bilgi ve belgeye dayalı olmalı; biyografi yazarı da araştırmacı kimliği taşımalı. Ondan ötesi biyografi yazarlarından, yaşam öyküsünü ele aldıkları kişi ya da kişilere insani bir derinlik kazandırmalarını; bulmacanın parçalarını bakış açımızı genişletecek şekilde bir araya getirmelerini de bekliyoruz.Mary Gabriel’in Aşk ve Kapital - Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu başlıklı aile biyografisi bu yönüyle çok başarılı bir çalışma.Marx ailesi üyelerinin altmış yıldan uzun bir süre boyunca birbirlerine ve dostlarına yazdıkları binlerce sayfadan oluşan mektupları, araştırmanın belkemiğini oluşturuyor.Aile bireyleri yazışmalarını İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinde, araya İtalyanca, Latince ve Yunanca serpiştirerek yapmışlar. Mary Gabriel, çoğu henüz gün yüzüne çıkmamış olan mektuplara erişebilmek için Moskova arşivlerinden önemli ölçüde yardım aldığını belirtiyor.Buradan edindiği bilgileri, dost ve tanıdıkların yazdığı, Marx’lardan söz eden mektup ve hatıratla desteklemiş. “Bu büyük miktarda belgeyi tarih sırasına göre ve eşzamanlı olarak okudukça, etraflarındaki olaylar geliştikçe, birçok karakterin birbirleriyle olan konuşmalarını duymaya başladım” diye yazmış Önsöz’de…Sonuçta ortaya çıkan yedi yüz sayfalık bu ilginç kitap, yaklaşık sekiz yıllık emeğin ürünü. Üstelik güzel yazılmış; akıcı dili ve sürükleyici kurgusu sayesinde zevkle okunuyor.Hikâyenin sıra dışı kahramanları gizlice nişanlandıklarında Jenny von Westphalen yirmi iki, üniversite öğrencisi Karl Marx ise sadece on sekiz yaşında.“Jenny, taşkın özgüveni ve cesaretiyle karşısında duran, zekâsının gücüne (bu kayda değer gücün ve zekânın kendisini nereye götüreceğinden emin olmasa da) yürekten inanmış, kendinden dört yaş küçük bu genç adamda idolünü buldu” diyor Mary Gabriel.Aşklarının “imkânsız”lığı, hem Karl’ın bir aile geçindirecek koşullara sahip olmamasından hem de iki aile arasındaki toplumsal düzey farkından ileri geliyor. Karl Marx’ın babası, mesleğini icra edebilmek için Luteryen inancına dönmüş Yahudi asıllı bir avukat. Jenny ise varlıklı, aristokrat bir aileden; genç kadının babası sosyalist düşüncelere ilgi duyan bir baron./Archive/2021/2/22/002320337-ic2-.jpgJENNY VE KARL’IN KIZLARI: “ŞİRİN, ÇİÇEK AÇAR, NEŞELİ”Evlenmek için beş yıl beklemeleri gerekse de Karl ile Jenny kavuşuyorlar sonunda. Toplam yedi çocukları dünyaya geliyor. Ne var ki sağlıksız yaşam koşulları, yoksul beslenme, yetersiz tedavi gibi nedenlerle çocuklardan üçü henüz bebekken, Edgar isimli oğulları da sekiz yaşlarında veremden hayatını kaybediyor. Sadece üç kızları kalıyor hayatta: Jenny, Laura ve Eleanor.Marx’lar, 1843 yılı sonlarında Almanya’yı siyasi nedenlerle terk etmek zorunda kalınca, bir süre Paris ve Brüksel’de yaşıyorlar; Prusya hükümetinin baskıları sonucunda buradan da atılarak 1849’da İngiltere’ye iltica ediyorlar.Annesiyle aynı adı taşıdığı için Jennychen diye çağırdıkları en