News - Haberler
Prof. Dr. Sencer Ayata, "İdeoloji, otoriterleşmeninönemli bir aracıhaline geldi"
Prof. Dr. Sencer Ayata, "İdeoloji, otoriterleşmenin önemli bir aracı haline geldi" Prof. Dr. Sencer Ayata ile kongresini gerçekleştiren ve kritik dönemeç 2023 için iktidar hedefi olan Cumhur İttifakı'nın ortağı AKP'nin vizyonunu ve izlediği stratejiyi konuştuk. NEDEN PROF. DR. SENCER AYATA? ODTÜ Sosyal Bilimler Bölümü’nü bitirdi. Doktorasını University of Kent at Canterbury’de sosyoloji ve sosyal antropoloji alanında tamamladı. ODTÜ Sosyoloji Bölüm Başkanlığı yaptı. Harvard, Oxford ile Wissenschaftszentrum Berlin für Sozialforschung’da öğretim üyeliği görevlerinde bulundu. 24. Dönemde Ankara milletvekilli seçildi. CHP Parti Meclisi Üyeliği, Genel Başkan Yardımcılığı ve Araştırma, Bilim ve Yönetim Platformu Başkanlığı yaptı. AKP kongresinde 2023 vizyonu açıklanınca, bize de sosyoloji profesörü Sencer Ayata’yla bu vizyonun satır aralarını okumak, şifrelerini sormak kaldı. GEÇMİŞ VAR, GELECEK YOK- Bir AKP kongresi daha izledik. Mesajlar beklentiyi karşıladı mı, hayal kırıklığı mı yarattı?Siyasette en önemli konulardan biri, seçmen nezdinde beklenti ayarını iyi yapmaktır. Öncesinde ‘2023 Vizyonu’ diye çok büyüttüler. Vizyon gelecekle ilgilidir. Oysa bu kongrede geleceğe dönük bir-iki alan dışında hemen hiçbir mesaj yoktu. Tam tersine geçmişteki söylem ve icraata dönük bir kongre konuşmasıydı. Beklenti, gerçekçi olmasa da yüksek bir yaşam kalitesi, mutluluk, refah ve vaadi, daha da önemlisi bilim, teknoloji, yaratıcılık temelli bir bilgi toplumu ütopyası sunulmasıydı. Aslında son zamanlarda iktidar partisi bu tür bir makyajı sıkça yapmaya başlamıştı.- Açar mısınız?Uzay, petrol, artık dünyada geri bir teknoloji de olsa otomobil sanayii, ileri teknolojiye dayalı yerli savunma sanayii, drone’lar gibi örneklere yenileri eklenecek yönünde bir beklenti vardı. Dolayısıyla gelecek boyutu yoktu. Tersine altı kuvvetle çizilen geçmiş boyutuydu ki ben bu geçmişi iki açıdan okudum. Birincisi icraat, “Bakın biz 20 senede ne kadar ilerledik” mesajı verildi. Türkiye’de son 20 senede fiziki altyapı yatırımlarında, bazı alanlarda üretimde, kamu harcamalarında elbet artışlar oldu. Ama yirmi sene bu, pek iyi diğer ülkelerde ne oldu? En iyi ölçü kişi başına düşen gelir. Türkiye’nin geliri 9 bin dolarda kaldı. İçeriye “muazzam bir ilerleme sağladık” deniyor. Ben üç benzer ülkeye baktım. Birincisi, Kore’de bu süre içinde kişi başına düşen gelir 40 bin dolara çıkmış. Latin Amerika’da, Şili de bizimle aynı yerden başlamış ama 24 bin dolara ulaşmış. Bir de Müslüman ülke olsun dedim, Malezya 30 bin dolara yükselmiş.- Yani?Demek siyasi iktidar içe dönük bir hikâye anlatıyor. Oysa birçok ülkeye göre yavaş ilerleme hatta göreli bir gerileme var. O nedenle “Geçmişe bakın, geleceğimizin garantisidir” iddiası inandırıcı olmaktan uzaktır. İşin şu yönü de var. Türkiye son yirmi yılda hukuk, şeffaflık, eğitim, demokrasi, hatta mutluluk gibi birçok alanda dünya sıralamalarının alt basamaklarına düştü. Ayrıca AKP öncesini bilmeyen, bu dünyanın içine doğan kimseler şu anda 35 yaşında. Siz 50-60 yaş grubuna “bakın ilerledik” dediğinizde onlar bir şeyler görebilir ama gençlere söylediğinizde bir karşılığı yoktur. Tüm bunlara demokrasiden uzaklaşmayı, yaşanan ekonomik ve kurumsal çöküntüyü eklediğimizde icraatın imrenilecek pek de bir şeyi kalmıyor. Geçmişe ilişkin daha da çarpıcı olan: “Geçmiş bizim hafızamızda mevcut. Hafızamız şanlı tarihimiz. Geçmişte geleceğe ilişkin her şey var” yönündeki sözler.- Hafızamızdaki “şanlı tarih”e atıfta bulunduklarında nereye bakmamız gerekiyor?Tabii, bu hafızadan birçok şey anlaşılabiliyor. Kanımca bizim şanlı tarihimiz anlayışının temelinde ‘Din-ü devlet’ anlayışı yatıyor. Din devlet, devlet din için vardır… Bu tarımsal toplumlarda özellikle Müslüman toplumlarda yaygın olan bir yönetim anlayışı. Bugün Selçuklu ve Osmanlı’nın işte bu din-ü devlet anlayışı ile yükseldiği ve dünya imparatorlukları kurduğu vurgulanıyor. Fikir yeni değil ama siyasi iktidar o gelenekten sapmanın yanlış olduğunu, 200 yıldır yaşanan sorunların temelinde bu anlayıştan uzaklaşmanın yattığını vurguluyor.- Milli - muhafazakâr tonun arttığını konuşmanın hangi bölümünden okudunuz?Birincisi şanlı tarih mesajı verilen başlangıç bölümü. Orada geleneğimizin milli-dini boyutları vurgulandı. Eskiden olduğu sadece Osmanlı değil, Türk ve İslamı birlikte ele alan Malazgirt ve Büyük Selçuklu vurgusu… MHP ittifakından sonra bu vurgu arttı. İkinci bölüm ise sonuçtaki eğitim, aile ve kültür boyutuydu. Dikkat ettiğim ifadeye gelince; “medeniyet nöbeti”ydi. Bence anahtar bir kavramdı.