büyük kızları Paris’te doğuyor; Laura Brüksel’de, Eleanor ise Londra’da. Belli ki çocuklar Marx çiftinin hayatındaki bir iki mutluluk kaynağından biri.Bütün o parasal sıkıntılara, taşınma travmasına, siyasal baskılara, soğuk ve açlığa rağmen Jenny kızlarını “şirin, çiçek açan, neşeli ve morali yüksek” olarak tarif ediyor.Marx’ı izlemekle görevlendirilen Prusyalı bir ajan, ailenin Londra’daki yaşamının çok canlı bir tasvirini raporlamış. Rapor, Marx’ın üç çocuğunun da gerçekten güzel olduğunu ve Marx’ın, yabani ve huzursuz karakterine rağmen bir baba ve koca olarak “en nazik ve yumuşak erkeklerden biri” olduğunu söylüyor.Ne var ki Londra’nın en berbat - dolayısıyla en ucuz - semtlerinden birinde yaşıyorlar ve içinde yaşadıkları iki odalı apartman dairesi hercümerç içinde:“Dairenin içinde tek bir temiz ya da sağlam mobilya bulunmuyor. Her şey kırık, eski püskü ve yırtık pırtık. Eşyaların üzerinde bir parmak toz birikmiş ve her yer darmadağın. Oturma odasının ortasında muşambayla kaplı eski model büyük bir masa bulunuyor ve üzerinde el yazmaları, kitapları ve gazeteleri serili. (...) Üç bacaklı bir sandalye var, bir diğerinde çocuklar aşçılık oynuyor ve bunun dört bacağı yerinde. Misafire sunulanı da bu, ancak çocukların oyunu tam temizlenmediğinden, oturmak bir çift pantolona mal olabiliyor.” Öte yandan Marx ve Jenny bunların hiçbirinden mahcup görünmüyorlar: “Bir şekilde, evin kusurlarını örten hoş ve canlı bir sohbet başlıyor, bu da konforsuzluğu katlanılabilir kılıyor. Sonunda karşınızdakilere alışıyor ve onları ilginç ve değişik bulmaya başlıyorsunuz. İşte baş komünist Marx’ın aile yaşamının gerçek resmi böyle.”‘MARX AİLESİNDE KADINLAR OLMASAYDI…”Mary Gabriel, Marx ailesini oluşturan bireylerin kişiliklerine, duygu dünyalarına, ev içi yaşamlarına odaklanan bir araştırma yürütmüş. Aslında çalışmayı özgün kılan da bu yaklaşım.Şimdiye dek Karl Marx’ın gölgesinde kalmış olan Jenny Marx ve üç kızı, hem mektupları aracılığıyla hem de biyografi yazarının duygudaşlığı sayesinde kendi seslerine kavuşmuşlar. Özlemleri, tutkuları, sevinç ve kederleri olan bireyler olarak ete kemiğe bürünmüş halleriyle çıkıyorlar karşımıza…Bu kadınlar hiç kuşkusuz Karl Marx’ın ve onun kadim dostu Engels’in yürüttüğü siyasi davanın en büyük destekçileri. El yazmalarını temize çekiyor, çeviri yapıyor, dünyanın dört bir yanından gelen konukları ve yoldaş mültecileri ağırlıyorlar.Anlaşıldığı kadarıyla kişisel ihtiyaçları ve talepleri nadiren öne çıkabilmiş. En önemlisi de işçi sınıfının devrimine tanıklık ederken türlü bedeller ödemişler. Mary Gabriel’in sözleriyle, “Marx ailesinde kadınlar olmasaydı Karl Marx var olmazdı ve Karl Marx olmasaydı, dünya bugün bildiğimiz dünya olmazdı.”/Archive/2021/2/22/002354728-ic5.jpgMARX ÇAĞI: 19’UNCU YÜZYILIN PANOROMASIAşk ve Kapital’in bir aile biyografisi olması, tarihsel arka planın ihmal edildiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, Marx ile Engels’in müdahil olduğu ya da dikkatle izlediği tüm siyasi gelişmelere ve birçok tarihsel figüre yer verilmiş kitapta.On dokuzuncu yüzyılın damgasını vuran 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü de dahil olmak üzere, nerede bir grev, ayaklanma ya da özgürlük hareketi varsa pür dikkat izliyorlar. Yazdıkları mektup ve metinlerin, oturma odasındaki sohbet ve tartışmaların başlıca konusu bunlar.Mary Gabriel, Karl Marx’ın kaleme aldığı kitapların hangi koşullarda ve ne maksatla yazıldığını, tarihsel bağlamını, ilgili kamuoyu tarafından alımlanışını (çoğu zaman göz ardı edilişini) titizlikle aktarmış.Külliyatın kuşkusuz en önemli yapıtı, araya giren sağlık sorunları ve parasal sıkıntılar nedeniyle yazımı on altı yıl süren Kapital. 1867’de Hamburg’da ilk cildi yayımlandığında neredeyse hiç ilgi görmeyince Marx’ın, “Kapital, yazarken içtiğim puroların parasını bile çıkarmayacak” diye yakındığı biliniyor.Bu hikâyeyi çarpıcı kılan şey ise bugün, Kapital’in yazılışından yüz elli yıl sonra, kapitalizmin krizlerini anlamak için “Marx’ın çalkantılı beyninde bir fırtına gibi mayalanan” ve zamanında pek az kişinin anladığı düşüncelerine başvuruyor oluşumuz.Aşk ve Kapital - Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu / Mary Gabriel / Çeviri: Benan Eres, Deniz Gedizlioğlu, Gülden Kurt / Yordam Kitap / 720 s. Yeşim Dinçer

Mozart’tan Beethoven’a, Wagner’den Chopin’e müzik tarihi!

Mozart’tan Beethoven’a, Wagner’den Chopin’e müzik tarihi! Pulitzer ödüllü müzik eleştirmeni Harold C. Schonberg, Büyük Besteciler kitabında Mozart’tan Beethoven’a, Wagner’den Chopin’e dek müzik tarihine damgasını vuran onlarca sıra dışı besteci ve çalışmalarını anlatıyor. /Archive/2021/2/22/001902465-ic1.jpg VakıfBank Kültür Yayınları’nın (VBKY) yayımladığı Büyük Besteciler, adını müzik tarihe altın harflerle yazdıran bestecileri sıralıyor. Eserlerinin öyküsü ve yaşamlarının detaylarını okura sunan kitapta; Wolfgang Amadeus Mozart, Joseph Haydn, Richard Wagner, Pyotr İlyiç Çaykovski, Ludwig van Beethoven, Richard Strauss ve Frédéric Chopin gibi onlarca sanatçı görselleriyle birlikte yer alıyor.New York Times yazarı ve Pulitzer Eleştiri Ödülü sahibi Harold C. Schonberg kitabında kimi küçük yaşta şöhreti yakalayan, kimi milyonlar kazanan; bir başkası en iyi bestelerini sağırken ortaya koyan, bir diğeri çalışmalarıyla müzik tarihini kökten değiştiren bestecilerin hikâyelerini sunuyor./Archive/2021/2/22/001913215-ic2.jpgMÜZİĞİN ALTIN ÇOCUĞU MOZART (1756-1791)Henüz üç yaşındayken piyanoda sesleri ayırt edebilen Avusturyalı Wolfgang Amadeus Mozart, beş yaşında yarım saat içinde bir müzik parçası öğrenirdi. Altı yaşına geldiğinde ise beste yapmaya başladı. Avrupa saraylarına, müzik akademilerine konser verdi, herkesi kendisine hayran bıraktı. 