- ‘Medeniyet nöbeti’nden kastı neydi?Bunun açıklaması konuşmanın içinde de var: “200 yıldır bocalamamızın başlıca nedeni modernleşme adı altında Batı’yı taklit etme”. Konuşmada bu olumsuz gidişe karşı Menderes gibi direnenlerin olduğu ve kendi iktidarları ile birlikte artık bu yoldan çıkıldığı ifade edildi. Cumhuriyetin getirdiği medeniyet anlayışı aydınlanma felsefesini esas alıyordu. Türkiye’nin akla, bilime, insana ve ilerleme fikrine sahip çıkarak toplumun kalkınmasını, refahını, mutluluğunu sağlamayı öngörüyordu. Tabii bir de bunların gerçekleşmesini sağlayacak bir kurumsal altyapı. Bakın Atatürk, “Batı uygarlığı” değil “evrensel uygarlık” üzerinde durdu. Bu yeni zihniyetin insanın ürünü olduğu ve her ulusun buna katkı yaptığını ve yapacağını vurguladı. Bu yapı haliyle din-ü devlet anlayışından farklı yönetim anlayışı demekti. Eski geleneğin dinle siyaseti iç içe geçirerek hem siyasete, hem dine zarar verdiğini savundu.- O halde ‘medeniyet nöbeti’nden anladığımız ‘din ve millete dayalı uygarlık arayışına dönmek’, öyle mi?Geleneksel toplumun temel değerleri, zihniyeti ve kurumlarına dayanan bir medeniyet anlayışı, yine esas alalım düşüncesi. Burada aslında hem MHP’nin yerli ve milli hem de AKP’nin dini muhafazakâr tabanına gönderme var.- Erdoğan konuşmasında ailenin korunmasına vurgu yaptı örneğin... Bu konuda yeteri başarıyı sağlayamadıklarını söyledi. “Çekirdek aileden bireye doğru yönlendirilen bir kültür iklimi”nin etrafı kuşatmaya başlamasından yakındı. Evlilik yaşının yükselmesine tepki gösterdi. Mesajın adresi?Zaten konuşmanın kalbi bu ama fikirler yeni mi, hayır… Fikirler, Türkiye’de muhafazakâr düşünce geleneğinin, İslami geleneğin en az 100 yıldır tekrarladığı görüşler. Buradaki korkunun temelinde ailenin parçalanması var. İki boyuttan söz edebiliriz. Biri doğrudan doğruya ailenin içine yönelik, yani kadın-erkek eşitliğine ilişkin boyut. Evlenme yaşı yükselince kadın daha az çocuk yapıyor. Dışarıda çalışıyor. Kadın bireyselleşiyor. Babanın otoritesi sarsılıyor, geleneksel kadın ve erkek rolleri aşınıyor. Ama evdeki temel rolü de aksadığı için, başıboş kalan çocuğun sosyalizasyonu okula, sokağa, medyaya vesaire kayıyor. Aile çocuğa geleneksel değerleri aktaramıyor. Yani hem kadın, hem de yeni kuşaklar bireyselleşmesi geçimsizlik, boşanma derken ailenin parçalanmasına neden oluyor.- Konuşmada ‘parçalanma’ olarak tarif edilen iki nokta…Evet… Zaten İstanbul Sözleşmesi eleştirisinin özünde de bu iddia var. Konuşmanın diğer dikkat çeken boyutu eğitim sistemi ile ilgili. Eğitim sistemi “nefis” ve zekâ üzerine kurulu. “Nefis”, yani “ego”. İştah, arzu, çıkara göre davranan açgözlü bir birey. Egoist, bencil bir birey. Bu kuşkusuz olumlu bir birey tarifi değil. İşte bu olumsuz gidişi önlemenin yolu “ilmi” ve hikmeti öne çıkaran bir “kalbi eğitim” sistemine geçiş. Pratikte bunun karşılığı daha çok din ve ahlak dersleri ve bu değerleri aktaracak kadrolar. Vakıflara verilen “değer eğitimleri” bunun parçası. Tamam da bu çıkarcı birey tipi yani “malı götüren” tabir edilen, en çok son yirmi yılda çoğalmadı mı? Bugün AKP’nin kendi içindeki İslami entelektüellerden, kanaatkâr muhafazakârlardan parti merkezine yöneltilen eleştirilerin en büyük hedefi, son yirmi yılda artan yozlaşma. Örneğin geleneksel köy toplumunda ailenin temel değerlere uygun hareket edip etmediği imam, ileri gelenler, konu komşu vasıtasıyla sürekli denetlenir. Aile de kendi fertlerini denetler, kadının, çocuğun köy cemaatinin istediği gibi davranmasını sağlamaya çalışır. Şehirde karşılığı mahalle, bugün “mahalle baskısı” dediğimiz. Ama bu durum ancak geleneğin çok güçlü olduğu yerlerde sağlanır. Bir bakıma 300 yıllık modernleşme tarihi, bireyin bu köy, mahalle, devlet baskısına karşı güçlenmesi yani özgürleşmesi demek. Bugün gelinen noktada rahatsızlık yaratan da özellikle bu özgürleşme süreci. Özellikle de gençlerin ve kadınların.- Anlattıklarınızdan kongrede ideolojik yol haritasının çok net ifade edildiğini anlıyorum. Ben de net olarak sorayım: 200 yıl öncesine dönmeye yönelik bir mesaj mı verildi?AKP’nin modernleşmeyi bu geleneksel zihniyet, bu ataerkil ilişkiler ve değerler çerçevesinde gerçekleştirme iddiası var. Okul, yol, ulaşım, kentleşme, çok turizm, fiziki modernleşme. Burada karşı çıkılan modernleşmenin hatta günümüzde sanayi ötesi toplumun getirdiği yeni değerler.- Daha çok üniversite yapmak istiyor ama anladığımız türden özgür bir üniversite değil, doğru mu algılıyorum?Şu soruyu soralım: Aktarılmıyor denilen değerleri nerede aktarabilirsiniz? Cami cemaati ancak küçük yerlerde, eski çarşılarda, koyu muhafazakâr yoksul mahallelerde var. Büyük çoğunluk bunun dışında yaşıyor. İkincisi mahalleler. Siyasi iktidar kat sayısını 20, 30, 40’a çıkardı. İnsanlar ayrılıyor, selamlaşmanın olmadığı “kim kime dum duma” köy büyüklüğünde apartmanlarda yaşıyor. Eski mahalle denetimi nasıl sağlanır? İş kalıyor okullara ve inanç örgütlerine. Siyasi iktidar buraya yükleniyor ama imam hatipler tüm desteklere rağmen toplumda talep yaratamıyor. Mesele toplumsal dinamikleri ve değişimin doğrultusunu iyi anlamak ve bunlara bakarak çıkarcı birey yerine erdemli birey yetiştirmek. Kaldı ki ben genç kuşakları hiç de denildiği gibi olumsuz görmüyorum. Aksi yani zorla istenilen kalıba sokmaya çalışmak akıntıya karşı kürek çekmek gibi. Tıpkı üç çocuk meselesi gibi. Üç çocuk denildikçe bir çocuğa inildi. İnatlaşmaktan değil değişim dinamiklerinden.