35 yıllık ömrüne Figaro’nun Düğünü, Saraydan Kız Kaçırma, Klarnet Beşlisi, Requiem ve Türk Marşı’yla birlikte yüzlerce eser sığdıran Mozart, müzik tarihinin belki de en çok sömürülen harika çocuklarından biridir./Archive/2021/2/22/001923777-ic3.jpgKRALLARDAN ÜSTÜN BEETHOVEN (1770-1827)Alman dahi müzisyen Ludwig van Beethoven’a göre kendisi bir sanatçıydı ve bir sanatçı krallar ile soylulardan üstündü. Bunu müzik tarihinde ilk kez dile getiren Beethoven, sanatçı haklarını savunurdu, bu durumun da o güne dek bir benzeri yoktu. Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte 1817’de tamamen sağır olan Beethoven, müzik tarihinin zirvesi sayılan 9. Senfoni’yi 1824’te dinleyiciyle buluşturdu. En iyi eserlerini sağırken yazdı./Archive/2021/2/22/001935324-ic4.jpgPİYANOYA YENİ SOLUK GETİREN CHOPIN (1810-1849)Tarihin en büyük piyanistlerinden Polonyalı aristokrat Frédéric Chopin, meslektaşlarından farklıydı. Onların iniş ve çıkışları oldu ama Chopin durmadan ilerledi. Bambaşka bir üslup yarattı, piyanoyu eksiksiz bir çalgı haline getirdi. Pedal ve parmak kullanma ile ritim ve renk kaynağı konusunda Chopin’in icat ettiği yepyeni fikirler, piyano literatürünü belirledi./Archive/2021/2/22/001945277-ic5.jpgEVDE PEK MÜZİK DİNLEMEYEN VERDI (1813-1901)İtalyan opera devi Giuseppe Verdi, yaşamı boyunca çok büyük bir ticari başarıya ulaştı ve hiçbir zaman bilgili bir müzisyen olma iddiasında bulunmadı. Verdi, 1869 tarihli mektubunda konuyla ilgili olarak şunları kaleme aldı: “Evimde pek müzik olmaz. Bir eseri incelemek için bir yayıncıya, bir müzik kütüphanesine hiç gitmedim. İyi çağdaş eserlerin bazılarından, araştırarak değil, arada bir tiyatroda dinleyerek haberdar olurum…”/Archive/2021/2/22/001955871-ic6.jpgMEDYANIN GÖZ BEBEĞİ STRAUSS (1864-1949)Alman besteci ve opera şefi Richard Strauss, medyanın adeta göz bebeği olarak konumlandırıldı. Strauss tarafından yapılan her beste, dünya basınında anında haber oldu. Çok büyük paralar kazanan Strauss, bazılarına göre paradan başka bir şey düşünmeyen bir müzisyendi. Öyle ki, bir gün oğlu, “Baba prova için ne kadar para aldın?” diye sorunca, sevinçle gözleri dolan Strauss’ın oğlunu bağrına basarak, “Artık gerçek oğlum olduğunu biliyorum” dediği rivayet edilir.Büyük Besteciler / Harold C. Schonberg / Çeviren: Ahmet Fethi Yıldırım / VBKY / 772 s. Cumhuriyet Kitap Eki

Çocuk gelinlerin acıları...

Çocuk gelinlerin acıları... Burcu Ertürk’ün kaleme aldığı gerçek yaşam hikâyeleri serisinin ilki olan Yade, İstanbul’dan Mardin’e çocuk gelin olarak giden Yade’nin acı dolu yaşamını konu alıyor. Türkiye’deki binlerce çocuk gelinden sadece biri olan Yade, tüm yaşadıklarını ölümünden sonra kendisini tanımadan nefretle büyüyen kızına bıraktığı bir defterle anlatıyor. Roman, Türkiye’nin çocuk gelin, kadına şiddet ve tecavüz sorunlarına dikkat çekiyor. /Archive/2021/2/22/001556592-ic1.jpgGünçe Yayınevi, gerçek yaşam hikâyeleri serisinin ilk kitabı Yade’yi okuyucularıyla buluşturdu. Yaşama karşı öfkesini, mutsuzluğunu ve yalnızlığını paylaşmak için yazmaya başladığını söyleyen Burcu Ertürk’ün kaleminden gerçek bir yaşam hikayesini konu alan roman, Türkiye’nin çocuk gelin, kadına şiddet ve tecavüz sorunlarına dikkat çekiyor.Dört romanlık gerçek yaşam hikâyeleri serisinin ilki olan roman, 14 yaşında üvey anne baskısıyla sevmediği bir adamla evlenen ve evlilik sonrası hayatı kabusa dönen Yade’nin acılarla dolu yaşamını konu alıyor. Yasak aşk sonucu doğan kızından aşiret baskısıyla ayrı kalan Yade’nin, kızı Hande’ye gerçekleri anlatmak için yazdığı defterden şekil bulan roman; ölümü, ayrılığı, töreyi, yasak aşkı ve çocuk gelin sorununu derinlemesine inceliyor. Hayatı boyunca kızına gerçekleri anlatmak için mücadele eden Yade, ölümü sonrası bıraktığı defter ile Hande’ye son sözlerini söylüyor.Okuyan herkesin Yade’de kendi yaşadığı sorunlardan bir kesit bulacağını şöyle belirtiyor Burcu Ertürk:“Yade, yolda gördüğümüz, haberlerini gazetelerde okuduğumuz kadınlarımızın, çocuk gelinlerimizin gerçek hayat hikayesi. Türkiye’nin çocuk gelin, töre, yasak aşk ve aşiret gibi birçok sorununu gerçek kişilerin gerçek hikayeleriyle işlemeye çalıştım. Ülkemizde kadın olmak gerçekten zor. Eğitimimiz, doğum yerimiz ya da yaşantımız değişse de aslında hepimiz birer Yade’yiz. Ben de kendi hayatımda yaşadıklarımdan duyduğum öfkemi, mutsuzluğumu ve yalnızlığımı paylaşmak için yazmaya başladım. Yade gibi gerçek bir hayat hikayesini kitaplaştırabildiğim için çok mutluyum. Basılı ilk romanım olan Yade, hikayesiyle ölmenin ve vazgeçmenin kolay olduğunu asıl zor olanın yaşamak olduğunu anlatıyor. 26 bölümden oluşan romanın her satırında ayrı bir acının, ayrı bir travmanın izleri tüm gerçekliğiyle yüzünüze çarpıyor.”Yade’nin hikayesinden de kısaca bahseden Ertürk şunları söylüyor:“İstanbul’da doğan ve doğum sırasında annesini kaybederek üvey anne elinde büyüyen Yade, 14 yaşına geldiğinde üvey annesinin zoruyla Mardin’de bir aşirete gelin gidiyor. Evlendiği ilk gece kocasının türlü işkence ve tecavüzlerine uğrayan Yade, kocasının yanı sıra uzun yıllar kayınvalidesi tarafından da baskı görüyor. Tanımadığı bir şehirde koca bir konakta esir hayatı yaşamaya başlayan Yade, İstanbul’dan Mardin’e taşınıp yeni bir hayat kuran Mustafa ile tanışıyor, zamanla aralarında başlayan dostluk aşka dönüşüyor ve aşiret gelini ile bir kumaşçının aşkından Hande doğuyor. Kızını korumak için gerçekleri herkesten saklayan Yade’nin yalanları, kızının kan hastalığına yakalanmasıyla su yüzüne çıkıyor. Kayınvalidesi, Yade’den intikam almak için Mustafa’yı öldürtüyor ve Yade, kızından ayrı bir şekilde yıllarca izbe bir bağ evinde esir alınıyor. Hande ise gerçekler söylenmeden annesine karşı büyük bir nefretle büyütülüyor. Hayatının tek amacı Hande’ye gerçekleri anlatmak olan Yade, bu amacına ulaşamadan ölüyor ve geriye kızına gerçekleri anlatmak için yazdığı bir defter bırakıyor. Bu defter Hande’yi, annesi Yade’nin İstanbul ve Mardin hattında yaşadığı tüm acıların yolculuğuna çıkarıyor.” Cumhuriyet Kitap Eki

Adım adım London!