- Psikoloji profesörü Allport’un çok sevdiğim bir sözü var: “Tereyağını eriten ateş, yumurtayı katılaştırır...” Kongreden çıkan sonuç kimleri eritti, kimleri katılaştırdı, diye sormak istiyorum...İlk bölümde herkese seslenildi. O yüzden eriyen ya da katılaşan yok. Ama eriyen bölüm çok açık, bugün baskıdan, dışlanmadan yakınan kesim. En net katılaşma MHP ve yüklenilen kültür misyonunu gerçekleştirmesi beklenen kesimler.- Mesaj hangi kurumlara?Başta Diyanet, imam hatip okulları, tarikatlar, cemaatler, yurtlar… diğer yandan başta AKP tüm partilerin tabanında bulunan daha koyu dindar, İslamcı seçmenler.- Bu ideolojinin karşılık bulması için otoriterlik artar mı?İdeoloji, kuşkusuz otoriterleşmenin önemli bir aracı haline geldi. Siyasi iktidarın oluşturduğu yapı rejimin otoriterleşmesini adeta zorunlu kılıyor. İyimser bakanlar kısa zamanda hayal kırıklığına uğruyor. Örneğin eylem planı, tutuklama, iddianame hazırlama süreçleri kısaltılırsa tabii ki çok iyi olur. Keyfiliği azaltır. Mağdur için çok iyidir. Ama bu tür önlemler rejimin niteliğini değiştirmek için yeterli değildir.- Otoriterleşme kaçınılmaz mı?Birincisi; siyasi iktidar, kamu kuruluşlarına sayıları milyonları bulan kendi kadrolarını yerleştirdi. Eskiler hatta dışarıda bekleyenler dışlandı. Haliyle “eğer seçim kaybedilirse makam da gidebilir” korkusu var. İkincisi; son günlerde beş müteahhitle sembolize edilen bir kamu kaynakları dağıtım sistemi var. Siyasi iktidara yakın bir sermaye kesimi birçok yerde kollanıyor. Bunlara iş yapan yüzlerce firma var, çünkü bu kimselere bakıp hepsi için yeşil sermaye demek pek doğru olmaz. Hakedişe göre bir dağıtım sistemi olsa bugün yararlananların önemli bir bölümü halihazırdaki imkânlarını kaybeder. İktidar döneminde giderek büyüyen bir “din tabakası” var. Örneğin vakıflar.. Bunlar da iktidar el değiştirirse kaynak kurur diye korkuyor. Medyası var, başkaları var. Bir zamanlar iddia şuydu: “Devlet topluma ait olmayan, topluma yabancı kesimlerin elinde. Oysa toplum biziz, onlar gidecek, biz geleceğiz, toplum gelecek. Eski ideolojinin yerine yeni ideoloji, eski elitlerine yenileri gelecek.” Burada söz konusu olan mevcut siyasi, ekonomik, kültürel elitlerin topyekûn değişimi. Giderler hepsini kaybedecek, gelenler hepsini alacak. Uzlaşma arayışı falan yok. Nitekim başkanlık sistemi bu mantık üzerine kuruldu. Bugün söz konusu olan kazanılanın kaybedilmemesi. O nedenle siyasi iktidara ve bir bakıma kongreye damgasını vuran da “tutunma stratejisi”. Buradan geriye dönme olmaz. Oy kaybı, meşruiyet kaybı sürdükçe siyasi iktidar bu yapıyı sürdürme zorundadır.- Önceki kongrelerle kıyaslarsanız, AKP’nin ruh hali belli oluyor, nereden nereye geldiği net görünüyor mu?İlçe yönetiminden bakanına, belediye başkanlarından vekillere kadrolar sürekli değişti. Ama yukarıdan değiştirme arzulanan başarıyı getirmiyor. Bakın belediyelere. Sürekli kadro değişimi heyecan da yaratmıyor. Başlangıç noktasında donanım olarak kadroların niteliği yüksek değildi ama çok yüksek bir motivasyon vardı. Yıllar içinde makam, mevki, çıkar öncelik haline gelince duygu ve bağlılık boyutu zayıfladı. Motivasyon düştü. Ehliyet, donanım bakımından da öyle. En yetenekli ve donanımlı kimseler hak ettikleri yerlere gelemiyorlar. Türkiye’nin en önde gelen bilim insanları, uzmanları, sanatçıları dışlanıyor. Diğer iktidar tüm gücü elinde topladı ama toplumda meşruiyeti, beğenilirliği artmadı, azaldı.BİREY İKİ TARAFTAN KUŞATILMAK İSTENİYOR- Yeni anayasanın şifreleri nelerdi?Anayasa özünde stratejik bir hamle. Tüm kesimlerin görüşlerini ve taleplerini dikkate alarak yeni oyun kuralları oluşturmayı amaçlayan bir girişim değil. Muhalefet, parlamenter rejimi, özgürlük ve demokrasiyi ana meselesi yaptı. İktidarın buna karşı bir diskur geliştirmesi lazımdı. Özgürlük ve demokrasi diyemiyor. Öyle olunca şöyle bir görüşün öne çıktığını görüyoruz. “Öyle bir üst kavram olsun ki Millet İttifakı’nın özgürlük ve demokrasi söylemini bastırsın.” Milletin anayasası deniyor ama öyle olması için ortada bir toplumsal sözleşme olması gerekiyor. “Başkanlık sistemi kırmızı çizgimizdir ama biz yeni sivil anayasa istiyoruz” deniliyor. Bu sivil olabilir ama millet anayasası olmaz. Çünkü öbür tarafta “Benim tercihim parlamenter sistem” diyen en az bir yüzde 50’lik kesim var. Başkanlık sistemine destek yüzde 30’lara düşmüş. Vatandaşı hiç dikkate almayacak ama toplum anayasası yapacaksınız, mümkün değil. İkinci temel defo, birey kavramının olumsuz şekilde kullanılması. Konuşmada özgürlüğe galiba yalnızca bir kez değinildi. AKP’nin temel kuruluş belgelerine baktığınız zaman “Bütün politikalarımızın merkezinde birey olacaktır” diyor. O zaman devletin üzerlerindeki baskısından rahatsızdılar. Kendilerini modern bir demokrasi söylemiyle ifade etme yoluna gittiler. Öyle olunca bireyin hak ve özgürlükleri öne çıkarıldı.