Adım adım London! Jack London insanın doğayla ve kendisiyle mücadelesinin, serüvenin, zorluğun, direncin, savaşın, kanın, ateşin ve tutkunun yazarı... /Archive/2021/2/22/001214328-kapakic1.jpgYAŞAMIN KIYISINDA ŞEKİLLENEN YAZARJack London 1876’da doğduğunda Amerika büyük bir ekonomik krizle boğuşuyordu. Elbette emekçi sınıflara kesilen bu fatura nedeniyle London ailesi de büyük bir yoksulluk içindeydi.Oyuncaksız geçen çocukluğunda aç kaldığı günlerle birlikte sahip olduğu “dükkândan alınma” ilk fanilanın hikâyesini otobiyografik romanı John Barleycorn’da anlatan London, bu yoksulluktan ve aile içi krizlerden kitaplar aracılığıyla uzaklaşacaktı.Okuma hırsına yetişemeyen Oakland Yerel Kütüphanesi’nden tüm aile bireyleri için birer üyelik kartı çıkarttıran bu tutkulu çocuğun dünyasında artık macera romanları, denizaşırı yolculukları ve keşifleri anlatan kitaplar ve (kendisi de bir şair olan kütüphane memurunun temin ettiği) Anna Karenina, Madam Bovary gibi büyük eserler vardı. Kitaplar milyonlarca kişiye verdikleri soluğu bu çocuktan da esirgememişlerdi.On yaşında çalışmaya başlayan London, on beşinde denize açılmıştı bile. Yıllar sonra İstiridye Korsanları’nda o günleri anlatan yazar, on yedisinde Japonya’ya giden bir gemide, Bering Boğazı açıklarında ayıbalığı avlayacak ve dönüşünde bir fabrikada emek sömürüsünün ne demek olduğunu kavrayacaktı./Archive/2021/2/22/001228187-ic2.jpgOn sekizinde kâh yürüyerek kâh trenlere kaçak binerek ABD ve Kanada’yı turlamaya çıktı. Haytalarla Çolpalar’da “on bin millik avareliğim” dediği bu destansı serserilik günlerini anlatan London’ın yaşamındaki en büyük dönüşüm yine bu gezi sırasında gerçekleşti ve London zaten olduğu şeyin ne olduğunu bu yolculukta keşfetti: O bir sosyalistti.“Nasıl Sosyalist Oldum” adlı makalesinde o günleri anlatan London, bu aydınlanmadan sonra kol gücü yerine beyin gücünü satmaya, dolayısıyla yazmaya karar verdi./Archive/2021/2/22/001246109-ic3.jpgDURMADAN, YORULMADAN YAZDIHayatı boyunca sayısız işte çalışan Jack London yaşadıklarından beslenen, anlatılarındaki karakterlerin çoğunu bizzat tanıyan, yaşam deneyimi oldukça zengin biriydi. İngiltere’den Kore’ye, Japonya’dan Hawai’ye, Solomon, Marquesas ve Fiji Adaları’na uzanan geniş bir coğrafyada sayısız yolculuğa katıldı.Bir röportaj yazarı ve savaş muhabiri olarak 1904-05 Rus-Japon Savaşı’nda Mançurya’ya gitti. San Francisco depremi hakkında görgü tanıklığı raporu yayımladı. Ancak sadece bir maceraperest değil aynı zamanda iyi bir okur olmayı da her zaman başardı.Tüm bu yolculuklarda Charles Darwin, Herbert Spencer, Karl Marx, Henry James, Lord Tennyson ve Joseph Conrad gibi yazarların kitapları ona eşlik etti. Onu bir kayanın üstünde yazı yazarken gösteren o ünlü fotoğrafının da işaret ettiği gibi her koşulda, durmadan, yorulmadan yazı yazdı./Archive/2021/2/22/001300875-ic4.jpgYapıtlarında genellikle mücadeleyi işledi. Kimi zaman doğayla kimi zaman toplumsal eşitsizlikle kimi zaman da bizzat kendisiyle mücadele eden insanı anlattığı eserlerinde fiziki koşulları da buna en uygun şekilde seçti.Kâh buzullar üstünde, kutup bölgesinde, kâh on sekiz saat çalışan bir emekçinin ter döktüğü ruh emici bir fabrikada, kâh fırtınalı denizlerde yaşattı kahramanlarını ya da davetkâr yollara düşürdü.Bu yolların en ünlüsü kuşkusuz Klondike Altın Avı’ydı ve London bu yolculuğa bizzat çıkmıştı. Ünlü Altına Hücum dönemiydi bu. London bu yolculukta kaptığı hastalıktan dolayı dört dişini kaybedip erkenden dönse de bu yolculukta tanıdığı insanların ve edindiği hayat deneyiminin etkisiyle başta Kurt Dölü, Atalarının Tanrısı, Yanan Gün ve Vahşetin Çağrısı olmak üzere sayısız hikâye yazdı. Yaşamla edebiyat bir kez daha birbirini üretiyordu.Artık bedenini zorlayacak işler yapmamaya karar veren Jack London, kısa zamanda klasik yapıtlar arasında yer alan bir başka otobiyografik romanı Martin Eden’da kol işçiliğinden yazı işçiliğine uzanışını anlattı.London, kırk yıllık kısa yaşamında on dokuzu roman olmak üzere birbirinden ilginç konularda elliden fazla kitap ve yüz doksan sekiz hikâye yazdı.Tüm bu anlatılarda ister hayvan olsun ister insan, tüm kahramanlarına büyük değişimler yaşattı. Çünkü o, yaşantıların kişiyi dönüştürdüğünü çok erken yaşta kavramıştı./Archive/2021/2/22/001314390-ic5.jpgJack London, toplumun dönüşümünün işçi hareketi kaynaklı olacağı bilgisiyle kapitalizme şiddetle saldırdığı romanı Demir Ökçe’nin 1908’de basılmasıyla birlikte proleter edebiyatta büyük ve haklı bir yer edindi. Kendisinden iki yıl önce yine ABD’de Ana’yı yazan Maksim Gorki ile bir tanışıklığı olmadığını bilsek de benzer özgeçmişlere sahip bu iki yazarın aynı dönemde aynı coğrafyada doğan bu iki sosyalist klasiğini bir kez daha selamlamak gerekir diye düşünüyorum./Archive/2021/2/22/001332030-ic6.jpgYAZARIN SESİNİ KORUYABİLMEKYordam Edebiyat geçtiğimiz günlerde Jack London’ın on eserini birden yayımladı: Kurt Dölü, Atalarının Tanrısı, İstiridye Korsanları, Vahşetin Çağrısı, Oyun, Beyaz Diş, Haytalarla Çolpalar, Martin Eden, Yanan Gün, John Barleycorn. On kitaplık serinin tamamı Mete Ergin tarafından Türkçeleştirilmiş.Mete Ergin, dikkatli okurların iyi tanıdığı, yetkin bir çevirmen. Çeviride en az kaynak dilin bilgisi kadar hedef dilin bilgisinin de önemli olduğu gerçeğini kavramış bir Türkçe ustası. Birçok alanın terminolojisine olan hakimiyeti ile de öne çıkıyor.Avı getirmesi istenen köpeğin sahibine “Getir” değil, “Aport!” dedirtiyor. “Bessy adeta adımlarla geliyordu” diyor, “Bessy ağır adımlarla geliyordu” demiyor. Toplumun en alt tabakasından, hiçbir eğitim almamış birini kusursuz bir Türkçeyle konuşturmuyor ya da “Kıymet eder bin dolar bu” dedirtiyor.“Getir”i kullanan çevirmen, Bessy’yi ağır ağır yürüten çevirmen yanlış çevirmiş olmuyor belki, terim anlamını kullanmak zorunda da değil kimse, ama bir yerlerde tek bir okur aport ve adeta kelimelerini öğrenmekten mahrum kalıyor işte.Gorki ile London’ı aynı kelimelerle çevirmiyor, okuduğumuz Mete Ergin olmasın diye. Yazarın sesini koruyabilmek adına... En önemlisi sadık ve dürüst bir çevirmen Ergin; eseri kısaltmadan, değiştirmeden, yorumlamadan aktarıyor. Dilinin güzelliği de cabası.Jack London insanın doğayla ve kendisiyle mücadelesinin, serüvenin, zorluğun, direncin, savaşın, kanın, ateşin ve tutkunun yazarı. Okuyanı seveni bol olsun.Kurt Dölü (192 s.), Atalarının Tanrısı (224 s.), İstiridye Korsanları (159 s.), Vahşetin Çağrısı (128 s.), Oyun (80 s.), Beyaz Diş (272 s.), Haytalarla Çolpalar (176 s.), Martin Eden (447 s.), Yanan Gün (350 s.), John Barleycorn (240 s.) / Jack London / Çeviren: Mete Ergin / Yordam Edebiyat. Ali C. Toprak

‘Ben Neyim?’