- Peki, ya bugün?Devlet bugün siyasi iktidarın kontrolünde. Ama birey imza atan, itiraz eden, protestoya katılan “olumsuz bir birey”. İktidarıyla her zaman uyuşmayan birey. İşte bu birey iki taraftan kuşatılmak isteniyor. Birincisi, konuştuğumuz gibi, gelenek tarafından dizginlenerek. Öbür taraftan bireyi artık merkeze almayan devleti ve devletin güvenliğini esas alan yeni bir anayasa geliştirerek. Tabii bir zorunluluk olarak temel hak ve özgürlükler bölümü elbette o anayasada yer alacak.TEMSİL SİMGE DÜZEYİNDE- Yeni yönetime baktığımızda Kürt temsilcilerin olduğunu görüyoruz. Bu bize önümüzdeki dönem Kürt siyasetiyle ilgili ne söylüyor? HDP’ye yapılanlar ortadayken Kürt seçmen kadrodaki bu değişiklikle ikna edilebilir mi?Arkasında şu düşünce var. “Toplumdaki çeşitliliği bir şekilde aksettirelim.” Yani burada temsil simge düzeyinde verilen mesajın ötesine gitmez. Okunan bölümde Kürtlere yönelik olarak eskiden olduğu gibi Doğu bölgesinin kalkınmasıyla ilgili bir mesaj da yoktu. AKP’nin kısmen de MHP’nin tabanına vermek istediği sinyal nedeniyle güvenlik söylemi öne çıktı. Türkiye’de araştırmalar etnik kimliğini Kürt olarak beyan eden seçmenlerin oranının yüzde 17-18’e çıktığını gösteriyor. Haliyle Kürt kimliğini ortaya koyan oldukça yüksek bir nüfus var. Bunların oyları farklı partilere gidiyor. İkinci büyük dilim AKP’ye gidiyor. Çoğunluğu malum HDP’ye… Ama bunların hepsinin doğrudan doğruya PKK tarafından bu oyların tamamen dışarıdan yönlendirildiğini, blok olarak oy verildiğini söyleyebilir misiniz? İktidar bu olguyu görüyor tabii ki… Ama birinci tercihin burada olması Cumhur İttifakı’nı temelden sarsıyor. Muhalefetteki farklı partilere farklı yaklaşımlar geliştiriyor. CHP muhalefetin kalbi olduğu için ağır hücumlara uğruyor. İYİ Parti’ye hem havuç hem sopa gösteriliyor. Yüksek olmayan oyuna rağmen Saadet Partisi’ni kendi tarafında çekmek için hamle üstüne hamle yapılıyor. HDP’ye yönelik yaklaşım ise, bu yüzde 10-11’i bölmeye, yıpratmaya çalışmak…ZENGİNLİK, GÖSTERİŞ VE İHTİŞAM- “AKP gidiyor, vakti doldu, yolun sonuna geldiler” söylemi gerçekçi bir tespit mi?Bir yere kadar öyle. Türkiye’de siyasetin nabzı büyük ölçüde bu soru etrafında atıyor. Her gün ifade edilmese de merak edilen konu bu. 20 yıllık her iktidar aşınır. İktidar da aşındı. Şu ara olağanüstü koşullar yaşıyoruz. Ekonomik krizlerin zincirleme birbirini izlemesi, can güvenliğini tehdit eden bir salgın tehdidi, uluslararası ilişkilerde ciddi bir kapanma dönemi… Geçim sıkıntısı ve makroekonomik sıkıntıların yarattığı hoşnutsuzlukla kaynayan bir toplum var. Kaldı ki AKP kendi içinde büyük çekişmeler, rahatsızlıklar, gerilimler yaşıyor. Neredeyse Forbes’a girmeye aday, kollanan zenginleri var. Dolayısıyla alt tabakalarla, parti tabanıyla sınıfsal uçurum giderek açılıyor. Çok ciddi bir yoksullaşma var. Partiye oy veren inançlı ve yoksul taban en zor dönemini yaşıyor. İçeride kaynak dağıtımına ilişkin ciddi bölüşüm rekabeti var. Maneviyat diyerek iktidara gelindi. Bugün halkın gözünde siyasi iktidarın zenginlik, gösteriş, ihtişam boyutu öne çıktı. Dün “Sarayı varsa var, ben de taksitle ev aldım” diyenler, bugün canı yanınca “Ne oluyor bu kadar” diye soruyor. İktidarın elinde bir anayasa var, tüm gücü ona veriyor. Beş yıl kimse hesap sormayacak seçilen başkandan. Başkanlık sistemlerinde iktidar oyları yüzde 15’lere düşebiliyor. Ama başkanlar “Beş sene için seçildim, oyumu yükseltirim” diyor. Medya çıktıları da elinde. Varacağım sonuç şu: Toplumda aslında iktidarın temeli bir ölçüde aşınmış durumda ama hâlâ birinci parti. Toplumdaki aşınma bir yere kadar. Git diyecek unsur siyasettir. İttifak kurmak ve genişletmek elbet önemli ama muhalefetin oy oranını önemli ölçüde artırması, toplumu harekete geçirmesi gerekmektedir. İpek ÖzbeySalgında canıpahasınaçalışan işçi ve memurlar bu yıl toplusözleşme masasına oturacak
Salgında canı pahasına çalışan işçi ve memurlar bu yıl toplusözleşme masasına oturacak Masaya “Ölümüne çalıştık, hakkımızı istiyoruz” sloganıyla oturacak olan emekçiler başta enflasyon olmak üzere çeşitli nedenlerle oluşan kayıplarının giderilmesini istiyor. Bu yıl, işçiler ve memurların toplu sözleşme yılı. 700 binden fazla işçinin iki yıllık ücret zamları ile 3 milyon memurun maaş zamları için konfederasyonlar hükümet ve sanayinin devleri ile pazarlık masasına oturacak. Bu yılki görüşmelerin çetin geçeceği dile getiriliyor. Salgın nedeniyle kayıplarının arttığını savunan emekçiler, kayıplarının giderilmesini istiyor. Geniş kapsamlı sözleşmelerden ilkini kamu işçileri adına Türk-İş imzalayacak. Şu anda kamuda örgütlü bulunan sendikaların sözleşme görüşmeleri devam ediyor. Ancak ücret zammı Türk-İş ile hükümet arasında imzalanacak olan “Kamu Kesimi Toplu İş Sözleşmeleri Çerçeve Anlaşma Protokolü” ile belli olacak. Bu sözleşmede alınacak zam oranı diğer sözleşmeler için de örnek teşkil edecek. Türk-İş ile hükümet arasındaki görüşmelerin nisan ayında başlaması, mayıs ya da haziran gibi imzalanması bekleniyor. Ağustosta 3 milyonun üzerinde memur ile 2 milyona yakın memur emeklisinin maaş zamları için memur konfederasyonları hükümet ile masaya oturacak. Görüşmeler bir ay sürecek. Ağustos sonunda ya anlaşma olacak ya da son sözleşmede olduğu gibi kararı yine hakem kurulu verecek. Hakem kurulu kararıyla memur ve memur emeklisi bu yıl için yüzde 3+3 zam alabildi. Ağustostaki görüşmelerde memur konfederasyonları öncelikle oluşan kayıpların telafi edilmesini talep edecek. ‘SANAYİ DEVLERİ MASADA’ Memurların ardından ise metal işçileri, Türkiye’nin sanayi devleri ile masaya oturacak. Metaldaki işçilerin büyük bir bölümü Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’nda örgütlü bulunuyor. Türk Metal, Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile yürüteceği pazarlık görüşmeleri için çalışmalarına şimdiden başladı. Bu kapsamda işçilerin talepleri toplanıyor. Sonrasında bu talepler bir metin haline getirilecek. İşçiler, salgına karşın fabrikalarda çalışmaya devam etti. Sanayicinin kârını katladığını düşünen işçi salgındaki bu çalışmasının karşılığını istiyor. Sözleşme görüşmeleri boyunca kullanılacak slogan ise hazır. Şube genel kurullarına katılan Türk Metal Sendikası Başkanı Pevrul Kavlak, bu sloganı dile getiriyor. Kavlak, işçilere şöyle sesleniyor: “Pandemi koşullarında canı pahasına çalışan sizlere, bu ülkenin borcu var. Yalnız devletimizin değil, çarkları dönen, üretim rekorları kıran, pandemi sürecinde kârlarını ikiye katlayan patronların da sizlere borcu var. Bu öyle kuru kuruya bir teşekkürle geçiştirilecek bir borç değildir. Büyük bir borçtur. İşverenlerimiz, çarkları dönenler, kârlarına kâr katanlar, sizlere olan borcunu ödeyecektir. Çünkü biz, ölümüne çalıştık. Canımız pahasına çalıştık. Toplusözleşme görüşmelerinde temel sloganımız bu olacaktır. Ölümüne çalıştık.” Mustafa ÇakırTurizm sektörünün gözü, dünyada alınan karantina kararlarında
Turizm sektörünün gözü, dünyada alınan karantina kararlarında Turizmde 2021 ümitleri salgında yaşanan yeni gelişmelerle kırılmaya başladı. Türkiye’ye yoğun ziyaretçi gönderen Almanya, Ukrayna İngiltere gibi ülkelerde üçüncü dalganın sert bir şekilde ortaya çıkması tam kapanma kararlarını gündeme getirdi. Aşı uygulamalarının kurallarının net bir şekilde ortaya çıkmaması da Antalya ve Bodrum’da yaşanan yüzde 80 rezervasyon oranlarına rağmen endişeleri artırdı. Turizm, salgında önemli gelir kalıpları yaşayan sektörlerin başında. Gelir kaybı yüzde 72’yi bulan sektörde 2021’e umutlu başlayan sektör temsilcileri gelen haberlerle yeniden krizli günlere göre hazırlık yapmaya başladı. Sektörde gereksiz bir iyimserliğin hâkim olduğunu belirten eski Turizm Bakanı Bahattin Yücel, turizm sektöründe hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyledi. “2020 yılında ciddi ciro kayıpları var. Dünyada turizm geliri 1.1 trilyon dolar azaldı. 25 bin 500 uçağın 15 bini yerde. Uçuşlar yapılmıyor. Tehlikeyi görüp kötü durum senaryosu hazırlamak lazım” dedi.KRİZ SENARYOLARIMIZ VARDemirkol-Hapimag Resort Operasyonları Türkiye, İspanya, Hollanda Direktörü Kerem Demirkol, pandemi döneminde tatil başlangıcından 7 gün öncesine kadar rezervasyonları ücretsiz olarak iptal ettiklerini belirterek şunları söyledi:“Hizmetlerimizi olabildiğince krizlere karşı etkili olacak şekilde planlıyoruz. Uzun vadeli trendleri ve gelecek öngörülerini inceleyerek adımlarımızı buna göre atıyoruz. 2021 yılı için tahmin yapmak hâlâ zor bu nedenle daha fazla nasıl önlem alabiliriz ona bakıyoruz. Bu nedenle maliyetlerimizi doğru analiz etmeye ve daha yalın düzenlemeler yapmaya özen gösteriyoruz. Aşı çalışmalarının da başlaması bu anlamda şansımızı artırıyor. Ukrayna, bizde özellikle son üç yıldır artan bir pazar. Her şeye rağmen sezonun nisan sonu ve mayıs ayında açılacağını, temmuz ve ağustosta da yoğunluk yaşanacağını öngörüyoruz.”Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği (AKTOB) Başkanı Erkan Yağcı ise yaptığı bir açıklamada bu sezonun da son dakika rezervasyonları ile şekilleneceği görüşünü savundu. Güvenli Turizm Sertifikası’nın önemli olacağını belirten Yağcı, seyahat kısıtlamalarının ve belirsizliğin ortadan kalkmasının ardından rezervasyon akışının artacağını ifade etti. Esra AlusEmekli Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen’den CHP'li belediyelerin topladığıbağışlara yönelikçalışma
Emekli Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen’den CHP'li belediyelerin topladığı bağışlara yönelik çalışma Mahmut Esen, özellikle CHP’li belediyelerin Covid-19 salgını nedeniyle topladığı bağışlara el konduğuna dikkat çekti. Yargı sürecini değerlendiren Esen, uygulamanın hukukla bağdaşmadığını belirtti. Emekli Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen, özellikle CHP’li belediyelerin Covid-19 salgını nedeniyle topladığı bağışlara el konulmasına dikkat çekerek, “belediyelerin topladığı bağış paralarının kamu mülkiyeti olduğunu, dolayısıyla kamu parasının yeniden kamuya geçirilmesine olanak olmadığını” vurguladı. Salgının ardından başta İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyeleri olmak üzere CHP’li belediyeler, mağdur olan yurttaşlara destek sağlamak amacıyla yardım kampanyaları başlatmıştı. Ancak İçişleri Bakanlığı, belediyelerin yardım toplayamayacağını savunarak yardım hesaplarını engellemişti. Toplanan paraların ise kamuya aktarılmasına karar verilmişti. Konuya ilişkin çalışma yapan emekli Mülkiye Başmüfettişi Esen, sosyal hizmet ve yardım yapılmasının, belediyelerin görev ve sorumlulukları arasında yer aldığını vurgulayarak “koşullu/koşulsuz bağışların kabul edilmesinin” de belediyelerin yetki ve imtiyazları arasında olduğunu belirtti. İçişleri Bakanlığı genelgesi ile bağış toplanmasının önüne geçilmesinin yargıya taşındığını anımsatan Esen, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun, “yardım toplama” ile “bağış kabul etme” kavramlarının hukuken farklı nitelikte olduğunu vurgulayarak başvuruları reddettiğine dikkat çekti.Esen, ancak kurulun bu kararına üç karşı oy verildiğini ve bu karşı oylarda “şartsız bağışların ‘yardım toplama’ faaliyeti olarak değerlendirilemeyeceğinin, bu nedenle bakanlığın genelgesinin hukuka aykırı olduğunun” vurgulandığını aktardı. Esen, eşya veya paraların mülkiyetinin kamuya geçirilmesi için suç işlenmesinden elde edilmesi veya suçun konusunu oluşturması gerektiğini belirterek şunları kaydetti: “Yardım Toplama Kanunu’ndaki ‘kamuya geçirilmesine’ ilişkin hükümler, kamu tüzelkişisi olan belediyeleri kapsamamaktadır. Zira belediye hesabına yatırılmış, belediye mülkiyetine geçmiş olan bağış paraları, artık kamu kaynağı niteliği kazanmıştır. Kamu parasının müsaderesi olmaz.” Sefa UyarSuriye Demokratik Güçleri "IŞİDüyelerini yakalamak için El Hol kampına girdi"
Suriye'nin kuzey doğusundaki El Hol kampında hafta sonu meydana gelen olaylarda can kaybı olunca, SDG kampa girerek dokuz kişi tutukladı. Tutuklamaların devam edebileceği açıklandı.Habere Gitmek için TıklayınMozambik'te militanların saldırısında onlarca kişi hayatınıkaybetti
Çarşamba gününden bu yana militanlarla ordu arasında çatışmaların sürdüğü Palma bölgesinden kaçmaya çalışanların bir kısmı da dahil olmak üzere onlarca kişi hayatını kaybetti.Habere Gitmek için TıklayınEndonezya'da kiliseye saldırıdüzenlendi, en az 14 kişi yaralandı
Endonezya'da Sulawesi adasındaki Makassar kilisesine Pazar ayini sırasında canlı bomba saldırısı düzenlendi. Ayine katılan en az 14 kişi yaralandı.Habere Gitmek için TıklayınKoronavirüs:İngiltere'de açık hava etkinlikleri yeniden başlıyor
İngiltere'de bu haftadan itibaren açık havada altı kişiye kadar buluşmalar ve spor etkinlikleri serbest. İspanya'da da yaklaşık beş bin kişinin negatif Covid-19 test sonucu getirerek konsere katılmasına izin verildi.Habere Gitmek için TıklayınPetrol rafinerisindeşiddetli patlama
Türkçe Haberler En Son Başlıklar Petrol rafinerisinde şiddetli patlama Endonezya’nın başkenti Cakarta'daki Balongan Petrol Rafinerisi’nde şiddetli patlama meydana geldi. Endonezya’nın en büyük petrol rafinerisinde meydana gelen şiddetli patlamanın sesi kilometrelerce öteden duyuldu. Ülkenin önemli petrol rafinerinden biri olan Balongan rafinerinde günde 125 bin varil petrolün işlendiği tahmin ediliyor. Görgü tanıkları tarafından amatör kameraya yansıyan görüntülerde, alevlerin gökyüzünü kapladığı görüldü. Patlamanın nedeninin henüz belli olmadığı ifade edildi. Ayrıntılar geliyor... DHAOrhan Veli’yi yaşamak! Ataol Behramoğlu'nun yazısı
Orhan Veli’yi yaşamak! Ataol Behramoğlu'nun yazısı “Orhan Veli şiirini onlarla ilk karşılaştığım liseli yıllarımdan bu günlere yaşamayı sürdürüyorum… Beni ilk, çarpan şiiri, pek çok Orhan Veli okurunun, hem şairin yaşadığı yıllarda hem sonrasında ve bugün belki de farkında bile olmadıkları “Oaristys” adlı olanıdır… Orhan Veli’den bildik anlamıyla bir “aşk şairi” belki çıkaramayız… Fakat ilk şiiri gibi, ölümünden sonra 1951’de yayınlanan büyük olasılıkla son şiiri “Aşk Resmigeçiti”nin de aşk üzerine oluşu ilginç bir rastlantı değil mi?... Orhan Veli’nin şiirlerinde şairin yaşamının her döneminde “yaşama sevinci”, “özgürlük” temaları ön sıradadır. Bu sevinci gölgeleyen, savaş, yoksulluk, adaletsizlik temaları da onlara eşlik etmektedir.” /Archive/2021/3/26/184520706-1-.jpgBir şair öncelikle bir dil dünyasıdır. O dilin içine girer çıkar, o dilin sözcükleriyle yıkanır, sesleriyle söyleşir, kavramlarıyla düşünür tartışır duygulanırsınız. En önce, hepsinden önce, her şeyden önce gelen dildir, dilin kendisidir. Bu ise, şairin söylediklerinden önce, onları nasıl söylediğinin gelmesi demektir. Çünkü şairin iç sesi,kişiliği, onu o şair yapan şey, söylediklerinin ne olduğundan da daha çok, onları nasıl söylediğindedir.Konular, temalar aslında geneldir ve sınırlıdır. Yaşam, ölüm, aşk, özlem, keder, savaş, barış, yalnızlık, ayrılık, mutluluk, mutsuzluk; bütün bunlara ilişkin sayısız ayrıntı… Şairin, bunlardan hangilerini şiirinin konusu, teması yaptığı belirleyicidir kuşkusuz… Fakat şiirin gizemi, şairin onları söyleyişinde, onları nasıl söylediğindedir… Şairi (şiirlerini) yaşamak ise; konulardan, temalardan önce, asıl bu özgünlüğü duyumsayabilmektir…/Archive/2021/3/26/184532862-2-.jpgÂŞIKANE ‘OARISTYS’…Orhan Veli şiirini onlarla ilk karşılaştığım liseli yıllarımdan bu günlere yaşamayı sürdürüyorum… Beni ilk, çarpan şiiri, pek çok Orhan Veli okurunun, hem şairin yaşadığı yıllarda hem sonrasında ve bugün belki de farkında bile olmadıkları “Oaristys” adlı olanıdır…Ne demek “oaristys”? Bugün de ilk okuyuşumdaki gibi aynı duygulukla sevdiğim şiirin adının ne anlama geldiğini o günlerde çok da merak mı etmedim, yoksa arayıp bulamadım mı, şimdi anımsamıyorum… Çok sonra, eski Yunancadan ve edebiyatından Fransızcaya ve edebiyatına girmiş bu edebiyat teriminin “âşıkane bir söyleşi, iç dökme, içli-üzünçlü şiir” anlamına geldiğini öğrenecektim…1936’da Varlık Dergisinde, demek ki şair 24 yaşındayken yayınlanmış bu şiiri, zihnimdeki ve gönlümdeki yerini koruyagelmiştir…/Archive/2021/3/26/184541175-3-.jpg“Ey hâtırası içimde yemin kadar büyükEy bahçesinin hoş günlere açık kapısıHâlâ rüyalarıma giren ilk göz ağrısı,Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk,Kanımın akışını yenileştiren damar,Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlarİçime yeni bir fecir gibi doğan çocuk. (…) Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacıVe o ilk yolculukla başlayan hasret, zindan;Atları çıngıraklı arabanın ardındanBeyaz, keten mendilimde sallanan ilk acı.”/Archive/2021/3/26/184603409-4-.jpgOrhan Veli’den bildik anlamıyla bir “aşk şairi” belki çıkaramayız… Fakat yukarıdaki ilk şiiri gibi, ölümünden sonra 1951’de yayınlanan büyük olasılıkla son şiiri “Aşk Resmigeçiti”nin de aşk üzerine oluşu ilginç bir rastlantı değil mi?.../Archive/2021/3/26/184615049-5-.jpg‘ESKİ BİÇİMLİ ŞİİRLERİ’“Oaristys” genç şairin Mehmet Ali Sel takma adını kullanarak dergilerde yayınladığı, ölümünden sonraki yayınlarda “eski biçimli şiirleri” başlığı altında toplu şiirleri arasında yer alan şiirlerinin ilkidir.Bu şiirlere “eski biçimli” denilmesi, “Garip”te ve sonrasındaki şiirlerden farklı olarak ölçülü-uyaklı yazılmış şiirler olmaları nedeniyledir. Yoksa, ölçü ve uyak , neden eski biçim unsurları sayılsın?Kaldı ki Orhan Veli’nin sonraki şiirlerinde de, bilinen kalıplarıyla olmasa da, ölçü ve uyak unsurları kuşkusuz ki söz konusudur. (Fakat bu, genel olarak “özgür koşuk” kavramıyla ilgili bir başka konudur…)Ölçülü-uyaklı bu ilk şiirlerine gelince, bunlar, sadece bu kadarla kalınmış bile olsa, bir şairin edebiyat tarihinde yer almasını sağlayacak şiirler olduğu gibi, Orhan Veli şiirini doğru anlamak için incelenmesi, irdelenmesi ve dahası zevkle okunacak şiirlerdir…Şimdi, şu anda, bu satırları yazmaktayken masamdaki kitabını karıştırdığımda, sözünü ettiğim ilk şiirler arasında karşıma çıkan (1936 tarihinde yazılıp yayınlanmış, ölçülü-uyaklı) “Odamda” adlı şiirin şu ilk dizelerine bakalım:/Archive/2021/3/26/184623080-6-.jpg“Ben miyim bu şeylerin sahibi?Kafamda bir çocuk var meraksız.İç âlemim oyuncaktan farksızOdam, içime bir ayna gibi.”Bu da “Garip” ve sonrasının ilk şiirlerinden “Sevdaya mı Tutuldum?” adlı şiiridir:“Benim de mi sevdalarım olacaktı?Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?Çok sevdiğim salatayı bileAramaz mı olacaktım?Ben böyle mi olacaktım?”İlki oldukça uzun bu iki şiirde tümüyle bambaşka şeylerden söz ediliyor olsa da, ikisi arasındaki dil aynılığı dikkat çekicidir…/Archive/2021/3/26/184634768-7-.jpgYAŞAMA SEVİNCİ VE ÖZGÜRLÜKOrhan Veli’nin şiirlerini konu-tema bakımından sınıflandıracak olursak, bu şiirlerin (ve şairin yaşamının) her döneminde “yaşama sevinci”, “özgürlük” temalarının ön sırada olduğunu göreceğiz. Bu sevinci gölgeleyen, savaş, yoksulluk, adaletsizlik temaları da onlara eşlik etmektedir.01.12.1949’da; talihsiz, beklenmedik ölümünden kısa süre önce “Yaprak” dergisinde yayınlanan “Dalga”, bu iki temanın ve bize Orhan Veli’yi, onun özgün ve büyük şiirini yaşatan dil ve tema birlikteliğin bir sentezi gibidir…“Mesut sanmak için kendimiNe kâğıt isterim, ne kalemParmaklarımda sigaramDalar giderim mavisinden içeriKarşımda duran resmin.. Giderim deniz çekerDeniz çeker, dünya tutarİçkiye benzer birşey mi varBirşey mi var ki havadaDeli eder insanı, sarhoş eder? Bilirim, yalan, hepsi yalanTaka olduğum, tekne olduğum yalanSuların kaburgalarımdaki serinliğiİskotada uğuldayan rüzgarHaftalarca dinmeyen motor sesiYalan.... Ama gene deGene de güzel günler geçirebilirimGeçirebilirim bu mavilikteSuda yüzen karpuz kabuğundan farksızAğacın gökyüzüne vuran aksindenHer sabah erikleri saran buğudanBuğudan, sisten, ışıktan, kokudan... Ne kâğıt yeter ne kalemMesut sanmam için kendimiBunların hepsi... hepsi fasafisoNe takayım, ne tekneyimÖyle bir yerde olmalıyımÖyle bir yerde olmalıyım kiNe ışık, ne sis, ne buğu gibiİnsan gibi.” Ataol Behramoğlu‘Aylaklar Kumsalı’Emek Yurdakul'un yazısı...
‘Aylaklar Kumsalı’ Emek Yurdakul'un yazısı... İlk sıralarda sayacağımız çocuk kitaplarına baktığımızda, sisteme muhalif, güçlü, kendi olmaktan son derece mutlu karakterlere rastlıyoruz: Pippi Uzunçorap, Matilda, Kumkurdu vb. Bu açıdan rahatça diyebilirim ki Aylaklar Kumsalı, bu dönemin toplumsal yapısına eleştirel bakışıyla diğerlerinin yanında yerini alacaktır. /Archive/2021/3/26/184235318-ic1.jpg “İsmim Sofia. On bir buçuk yaşındayım, büyüyünce aylak olmak istiyorum.” Kitap Sofia’nın kendine yolculuğunun ilk tümcesiyle açılıyor ve nasıl “Aylaklar Kumsalı”na dönüşüyor? Son yıllarda, yeni eğitim modellerinin, eğitimcilerin ve psikologların ebeveynlere çocukların zihinsel ve dolayısıyla bedensel sağlıklarının iyiliği için salık verdiği, çocuğun doğayla bağını kurma/ kuvvetlendirme ve ailenin paylaştığı zaman dilimlerini artırma önerileri üzerine, kentten kırsala taşınmalara çokça rastlıyoruz. Sofia’nın kendini tanıma serüvenini tetikleyen de bu taşınmalardan birini ailesiyle göğüsleme çabası. AYLAK NEDİR? Gün içerisinde kendime tavana bakma saatleri ayırmayı pandemi döneminde anımsadım: Sistemde benim gibi boğulmuş diğerlerince onaylanmak, bilhassa içsel onayımı sağlamak için koştururken unuttuğum “durma”yı da! Her gün, sistemin tabiriyle boş boş oturmanın keyfini sürdüm. Sürekli bir şey yapma zorunluluğu duymaktan yorgun düşmüşlüğümü hissettim. Sadece olduğum gibi durdum; güneşte, yağmurda, neşeyle, sıkıntıyla, sessizlikle, susmayan zihnimle, pencereden dışarı ya da tavana bakarak ama seyretmeden… Kitapta Sofia’yla birlikte ilerledikçe, tavana bakma vakitlerimin, aylaklar kumsalımda geçirdiğim zamanlarım olduğunu fark ettim. Peki, “aylaklık” gerçekten de kötü mü? Kitabın sonundaki nota ekleyecek çok da bir şeyim yok açıkçası: “…bu sistemde işe yarar olmanın anlamı üretken davranmamızı, para kazanmamızı ve kazandığımız parayı anında harcayarak döngüden asla çıkmamamızı sağlayan uğraşlara indirgendi!.. İşe yarayan şeyler yapmamak sistem karşıtlığına dönüştü. Sanat, müzik, felsefe, düşüncelere dalmak, vahşi doğa… bizi insan yapan bütün bu kavramlar toplumun geniş kesimlerince aylaklık olarak görülüyor!.. İşe yararlığın öne çıkarıldığı dünyaya Sofia gibi bir karakter aracılığıyla isyan ettiğim için bana saftirik denirse bunu iltifat kabul ederim...” /Archive/2021/3/26/184250224-kapakic2.jpg AYLAKLIK, ÜRETMEK VE YETENEĞİNİ ARAMAK… Proje çocuklar döneminde büyümüş biri olarak, yeteneğim var mı diye alandan alana sürüklenirken ceplerim, tabi ebeveynlerimin cepleri başarısız olduğum onlarca şeyle doldu. Neyse ki, “çocuğumuz bizden şanslı olsun, eğitim sistemi de henüz bunu destekler nitelikte olmadığına göre biz araştıralım”ın şekli değişti de hem ebeveynlerin sırtından yük indi hem de çocuklar hayata başarılarından ziyade başarısızlıklarının bilinciyle başlamıyor artık. Peki, kötü müdür çocuğunuzun yeteneğini aramak? Sevdiği işi keşfetmesine yardım etmek veya mutlu bir hayatı olsun diye mutlu olacağı alanı bulmaya çalışmak? Yaratılmış bu dönemsel yöntem ve bunun gibi arayışlar yokken nasıl buluyordu insanlık kendini? Bu üç sorunun da, sorulması gereken asıl soruyu görmemizi engellediğini fark edersek, büyümenin ve keyifli yetişkinliğin/yaşamın o kadar da didiklenerek, külfetle elde edilen bir şey olmadığını görüp rahat bir nefes alabiliriz. Sofia’nın keşifleriyle önümüze serdiği yol, dünyanın da var olmanın da özünü anımsatıyor: “Derken deniz benimle konuştu. Dalgalar dalgadır. Martılar martı. Bulutlar buluttur. Sofia’nın tek yapması gereken Sofia olmaktır.” Ve “olmak”, üretmemek anlamına da gelmez ki! Kendisiyle bağını kopararak büyümüş, öğretim sistemi içinde yetenekli olduğunda onaylanacağı alanları sınırlandırılmış, bu alanlarda kazanımlar elde edişine göre başarılı-başarısız diye etiketleneceği bilinciyle büyümüş yetişkinlerle dolu bugün dünya. Her derste başarılı olup bir veya birkaçında uzman olmanız bekleniyor. “Neden” ise öğretim sistemince bilinçle yok edilen ilk soru olduğu için, çoğumuzun aklına düşmüyor. Neden tüm branşları bilmeliyim? Matematikten iyi not almış ama muhakeme yeteneği gelişmemiş yüzlerce insan varken bir şeyler ters gitmiyor mu? Elbette yaşamın işleyişine uyum sağlayabilme fikrine katılıyorum. Yaşamın işleyişinden ne kastettiğimize bağlı olarak tabii ki. Doğum ve ölüm gibi, teknolojiyi, hayatımızı kolaylaştırırken çevreye verdiği zararları gözeterek kullanmak gibi, tıbbın gelişmesine sevinip ilaçlara müteşekkir olurken sağlık sisteminin ilaç sanayisince yönetildiğinin bilincine varmak gibi… Uyum sağlama içgüdüsüyse, insanın doğasında var; büyürken kontrol edemeyeceğimiz şeylere kaygılanmayı öğrenip körelmiş biçimde artık ona sağır olsak da. UYUMLANMAK AMA NASIL? Sofia’nın dönüşümü yolculuğunda da uyumlanmanın nasıl’ı, adapte olmak ve asimile olmak arasındaki kafa karışıklığıyla keşfediliyor. Sofia’nın ailesi, uyum sağlamak yerine asimile olmaya çalışıyor farkına varmadan. Kentte çiçekçi dükkânında son derece mutlu anne, kırsala taşınınca kendisini var eden üretiminden vazgeçiyor. Bu ekonomik eksiklik babayı daha çok çalışıp daha sinirli olmaya sürüklüyor. Bütün bu kırsala taşınma planı, daha huzurlu, daha dingin, doğayla ve aileyle daha çok vakit içinken işler ters gidiyor. Yaşadığınız ortamı değiştirdiğinizde zihniniz hâlâ kaygılarla doluysa dışsal dinginlik size ne sağlayabilir? Sofia da bu ters köşelere savrulan deneyimi şaşkınlıkla izliyor: “Babam koca bir ‘Hayır’a dönüştü… Ayrıca serbest çalışıyormuş... Bence babam köleye benziyor… Annem bir melektir. Hüzün meleği. Köye taşınmak uğruna çiçekçi dükkânını kapattı, yavaş yavaş soldu. Bahçesinde çiçekleri olsa da insanları özlüyor...” Ve ekliyor: “Buranın havası temiz olsa da insanı boğuyor.” Sofia’nın doğayla uyumlanmasına paralel ilerleyen kendisiyle buluşma yolculuğu, sistemsel kaygılarla sarılı babayı hiç memnun etmiyor. Ebeveynleriyle çatışan bakış açısına rağmen Sofia, keşfettiği kendinden vazgeçmezken, pek çok çocuk kitabından farklı bir ters köşeyle yazar, ebeveynlerin Sofia’yı kendilerine örnek aldığı noktaya bağlıyor hikâyenin sonunu. Aylaklar Kumsalı / Alex Nogues / Resimleyen: Bea Enriquez / Çeviren: Emrah İmre / 88 s. / 9+ / 2021. Emek Yurdakul / Cumhuriyet Kitap Eki