‘Ben Neyim?’ Can Yayınları’nın A. Adnan Adıvar’ın gazete yazılarından derlenen Dünyayı Düzeltmek kitabıyla başladığı “İzler” dizisi, deneysel metni Ben Neyim? ve Anadolu’nun yaşadığı sefaleti anlatan Gönülsüz Olmaz isimli kısa yapıtını bir arada sundukları Ahmet Ağaoğlu’yla sürüyor. /Archive/2021/2/22/001003907-ic.jpg“Bir müddetten beri bende garip ve müziç bir ihtiyaç doğmuştur: Kendi kendimi müşahede altına almak! (...) İşte ben kendimi öğrenmeye koyuldum ve sizi temin ederim ki bu pek de kolay ve bilhassa hoş bir iş değildir! Metodum pek basitti: Ben içimle dışımı karşı karşıya getirerek kendi başlarına bıraktım ve benim işim yalnız bütün gördüklerimi ve işittiklerimi olduğu gibi kaydetmekten ibaret kaldı! Fakat ilk defa beni bir dehşet aldı ve derin bir nefretle gözlerimi yumdum. ‘Aman, ben bu muymuşum?’ diye haykıracağım geldi.”Kitaptan...Ahmet Ağaoğlu, 1936’da Cumhuriyet’te tefrika edilen ve ölümünün ardından 1939’da kitap olarak basılan sıra dışı metni Ben Neyim?’e, Yeraltından Notlar’ı andıran bu satırlarla başlıyor. Kitap boyunca diğerkâm iç (benlik) ile bencil dış (benlik) arasındaki derin çelişki anlatıldığı için bu yönüyle bizde çok örneği olmayan “itiraf edebiyatı”nın erken örneklerinden biri Ben Neyim?.Vâ-Nû, coşkuyla selamladığı bu metnin “papaz huzurunda günah çıkartan Hıristiyan sofuları” bile kıskandıracağını söylerken, Peyami Safa kitapta “içi ile dışı arasındaki tezatın çirkefi içine batmış ahlak sefilinin ruh portresi”nin çizildiğini vurgularken metnin bu yanını öne çıkarmıştır.Kitap bir yanıyla da Cumhuriyet’in Batılılaşma girişiminin biçimciliğinin, yaratılmak istenen yeni siyasal yapıya uyumlu bireyler yaratılamamasının eleştirisidir. Metne, Ağaoğlu’nun Malta’da sürgündeyken yazdığı halde yine ölümünden sonra kitaplaştırılabilen ve odağında yine benzer, ama bu kez 1908 İnkılabı’na yönelik çok daha sert bir eleştiri bulunan Gönülsüz Olmaz adlı anlatısı da eklenmiş. Yapıt, Aylin Özman’ın Ağaoğlu’nun düşünsel macerası içinde konumlandıran, bahsi geçen eleştirilerin temelinde yatan ahlak ve siyaset anlayışının sınırlarına da dikkat çeken bilgilendirici bir sunuş yazısıyla yayımlandı.Ben Neyim? - Gönülsüz Olmaz / Ahmet Ağaoğlu / Can Yayınları / 120 s. Cumhuriyet Kitap Eki




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter